Çölde Safari

Deveden İnip Cipe Binmek

Safari kelimesi aslen Swahili kökenli olup “uzun yolculuk” anlamına geliyormuş. Safari, uzun yıllar Afrika’da yapılan keşif, avcılık ve macera amaçlı, uzun metrajlı seyahatleri tanımlamak için kullanılmış. Safari denildiğinde akla vahşi hayvanlar, haki şortlar, gece kurulan çadırlar ve beyaz adama hizmet eden yerli Afrikalılar gelmiş. Ama teknolocinin gelişmesiyle safarinin içine helikopterler, cipler, butik oteller girip mertliği bozmuş.

Safari terimi bugün oldukça sulanmış bir şekilde kitle turizminin hizmetinde; sözcüğün fonetiğinde yatan gizem, dört saatlik bir dört çeker gezintisini bile “safari” olarak etiketleyip heyecanımızı tetikliyor. Belki de, bugün ciple dört saatte gittiğiniz mesafe, bundan yüz yıl önce dört günde alınabiliyordu; bu yüzden de “safari” teriminin kullanılmasında sakınca görülmedi.



Günümüzün safari seçeneklerinden bir enstantane...

Konuya uzun bir girizgah yaptıktan sonra sadede geleyim; Dubai’de kaldığım sürede çölde bir gezinti yapmak, kumlara ayağımı basmak farz oldu tabii ki. Vakit az, bir deveye binip günlerce yol alma imkanım yok; bu yüzden kardeşimle beraber çölde safari turları düzenleyen şirketlerden birine kaydolduk. Beklentim yüksek değildi, ciplere binip çöle çıkacağız, kum tepeleri arasında hoplayacağız, akşam gün batımı, çölde bir yemek ve eve dönüş...

Ciplerimize binip Dubai şehir merkezinden uzaklaşmaya başladıkça, çölün de Dubai’nin çılgın inşaat projelerinden yavaş yavaş nasibini almaya başladığını gördük. Medeniyet çölün içine doğru ilerliyordu; neyse ki cipimiz daha hızlıydı ve bir süre sonra asfalt yoldan ayrılıp kum tepelerinin ortasında bir bölgeye geldik.



Çölün ortasında, vaha olması gereken yerde şantiye...

Çöl genelde insanlarda kısırlık, kuraklık, monotonluk, dayanılmaz sıcaklık benzeri, genelde olumsuz imgeler uyandırır. Ama çölde yaşayanların çöle karşı büyük bir tutku duyduklarını, çöle derin bir saygı ve sevgiyle yaklaştıklarını, çölde engin bir sükunet ve dinginlik yakaladıklarını okumuştum.



Ben de cipten inip çöle adım atar atmaz bu duyguyu hissettim desem... yalan olur, sizler de “çüş” dersiniz, ama çok da sıcak olmayan bir havada, yumuşacık kumların üzerine basıp, ayak bileğime kadar gömülerek bir kumula tırmanmaya çalışmak çok keyifliydi.



İlk aklıma gelen, çöl insanlarının nasıl olup da kervanlarıyla birlikte günlerce çölde yürüyerek yol aldığı oldu. Sanırım develer için çölde yürümek daha kolay olmalı, bir şekilde ayak ve toynak yapılarından dolayı kuma fazla batmıyor olmalılar; ama çölde yayan yürümeye çalışmak, her adımda kumların içine batmak 10-15 dakika sonra insanın pilini bitiriyor!

Kumlara uzanıp düşüncelere daldığınızda, bu kadar sabit ve monoton görünen bir coğrafya parçasının aslında ne kadar dinamik ve değişken olduğunu bilmek insanı hayrete düşürüyor. Her daim esen şiddetli rüzgarlar ve ölümcül kum fırtınaları sonucu çöller sürekli bir değişim içinde; kum tepecikleri köşe kapmaca oynuyor sanki, kerteriz alabileceğiniz bir nokta bulmakta zorlanıyorsunuz.



