Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

SWEET HOME, CHICAGO

Bir önceki yazımızı “küllerinden doğan şehir” diye bitirerek büyük bir yangının spoylerini vermiş olduk. Tabii yanıp kül olmadan önce bir şehrin kurulup inşa edilmesi gerekir. Peki, yüz yıl sonra Amerika’nın en büyük üçüncü şehrini; kültür, finans, ticaret, eğlence, ulaştırma merkezini nereye inşa edelim? Tabii ki Kızılderililerin elinden zorla aldığımız, göl kenarındaki bozkır/bataklık bozması bir araziye olabilir. Yeni yerleşimimizin adını ne koysak? Eski ev sahiplerine sorsak mı?
Efendim, kanguru kelimesinin kökeni ile ilgili bir hikaye vardır; kimileri uydurma olduğunu söylese de ana fikri güzeldir; Avustralyayı keşfeden Cook, zıplayan, keseli bir hayvanı görüp “bunun adı nedir?” diye sorar. Tabii İngilizce bilmeyen yerliler “ben anlamıyoğ sen ne diyoğ” anlamına gelen “kanguruu” cevabını verir. Bizim elemanlar da “haaa, kanguruymuş” diyerek yollarına devam eder.

Şikago bölgesine gelen beyaz adam da bölgede yaşayan Potawatomi yerlilerine araziyi gösterip “bura nire” diye sormuşlar. Onlar da toprakta bol yetişen yabani soğanı kastettiklerini düşünerek “Checagou” demişler. Beyaz adam “haaa, şikago” diyerek tabelayı dikmiş ve yerleşmeye başlamış.
ABD ve Chicago bayrakları kol kola...
Bölgeye gelen ilk soluk benizliler, Fransız kaşif ve cizvit misyonerleri olmuş. Bunlardan Louis Jolliet ve Jacques Marquette, Missisipi nehrini baştan aşağı keşfedip haritalandırdıktan sonra kuzeye dönmüşler ve Büyük Göller Bölgesine yönelip Şikago nehrinin berisine geçen ilk kaşifler olmuşlar. Şikago şehir merkezinde arkadaşların nehri geçtiği noktaya dikilmiş plaketi halen görebilirsiniz:
Peşlerinden gelen La Salle, hem Missisipi bölgesinin, hem de büyük göller bölgesinin Fransız kontrolüne geçmesinde büyük rol oynamış bir asker/kaşif/misyoner. Kendisinin adını, Şikago şehir merkezindeki (bence) en güzel caddeden hatırlamanız lazım, hatırlamıyorsanız “Şikago Merkez” yazımıza geri dönün:


Ama bölgeye kıyır kıyır yanaşarak ilk yerleşim yerlerini kuran kişi Jean Baptiste Point Du Sable. Dikkat ederseniz Şikago tarihçesinde geçen tüm isimler frankofon kökenli. Kırmızı urbalıların bölgeye gelişi daha geç tarihleri buluyor, şimdilik Şikago’da Paris rüzgarları esiyor. “Şehrin kurucusu” olarak ün yapan DuSable, safkan Fransız değil; kendisi Afro-Franko-Haiti kökenli küresel bir vatandaşımız…
Du Sable, Şikago civarına yerleşince Potawatomi kabilesinden kız almış, evlenmiş ve ufak tefek ticaret (tomruk, kürk, et; manitu ne verdiyse…) yapmaya başlamış. Bir süre sonra diğer yerleşimciler gelmiş ve “abi buralar iyi prim yaptı, satsana bana arazini” diye kanına girerek evini almışlar. 70-80 yıl daha beklese 70-80 kat imar izni çıkacak araziyi terk eden DuSable “Şikago’nun kurucusu” ünvanının kaymağını yiyemeden Missouri’ye yerleşmiş.
Du Sable'in rant yapan arazisi...
Du Sable’in ardından Şikago’da İrlandalılar görülmeye başlanmış; yüzbaşı John Whistler (Tom Miks’in Kuleli’den dönemdaşı) Şikago nehrinin kıyısına Dearborn Kalesini inşa etmiş; ardından da İngilizler, Fransızlar ve Amerikalılar birbiriyle didişmeye başlamış. Potawatomi yerlileri “yettiniz ulan” diyerek kale ahalisini pusuya düşürmüş, epey bir kısmını da öldürmüş. Kurbanlar arasında kadın ve çocuklar da olduğu için, olay ABD tarihine “beyazları katleden Kızılderililer” olarak geçmiş.
Olaydan 4-5 yıl sonra solukbenizliler tekrar bölgeye yerleşmeye, gecekondulaşmaya başlamış. Artık Kızılderili kardeşlerimiz yavaş yavaş havlu atmışlar; “bu beyazlardaki toprak hırsıyla, mal mülk sevdasıyla baş etmemiz mümkün değil” demişler. 1821 Şikago Anlaşmasıyla topraklarını beyazlara bırakan Potawatomi Şefi Metea, yaptığı konuşmasında yankee’lere şöyle laf sokmuş: “Yüce ruhun bize yaşamamız, avlanmamız ve ölmemiz için bahşettiği bu toprakları aldınız, aldıkça aldınız, gözünüz doymadı, çocuklarımıza av sahası bile bırakmadınız, kemiklerimizi gömecek kadar toprağımız yok, yine de sizlere karşı kalbimde düşmanlık beslemiyorum, ne haliniz varsa görün!”

