Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

“Eli, Eli, lama sabachthani?” veya “My God, my God, why hast thou forsaken me?” ya da Türkçe çevirisiyle “Tanrım, tanrım, beni niye terk ettin?” çığlığı, Hristiyanlık hakkında az biraz bilgisi olan her dünya vatandaşının kulağına çalınmış meşhur bir incil ayetidir. Dünyanın en meşhur hayat hikayelerindendir; “gerçek Yahudilik bu değil” diyerek büyük bir mesihlik ve reformasyon mücadelesine giren İsa (evet, İsa Yahudidir, hayatının hiçbir döneminde Hristiyan olmamıştır, ama sakın bunu Hristiyanlara söylemeyin), büyük Yahudi tapınağına ayakkabılarıyla girmiş, ortalığı bir birine katmış, diğer Yahudi din adamlarının şikayeti üzerine tutuklanmış, Roma valisi tarafından bölücülük ve dini değerleri tahkir vesaire suçlarından idama mahkum edilerek çarmıha gerilmiştir. (İsa’nın son günlerini en iyi anlatan sanat eseri, Tim Rice ve Andrew Lloyd Weber’in Jesus Christ Superstar rock operasıdır, çok ciddiyim)

İsa'nın son günlerini Jesus Christ Superstar Rock Operası'ndan dinleyin, Life of Brian filminden izleyin...

İsa, çarmıhta ölümü beklerken tam dokuzuncu saatte (düşün bak, dokuz saattir çarmıha mıhlanmışsın) tanrıya bir sitem yollar ve niye terk edildiğini sorar. Düşünsenize, koskoca Tanrı’nın oğlu (bizce haşa, Hristiyanlarca şüphesiz) dokuz saattir korkunç bir ızdırap çekmekte ve yukarıdan en ufak bir ses çıkmamaktadır. İslama göre bir sorun yoktur; çünkü Tanrı gerçek/insan İsa’yı yanına almış, ona benzeyen bir günahkarı çarmıhta bırakmıştır. Yahudiler için de sorun yoktur; çünkü onlar için İsa, ortalığı karıştırıp Kudüs’teki büyük tapınaklarının yıkılmasıyla sonlanacak felaketin müsebbibi bir meczuptur. Panteist, deist ve saire inancındakiler için de sorun yoktur, çünkü onların tanrı inancı hayata, evrene müdahale edip oğlunu ve/veya kendine inananları kayıran bir yaratıcıyı reddeder.

Ama, Hristiyanlar için çok, ama çok büyük bir sorun vardır. Düşünsenize, Tanrı kendi oğlunu insanlığa bir mesaj vermek üzere dünyaya gönderiyor. Nankör herifler onu alıp çarmıha geriyor. Aradan dokuz saat geçmiş, çivilenmiş bir şekilde acı çekiyorsun ve yukarıdan hiç bir tepki yok. Halbuki Hristiyan inancı, dünyanın tanrı ile şeytan arasında bir savaş alanı olduğuna, iyilerin sonunda kazanacağına (burası spoiler oldu), tanrının da İsa lehine tarihe müdahale ederek kendi krallığını kuracağına iman etmiş. Peki o zaman İsa neden çarmıhta ızdırap çekmekte? İşte Hristiyan kilisesi, din adamları, filozoflar, teologlar ve alayı, bu durumu açıklayabilmek için yüzyıllardır onbinlerce cilt eser kaleme almış, hayal gücüne taklalar attırarak ilk günah ve kefaret öğretisinden, şeytana ödenen fidye ve bizzat tanrının lütuf ve fedakarlığına kadar nice açıklamalar sunmuşlardır.

Yine de insanoğlu bu açıklamalardan tatmin olmuş mu? Pek sayılmaz… Ama, kısa zaman önceye kadar resmi dini söyleme inanmamak, kellenizin uçmasına, ateşlerde yakılmanıza, derinizin yüzülmesine falan yol açtığı için kimsenin sesi çıkmıyordu. Ancak Son 2-3 asırdır insanlar edebiyat, resim ve benzer sanatlar yoluyla, metafor ve benzetmeler, sembol ve imalar ile tanrının sessizliği ve iman sorunlarını açığa vurmaya, ucundan azıcık hissettirmeye başlamış. 20. Yüzyılla beraber sinema sanatı da zaman zaman konuya eğilmiş ve çok güzel eserlerle konuyu deşmiş. Ben de tanrının suskunluğu kaynaklı iman sorunsalı ile ilgilenen filmlerden beğendiklerimi listeleyeyim istedim, ola ki seyredersiniz (tabii bunlar ailecek TV başına oturup çekirdek çitleyerek izlenesi filmler değil, sonra bana kızmayın cumartesi gecemizi mahvettin diye 😊)

DIary of a Country PrIest- Eğer siz de benim gibi Robert Bresson'un Karakaçanlı filmiyle pek anlaşamadıysanız, bu eserini mutlaka izleyin. Genç, idealist bir rahip yeni atandığı kasabaya gelir. Kendince, İsa gibi bir hayat sürecek, takva sahibi, mütevazi bir din adamı olacaktır. Ama bazı inanç farklılıklarına sahip kasaba halkı ve özellikle bölgenin zengin, etkili ailesi onun bu idealistliğini tuhaf bulacaklardır. Üstüne bir de giderek kötüleşen bir karın ağrısı eklenince, genç rahibimiz "bir dakika yahu, n'oluyoruz, benim gibi bir müminin bu çektikleri reva mı?" diye düşünmeye başlar...