Rüzgarın yumuşacık kumlar üzerindeki sanatı...

Ve buna rağmen insanlar Büyük Sahra gibi Türkiye’nin onlarca katı büyüklükteki çölleri aşmayı, yol üstündeki su kuyuları ve vahaları bularak, geceleri yıldızlardan faydalanarak yollarını kaybetmeden ilerlemeyi başarıyor...



Çöl felsefesi yaparken...

Diye düşünürken, cipimizin şoförü olan arkadaş beni dürterek hayallerimi bir kum tepeciğine gömüyor. Bakışlarındaki ifade, “ulan, altı üstü Dubai’nin 60 kilometre güneyinde bir çöl parçacığında 3-4 saat dolaşmaya geldin, amma çöl felsefesi yapıyorsun” der gibi... Adama hak veriyor, yumuşacık kumlardan gerinerek kalkıp cipteki yerimi alıyorum.

Az sonra bir modern zamanlar kervanı halinde yola koyuluyoruz. Bundan belki yüz sene önce, yüz tane devenin peş peşe yola koyulduğu kumullarda yüz tane cip peş peşe vites büyütüyoruz. Kumlara gömülmemek için tekerleklerin havası bir hayli indirilmiş, şoförümüz cipin beygir gücüne yüklendikçe kumları savurarak ilerliyoruz.



Katıldığımız turun tanıtım sayfasında hamilelerin, küçük çocukların, yaşlıların tura katılmaması tavsiye ediliyordu. Az sonra sebebini anlıyoruz; çünkü sürücümüz cipin sınırlarını zorlayarak dimdik kum tepelerine tırmanmaya, zirveden baş aşağı inmeye, 45 derecelik eğimlere paralel ilerleyerek şakülümüzü kaydırmaya çalışıyor.



Çocukken Ankara’da lunaparkta bindiğim bugi bugilere (öyle mi deniyordu?) benzer bir lezzeti yaşayarak, içimizin dışımıza çıkmasına ramak kalarak ilerliyoruz. Ne yalan söyleyeyim, doğrusu epey eğleniyoruz, sürücümüzün araziyi iyi tanıdığını, hızla tırmandığı tepelerdeki eğimin cipi tolere edeceğini varsayıyoruz. Her ne kadar şiddetli kum fırtınalarının ardından yüzey şekilleri büyük ölçüde değişebilse, dünkü küçük kumulun yerine bugün dev bir tepe gelme ihtimali bulunsa da adama güvenmek zorundayız.



Az sonra cipimiz çöl ortamında yerini aldığı, tahtından ettiği hayvanları görünce mola veriyor. Çekirdek bir deve ailesine rastlıyoruz ve yavru develerin ne kadar sevimli olabileceğini görüyoruz.




Develer manidar bir bakışla bizleri süzüyor. Cipleri görünce “Bizi ekmeğimizden ettiniz şerefsizler” veya, “sayenizde çöllerde koşuşturmaktan kurtulduk, şimdi kebap yapıyoruz” düşüncelerinden hangisi ağır basıyor, kestiremiyorum. Ama yine de çöllerin eski ve yeni efendilerinin yan yana görüntüsü hoş bir kontrast oluşturuyor.



Toyota Land Cruiser ve kısa camel...

Midelerimiz yerine oturunca tekrar yollara koyuluyoruz. Pakistanlı şoförümüzle “dost ve kardeş ülke” muhabbetimizin verdiği gazla kum tepelerine saldırıyor, devrilmenin sınırlarından dönerek koltuğumuza yapışıyoruz. Güneşin batmasına yakın bir mola daha vererek yumuşacık kumlara gömülüyoruz yeniden...





Güneş iyice alçalarak kum tepelerini kızıla boyuyor. Önümüzde sade ve etkileyici bir manzara, kumlara gömülerek tepeler arasında dolaşmanın keyfini çıkarıyoruz. Ara sıra tepelerin ardından gelen bir motor uğultusu ve takiben önümüzden uçarak geçen çeşitli arazi taşıtları çölün dinginliğine dingillik katıyor! Sizi dingiller sizi...