Ve Şikago ne hali varsa görmeye başlamış… Şehre büyük bir yerleşimci akımı olmuş ve Şikago göl, nehir ve kanallar, demiryolları, kara yolları ile Amerika’nın ulaşım ve ticaret merkezi olmuş. Büyük perakendeciler, tahıl ve buğday tüccarları, Avrupa’dan “yırtmaya” gelen göçmenlerin hırsıyla 1870 yılında Amerika’nın en hızlı büyüyen ve en kalabalık ikinci şehri haline gelmiş.
Şehrin bu başdöndürücü büyümesini durduran ise fakir bir İrlandalı göçmen teyzemiz (Catherine O’Leary) olmuş. Popüler tarihe göre, 1871 Ekiminde O’Leary’nin sağdığı inek gazlambasını tepikleyerek ahırın tutuşmasına sebep olmuş. O yıllarda tamamen ahşaptan inşa edilmiş Şikago şehir merkezi bir anda çıra gibi tutuşmuş ve üç gün içinde dokuz kilometrekarelik bölge yanarak 100,000 kişiyi evsiz bırakmış. (Olay, 1657’de lanetli bir kimonoyu yakmaya çalışan rahibin bütün Tokyo’yu kül ettiği Meireki yangınına benziyor)
Yangın günlerinden kalan tedbirli su depoları :))
Şikago yangını, bugün Amerika’nın en şık şehir merkezi kabul edilen yeni bir şehrin, kendi adıyla ekol olmuş bir stilin ve gökdelen teknolojisinin gelişmesine sebep olmuş ve şehrin ünlü mimarlarına rahatça at koşturabilecekleri beyaz bir sayfa açmış. Acaba Şikago’yu kendi haline bıraksak Ümraniye-Sultanbeyli modeliyle gelişmeye devam eder miydi, yoksa Amerikalı hemşerilerimiz bir yerde müdahale edip çağdaş şehirleşmenin tohumlarını atar mıydı?