NAZARIN – Louis Bunuel, burjuvazinin gizli çekiciliğine kapılmadan önce bir dönem inancı ve tanrı ile bağı konusunda çalkantılı bir dönem yaşamış ve Meksika günlerinde çektiği Nazarin ile içinde kopan fırtınaları beyazperdeye yansıtmış. Nazarin’de yine, fakir ama erdemli bir hayat süren bir taşra rahibi olan Nazario’yu takip ederiz. Hikayesi tabii ki İsa’ya çok benzer; uzun bir yolculuğa çıkan Nazario, hastaları iyileştirdiği mucizeler, yöneten/çalışan kesim arasındaki gerilimler, Magdalena’yı andıran fahişeler, acı çeken hayvanların arasından geçerken inancı da büyük bir sınav verir. Peder, bir taraftan vicdanının sesine kulak verirken, diğer taraftan da göklerden gelecek ilahi bir mesajı beklemektedir. Sanki. Bunuel bu, ne demek istediğini öyle kolayca anlamak zordur.

ORDET – Danimarkalı büyük yönetmen Carl Theodore Dryer’in bu nefis filmi aynı zamanda siyah beyaz sinematografide bir zirvedir. Üç oğlan evladının yaşadığı bir evde geçer ve çocuklardan biri tamamen inançsız iken, kafayı Kierkegaard’a takmış bir diğeri ise kendini İsa sanacak kadar inançlıdır. Danimarka taşrasında yeni bir hayat tarzı yeşermeye başlamış, inanç kavramı yeniden tanımlanmaktadır. İsa olduğuna inanan kahramanımız, sürekli etrafını ve inancını sorgular, hatta İsa’nın mucizelerini gerçekleştirmeye çalışır. Bir mucize, eğer çok inanıyorsan gerçekleşmiş sayılabilir zaten, değil mi ama? Ne demek istediğimi anlamak için sizi filme alalım…

ANDREI RUBLEV - Andrei Tarkovski, 15. yüzyılda yaşamış, kilise ikonografı aziz Andrei Rublev'in hayatını anlattığı bu epik filmde sadece Rublev'in imanını ve tanrıyı sorgulamasına yer vermez. Dönemin askeri, toplumsal birçok gelişmesine, işgallere, katliamlara, değişik inançlara şahit oluruz. Kilise duvarlarını kutsal resimlerle bezemek için ilahi bir ilhama ihtiyaç duyan Rublev'in meslektaşları ile iman, kader, günah, tanrının işleri, nihai yargılanma ve benzer konulardaki sohbetlerine kulak verdiğimizde, hem Rublev’in, hem de adaşı yönetmenimizin arayış ve endişelerini izleriz.

WINTER LIGHT - Ingmar Bergman'ın, inancı ve tanrının sessizliğini sorgulamadığı bir tane bile filmi yoktur. Hangi birini yazayım? Öyle ki, tamamen tanrı-insan ilişkisi üzerine bir üçlemesi bile vardır. Hele ki bu üçlemenin göbeğindeki Winter Light, tamamen inanç krizine düşmüş bir rahibi izler. Film buz gibi bir iskandinavik coğrafyada, depresif bir atmosferde ilerler. Peder Tomas'ın cemaati, dünyadaki kötülüklerden örnekler vererek tanrının dünyayı gözden çıkardığını ve terk ettiğini düşünmektedir. Bunu pederin kafasına vura vura sonunda onu da dinden imandan ederler. Peder, artık tanrının niye kendilerini duymadıklarını, İsa'nın çarmıhta çektiği ızdırabın anlamını sorgulamaktadır. Bergman’ın vicdanında kopan inanç fırtınaları ilginizi çektiyse Seventh Seal, Through A Glass Darkly, The Virgin Spring seyredilir.

The Last Temptatıon of Chrıst - Martin Scorsese, inancın yorumu, İsa'nın hikayesi, fedakarlığı ve tanrının İsa üzerinden planına oldukça kafa yormuş bir yönetmen. Bu yüzden, büyük bir riske girip Kazancakis'in kilise tarafından lanetlenen büyük eserini sinemaya uyarlamış. Filmde İsa'nın çarmıha gerilmeye kadar giden hayat hikayesinden sonra büyük bir twist görüyoruz; film boyunca çeşitli günah ve ayartmalara karşı ilgisiz kalmayan, aslında gayet insani tepkiler veren İsa, koruyucu meleği (belki de şeytanı?) yardımıyla çarmıhtan inip, gizlice sevgilisi olduğu iddia edilen Mary Magdalena'nın yanına döner ve çoluk çocuğa karışır. Ama insanca yaşama isteği de bir günaha çağrıdır ve tanrının planı gereği bunu da aşması gerekmektedir.