Sorunun cevabı için Şikago şehir merkezinde büyük yangından sağ salim kurtulan tek yapıyı görmeye gidelim; Şikago Su Kulesi!
Kule, yangından iki yıl önce Michigan Gölünden su çekmek için kurulan büyük bir pompaya ev sahipliği yapmak üzere inşa edilmiş. Kireçtaşı kullanılarak yapılan kule çok güzel bir mimariye sahip ve Şikago şehrinin en çok sevilen, fotoğraflanan simgelerinden biri olmuş:
Su kulesi ve pompa istasyonu, yangınla savaştan su seviyesi yükselmelerini kontrole kadar birçok amaç düşünülerek yapılmış ama kariyerinin henüz ikinci senesinde baş edemeyeceği ölçekte bir yangının karşısında pes etmek zorunda kalmış. Kule günümüzde Şikago şehri Turizm ve Sanat Galerisi olarak hizmet veriyor.
Su Kulesinden aşağı (güneye) doğru, büyük Şikago yangınıyla küle dönen bölgenin ortasından şimdi muhteşem bir cadde uzanıyor: Magnificent Mile (Muhteşem Mil). Amerikalıların ekzantrik isim koyma merakından dolayı, Michigan Bulvarı’nın bir bölümünün adı Muhteşem Mil olarak kayıtlara geçmiş, hatta lisansı, tescili falan bile var yanlış bilmiyorsam…
“Loop”, yani çember olarak bilinen şehir merkezi Şikago’nun beyni ise, Magnificent Mile için omurgası diyebiliriz. Evet, loop merkezi finans kuruluşları, tarihi binaları, yerel yönetim merkezi ile şehrin beyni ünvanını hak ediyor. Magnificent Mile ise, merkezin ucundan başlayrak kuzeye doğru bir millik uzanımı ile şehrin omurgası.
Bu bir mile “muhteşem” demelerinin sebebi, Şikago gelişirken şehrin prestijli mekanlarını bu cadde boyunca yerleştirmeleri. Şikago’nun en gözde otelleri, restoranları, butik ve alışveriş merkezleri, tiyatro ve sergi salonları, basın kuruluşları bu mil boyunca dizilmiş:
Tabii ki mil boyunca sıralanan binaları anlatmakla bitmez, ama beni en çok etkileyeni size tanıtmak isterim; Chicago Tribune medya grubunun nefis binası! 1868 yılında yapılan ilk binaları yangında cayırdayınca, “daha iyisini yaparız” diye kolları sıvamışlar ve ortaya görkemli bir mimari eser çıkmış:
Binanın tasarımı için açılan mimari yarışmayı neo-gotik tarzıyla Howells-Hood ekibi kazanmış. Malumunuz, Gotik mimari onikinci yüzyıldan itibaren Avrupa’da özellikle devasa katedrallerin inşasında tercih edilmiş. Arş-ı alaya yükselen, karşısındaki insana acizliğini hissettiren bu görkemli tarz Rönesans döneminde gözden ırak düşse de, 18-19. Yüzyıldan itibaren neo-gotik sıfatıyla arz-ı endam eylemiş.

İhtişamıyla etki bırakmak isteyen gotizmin gökdelen tekniğine uyarlanmasının başarılı bir örneği olan Şikago Tribün binası, özellikle üst katlarındaki payandaları ile diğer gökdelenlerden ayrışıyor:
Binanın bir diğer ilginç özelliği de, gazetenin efsane yöneticisi McCormick’in bir fikrinden doğmuş. McCormick, dünya sathındaki Tribün muhabirlerine, bulundukları ülkelerin kültürel miras niteliğindeki yapılarından birer parça getirmeleri ve bu parçaların binanın duvarında sergilenmesini istemiş:
Böylece “çorbada bizim de tuzumuz olsun, bir tuğla da sen koy” yaklaşımı ile, binanın dış cephesinde, giriş katı seviyesinde Çin Seddinden Berlin Duvarına, Paris Zafer Takından Kamboçya Angkor Tapınağına kadar onlarca tarihi eserden birer hatıra kondurulmuş:
Tabii benim gözüm hemen Süleymaniye Camii, Aya Sofya ve Birecik kalıntılarından gelen daşlara takıldı. Hadi Ayasofya’yı anladık da, teee Birecik antik şehrinde Chicago Tribune muhabirinin işi neydi? Bu manevi değeri büyük taşları kimden izin alıp götürdü? Bizlerin bile yolunun düşmediği bu vatan köşesinde Amerigan ajanları ülkemiz üzerindeki büyük oyunları mı sahneliyordu?

Milletçe meraklısı olduğumuz alaturka komplo teorilerinin şüpheciliğini bir kenara bırakırsak, karşımıza Şikago’nun sevilen spor spikeri Jack Brickhouse’ın büstü çıkacaktır. Canlı spor karşılaşmalarının sunumunda Halit Kıvanç (kadar olamaz tabii) ayarında şöhret yapmış olan bu abimiz Şikago halkınca pek sevilmiş.
Jack, Şikago’nun iki büyük beyzbol takımının (Cubs ve White Socks) maçlarını yıllarca büyük bir iştahla anlatmış olsa da, Şikago’nun spordaki büyük başarısı Şikago Öküzleri isimli basketbol takımıyla gelmiş. 1990’lara kadar nal toplyana Chicago Bulls, takıma Michael Jordan’ın katılmasıyla rüya kadroyu kurmuş ve 90’larda altı şampiyonluk kazanarak basketbol tarihine geçmiş.

Bilirsiniz, memleketimizde tekaüt futbolcular hemen bir kebapçı açarak girişimcilik alemine bodoslama dalarlar; Maykıl Cordın da Magnificent Mile üzerindeki en cillop dükkana bir etevi (steakhouse) açarak benzer adetlerin Amerika’da da geçerli olduğunu bizlere göstermiş:
Tabii Şikago kentimiz, spordan ziyade müzik dünyasında, özellikle caz ve blues müziğinin en önemli merkezlerinden biri olarak tanınır. Caz müziği, bildiğiniz üzere Louisiana-New Orleans kökenli bir akım ve caz müziğinin doğum yeri New Orleans’ın Storyville mahallesi olarak kabul edilir.

Storyville aslen Bentderesi benzeri bir batakhane olup oldukça genel nitelikteki evleri ile bilinirmiş. Ama aynı zamanda ilk baba cazcıların çalıp çığırdığı kulüpler de bu bölgedeymiş. 1917 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın şiddetlendiği ve ABD’nin Avrupa’ya gemi gemi asker sevkettiği bir dönemde, askeri birliklerin 5 mil yakınında kârhane bulunması ve askerlerin hayati kadınlarla tenasülü yasaklanınca tüm bölge kapatılmış ve tası tarağı, saksafonu trompeti toplayan cazcılar soluğu Şikago’da almışlar.
İlerleyen yıllarda Şikago, caz, blues, gospel ve rock müziğinin gelişiminde çok önemli bir merkez olmuş. Şehirde halen birçok caz kulübünde nefis canlı performanslar izlenebiliyor; ben ne yazık ki gidemedim, ama Şikago’daki “Blues Kardeşliği”nin sinema tarihindeki en yüce filme ilham verdiğini her daim savunurum: Blues Brothers!
Işığı gördüm!!!
Öncelikle şunu hatırlatayım; Blues Brothers sadece bir film değil; filmde de yer alan blues gönüllüsü Dan Aykroyd ve Jim Belushi’nin üyesi olduğu, albümler çıkarmış bir müzik grubu. Bu grup, 1980 yılında yaptıkları olağanüstü filmde, büyüdükleri yetimhanenin borçlarını ödemek için konser organize etmeye çalışan, Şikago polisi, Amerikan nazileri ve eski sevgililerini peşlerine takan iki müzisyeni canlandırıyorlar. Sinema tarihinin “hadi arkadaşlar, eski takımı topluyoruz” temalı ve araba kovalamalı en baba filmi olan Blues Brothers’da, Belushi’nin mistik bir aydınlanma yaşadığı ve kilisede harika bir dans sahnesiyle süslediği repliğini günde birkaç kez tekrarlarım: “I’ve seen the light!” (Işığı gördüm):
Merkezdeki Picasso heykelinin önünde sonlanan kovalama sahnesiyle şehrin altını üstüne getiren film, Şikago’nun sinema dünyasındaki tek temsilcisi değil. Holivud dünyasının çok sevdiği Şikago’nun başrolünde oynadığı onlarca unutulmaz film var tabii ki; en başta da şehrin adını taşıyan ve şov dünyasının acımasızlığını, şehrin sert geçmişini gözümüze sokan “en iyi film” oskarlı Şikago…