William Dafoe, çenesi ve İsa

FIRST REFORMED - Scorsese'nin filmi için Kazancakis’in kitabını senaryolaştıran usta sinemacı Paul Schrader, kendisi de inanç ve tanrının sessizliği üzerine bir film çeker. First Reformed, konusunun hassaslığı itibariyle pek ses getirmese de, bence oldukça başarılı bir film. Unutmayın ki Taxi Driver’in da senaristi olan Schrader Robert De Niro'nun inanç krizini de pek güzel betimlemişti. Filmde, New York'da bulunan ve artık turistik bir müzeye dönüşmüş (Tanrı’nın unuttuğu) eski bir kilisenin rahibini tanırız; Winter Light'taki kahramanımız gibi hayattan çok çekmiştir ve anlam veremediği bir varoluşun içindedir. Yeni bir film olduğu için, geleneksel temamıza iklim değişikliği, eko terörizm gibi güncel konular da eklenir; tanrıdan beklediği ışığı göremeyen rahibimiz, varoluşsal tepkisini anarşist bir eyleme dökerek biraz daha sert bir şekilde gösterecek midir?

SILENCE - Martin Scorsese üstadımız, İsa'nın hikayesinden sonra da tanrının sessizliği ile ilgili endişelerini giderememiştir. Bu sefer, Hristiyan bir Japon edebiyatçının kitabını sinemaya uyarlar ve konuya kafadan girer: Silence! Sessizlik ile ne kastedilmektedir? Tabii ki tanrının Hristiyan kullarına karşı, inananların bir türlü anlam veremediği sessizliği. Filmde, Shogun döneminde Japonya'da yaşayan Portekizli Cizvit misyonerleri takip eden Japon Hristiyan azınlığa yapılan baskı ve eziyetleri izleriz. İki cizvit rahip, baskılar sonucu dinden döndüğü söylentileri dolaşan ve kilisede büyük hayal kırıklığına sebep olan Peder Ferreira'yı bulup gerçeği öğrenmek üzere gizlice Japonya'ya gider ve vahşete tanık olur. Sonunda kendileri de yakalanırlar ve hayatlarının bağışlanması için inançlarını reddetmeleri istenir. Hatta, Japon Hristiyanların hayatının bağışlanması da onların dinlerini terk etmesine bağlıdır. Ama inancına sırtını çeviren bir insan için yaşamaya değer bir hayat kalır mı? Tanrının ordusuna kaydolup şeytana karşı savaşan imanlılar korkunç bir işkence çekip tanrısına feryat ederken niye bir cevap alamamaktadır? Bu vahşete karşı tanrı niye sessizliğini bozmamaktadır? Yoksa Tanrı‘nın sözü ve sesi sessizlik midir? (Müthiş laf yumurtladım)

Japon İşi Çarmıh

Dikkat ederseniz, filmler batı kiliseleri (Katolik/protestan) dünyasından. Bunun da sebebini, aynı konulara kafa yoran bir diğer büyük yönetmen olan Lars Von Trier’e soralım. Bu yazı dizisinde ona da yer verecektim, ama üstad bu konular etrafında her zaman dolansa da, inanç krizi ve tanrının sessizliği konusunu odak almış diyebileceğimiz bir filmi yok bence (Dogville var tabii, ama daha değişik temaları kurcalıyor). Bir filminde yer verdiği şu replik, doğu ve batı kiliseleri arasındaki farka ve batı Hristiyanlığının çarmıh, acı ve kefaret takıntısına cevap olabilir:

“Bugün Ortodoks ve Katolik olarak adlandırdığımız doğu ve batı kiliseleri 1054 yılında ayrıldı. Tipik bir doğu kilisesi ikonunda çoğunlukla Bakire Meryem ve çocuk İsa’nın betimlendiğini görürsünüz. Çarmıha gerilme ise genellikle Batı Kilisesi’nin konusudur. Bu yüzden Doğu Kilisesi saflık ve mutluluğun kilisesi, Batı Kilisesi ise acı ve ızdırabın kilisesidir. “

Not: Yazıyı yazdıktan sonra Japon sinemasının çağdaş yönetmenlerinden Shinji Aoyama'nın 2005 yılında "Eli, Eli, lama sabachthani" isimli bir film yaptığını öğrendim ve hemen gidip baktım. Pek eşe dosta tavsiye edebileceğim bir film değil, çok deneysel ve uçuk, ayrıca filmin, çok iddialı başlığı ile ilgisi olduğunu söylemek zor. Ancak konu ilginç ve güncel; insanları intihara sürükleyen çok ölümcül bir virüs salgınında, post-punk/endüstriyel müzik yapan bir grubun müziğini dinleyenlerin sağ kalabildiği anlaşılıyor. Grup üyeleri de kendini doğaya salmış, değişik sesler kaydedip orijinal sound yaratan gubidik enstrümanlar tasarlayarak günlerini geçiriyor. Falan. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"