İçinden Şikago geçen film ve dizileri gözünüzün önüne getirdiğinizde, Wayne’nin Dünyasından Evli ve Çocuklu’ya kadar pek yahşi komediler, dramlar, bilim kurgular var. Ama Şikago ile en çok özdeşleşen filmlerden Casino, Capone, Dick Tracy, The Untouchables gibi filmlerin ortak noktasına baktığımızda karşımıza suç ve mafya çıkıyor.
Sinemada seyrederken kan tutması yüzünden bayılmanın eşiğinden döndüğüm Untouchables, Al Capone dönemini en iyi anlatan filmdir zannımca. Şikago’daki İtalyan mafyasının liderliğine yükselen Capone, özellikle ekonomik kriz ve federal içki yasağı ile oluşan piyasa boşluğu ve iş fırsatları sayesinde 1920’lerde Şikago’nun anasını bellemiş. Capone’un tarzını anlamak için sosyal medyada sık sık paylaşılan ünlü sözünü hatırlamak lazım: “Çocukluğumda bana bir bisiklet göndermesi için her gece tanrıya dua ederdim. Sonra tanrının çalışma tarzının böyle olmadığını anladım; bir bisiklet çaldım ve tanrıya günahlarımı bağışlaması için dua ettim”
Dönemin görkemli yapılarından Şikago Kültür Merkezi
Din ve dünya işleri arasındaki ilişkiyi mükemmelen açıklayan bu özdeyişin ışığında mafya alemlerine katılan Capone, içki kaçakçılığı ile büyük servet kazandı. Yasaklamacı, vergi artırıcı önlemlerle arz talep dengesini bozmanın sadece suç dünyasına yaradığını böylece anlamış olduk. Mu? Capone, durgunluk yıllarında işsiz ve sabıkalılara iş vermesi, fakirlere aş evi kurması ile halk arasında saygınlık kazandı, yerel yöneticilerle, medya ile sağlam ilişkiler kurdu ve Şikago camiasının (nispeten) saygı gören bir üyesi oldu.

Ancak mafya dünyası fazla insancıllık kaldırmaz; şehrin güneyini mesken tutan Capone, kuzey mafyası ile kanlı bir mücadeleye girdi. Rakiplerinin kafasını beyzbol sopasıyla dağıtması meşhur olan Capone, hayatta kalma kriterini şöyle özetlemiş: “Sabah bir kişiyle karşılaşırsam tesadüf derim; aynı kişiyi öğlen görürsem kuşkulanırım, akşam da karşıma çıkarsa tabancayı çeker vururum”
Mafya savaşları şiddetlendikçe, Capone vahşeti artırdı ve müsebbibi olduğu “Sevgililer Günü Katliamı”ndan sonra “halk düşmanı” ilan edildi. Gel gelelim, Capone oyunu çok iyi oynuyordu ve polis onu içeri tıkacak güçlü bir delil bulamıyordu. Capone, yasadışı kazandığı parayı legalize etmek, yasal alanda iş yapıyor görünmek için bir çamaşırhane (laundering) zinciri kurmuş; derler ki para aklama (money laundering) terimi buradan gelirmiş.

The Untouchables filmi, Capone’u ağa düşürmek için kurulan özel bir timin hikayesini anlatıyor. Filmin bir sahnesinde, ekipten bir polisi asansörün içinde haklıyorlar. Eleman ölmeden önce kanıyla asansörün dört duvarına 256 punto karakterlerle “UNTOUCHABLES” yazmayı başarıyor! Kullandığı kan miktarı ile 18 by-pass ameliyatının ihtiyacı karşılanırdı…
Filmde "çatışma sırasında basamaklardan yuvarlanan bebek arabası" sahnesinin çekildiği istasyon merdivenleri meşhur olmuştur ve Potemkin Zırhlısı'na bir selam çakar!  
Hemoglobini boş verip bilinen hikayeyi tamamlayalım; Capone’un işlediği onlarca bariz cinayetle ilgili geçerli delil bulamayan ekip, tırışkadan bir vergi kaçakçılığı mıdır, SSK primini mi yatırmayı unutmuştur, öyle bir maddeden adamı içeri tıkıyor ve Capone bir daha iflah olmuyor.

Tabii Şikago’nun evladı olan azılı suçlular Capone ile sınırlı değil; mesela bir Baby Face (bebek yüzlü) Nelson var ki, sokakta karşınıza çıksa yanağından makas alırsınız. Ama elemanın soygunlardan kaldırdığı paranın da, öldürdüğü polisin de hesabını tutabilen olmamış. İlerleyen yıllarda Şikago evladı Giancana, mafyöz operasyonlarını Meksika’dan İran’a kadar genişleterek küreselleşmiş. Şehirde özellikle gökdelenlerin tanıtıldığı mimari turlarından sonra en büyük ilgiyi rehberli mafya/suç alemi turlarının çektiği söyleniyor.

Vakti zamanında Capone’un kontrolünde olan şehrin güneyi, bugün daha ziyade zencilerin, alt gelir gruplarının yaşadığı kısım ve tüm Amerika sathında suç oranının en yüksek olduğu bölgelerdenmiş. Bugün bile Şikago’ya gidenlerin fazla güneye inmemesini, yoksa kıçındaki donu bile kaptırabileceği (canını kurtarabilirse ne mutlu) söylenir.
Şehrin güneyini bırakın, zengin kuzeyde bile bol miktarda evsiz görebiliyorsunuz :(
Şehrin kriminal tarihindeki hareketlilik, iş dünyası ve politikacılar arasındaki alengirli ilişkilerden dolayı şehre “windy city” (rüzgarlı şehir) dendiği iddia ediliyor. Bir diğer iddia da, şehirde kelime anlamıyla çok fazla rüzgar estiği, insanı dondurduğu için lafzen rüzgarlı şehir lakabını aldığı…

Tabii, şehrin ızgara yapısı planı ve yüce gökdelenleri yüzünden oluşan hava koridorları, sert geçen kış, gölün nemi vesaire birleşince insanı bezdiren bir soğuk ve rüzgar oluşuyor. Muş. Ben yaşamadım, ilkbaharda gitmiştim, ama hava halen keskin ve serindi. Chicago, “windy city” olarak bilinmesine rağmen, meteorolojik sıralamada rüzgar açısından oldukça gerilerde kalıyormuş. Bunun bir benzerini Seattle’da duymuştum; yağmurlu şehir diye şöhret yapmasına rağmen, yıllık yağmur cirosunda Amerika’da ancak dokuzuncu sırada geliyormuş.
Yani, lakap takma, kategorize etme, sınıflandırma ve sıralama konusuna çok meraklı olan Amerikalılara fazla güvenmemek lazım; bir beldenin namının yürümesi, ona turistik bir değer katması için olayı abartmaya meyilliler.
Rüzgar esmemesi mümkün mü burada?
Şikago’nun bir diğer “abartılı” lakabı da, Amerika’daki Polonya gibi bir şey; şehirde hatırı sayılır bir Polonya kökenli nüfus olduğundan, hatta Varşova’dan sonra ikinci en büyük Polonyalı nüfusunu barındırdığından söz edilir. Şehirde gerçekten de önemli bir Leh nüfus var; teee 1837 yılında Polonya’daki “Kasım Ayaklanması”nın ardından buraya epey bir Leh nüfus gelmiş. Tabii ardından eşini dostunu yanına çağıranların sayesinde demografik yapı Leh nüfus leh’ine gelişmiş. Bugünlerde Şikago’nun nüfus yapısında Polonya, Alman ve İrlanda kökenlilerin aşağı yukarı eşit sayılarda olduğu tahmin ediliyor; tabii ki Çin Mahallesi, Yunan Mahallesi vb. de eksik değil.
Bozkırda yetişen yabani soğan ile başlayan Şikago serüvenimizi, dünyanın en modern, gelişmiş kültür, finans ve ticaret merkezlerinden biri ile noktaladık. Daha 150 yıl öncesine kadar soğandan başka bir şey yiyemeyen ahali, bugün dünya mutfağının en seçkin örneklerini sergileyen yüzlerce lokanta arasında seçim yapmakta zorlanıyor… Ama Şikago ile en çok özdeşleşmiş yiyecek, Şikago pizzası:
Sizi epeydir gezdiriyorum, acıkmışsınızdır, bari heybetli bir pizza ile kapanışı yapalım. Ancak sizi uyarayım; herhangi bir pizzacıya gittiğinizde menüde yazan “18 cm/21 cm/24 cm” gibi ölçüler pizzanın çapını gösterir. Şikago’da ise 21 cm. pizzanın kalınlığını ifade eder. “OHA” dediğinizi duyar gibiyim, çünkü pizza önüme geldiğinde ben de demiştim… Pizzanın kalınlığı sadece hamura abanmalarından değil, aşırı cömert peynir ve domates sosu kullanmalarından ileri geliyor. Sizi temin ederim ki, pizzanızı yedikten sonra havaalanına gidip uçağa binin, Türkiye’ye inene kadar karnınız acıkmayacaktır! Uçakta açın Blues Brothers filmini, eşlik edin şarkımıza, Sweet Home Chicago!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago'da "Dönen Dolaplar"