Çevremdeki Türk arkadaşları “Buralar çöl kobralarının yumurtlama sahası, fazla uzaklaşmayın” diye korkuttuktan sonra (benim gibi bir adama niye inanırlar ki?) ciplere binip tur şirketinin çöl ortasında kurduğu kamp alanına varıyoruz. Burada akşam yemeğimizi yiyecek ve oryantal şovlar izleyerek binbir gece masallarının tadını yakalamaya çalışacağız.



Arap çöllerinde Türk işi döner dürümlerimizi elimize alıp geniş sahnenin çevresine diziliyoruz. İsteyenler çölün ortasındaki birkaç yüz metrekarelik bu serbest bölgede içkilerini de alabiliyorlar. Arap yarımadasında olmamıza rağmen şeriat parmak kesmiyor; galiba sadece ramazanda içki satışı ve göbek dansına ara veriyorlarmış.



Derken, dansözümüz sahneye fırlıyor, biz de öncesinde kendisine fazla yaklaşmamak, sahneye fırlayıp elleşmemek konusunda uyarılıyoruz (acaba daha önceleri para sıkıştırmak isteyen vatandaşlarımız mı oldu?)



Dansözün kıvrak gösterisinin ardından, sahneye Kaptan Filanca isimli erkek dansçı tanura dansını icra etmek için çağrılıyor. O da nesi diye düşünürken, rengarenk kıyafetler ve uzun etekler içinde bir dansçı sahneye çıkıyor. Çok hareketli ve hızlı ritmli bir müzik eşliğinde dönmeye başlıyor, dönüyor, dönüyor ve...



Ve yaklaşık 20-30 dakika boyunca kendi etrafında dönüyor! Dönerken elindeki renkli tepsilerle çok ilginç bir koreografiye imza atıyor, döndükçe etekleri havalanıyor, açılıyor, saçılıyor, rengarenk bir renk cümbüşü, kaleydoskop benzeri bir manzara müziğin temposuyla hızlanıyor.



Çölün ortasında, turistik bir tesiste hiç beklemediğim kadar etkileyici bir dans gösterisi seyretmenin keyfini sürüyorum. Yarım saate yakın, çok hızlı bir tempoda, üzerinde tahminen 10 kilogramlık elbiselerin ağırlıyla dönen elemanımızda en ufak bir yorgunluk, baş dönmesi emaresi yok!

Sonradan öğrendiğime göre Tanura, Mısır kökenli olup tüm Arap yarımadasına yayılmış bir dans. Anadolu’daki mevlevilerin sema gösterilerinin Arap versiyonu olarak adlandırabiliriz kısaca. Ancak, bizim topraklardaki semalardan aşina olduğumuz ney ağırlıklı sakin müzik, dingin dans, beyaz ve sade giysilerin yerini son derece renkli ve gösterişli kıyafetler, hareketli bir müzik ve hızlı bir dönüş temposu almış...



Tanura gösterisi bittiğinde kan ter içinde kalan dansçımız Kaptan Filancayı hak ettiği alkıştan esirgemiyoruz. “Yahu, üzerindeki o bilmem kaç kiloluk etekle nasıl dans ediyor” diye düşünürken kaptan zihnimi okuyor. Zaten bu gibi durumlarda bahtsız çöl bedevisi şansına sahibim; yaklaşık ikiyüz kişilik topluluğun ortasında kaptan gözlerini bana dikiyor, yanıma gelip kolumdan tutarak zorla sahneye sürüklüyor... Anlaşılan bu geceki kurban benim ve “o etekle nasıl dönülür” şeklindeki merakımın cevabını bulabileceğim...



Konsantre tanura dansı dersleri alırken...

Eteği kafamdan geçiriyor ve omuzlarım çöküyor! Lunaparklardaki balerinaların minyatürü gibi görünüyorum, bana kısaca nasıl döneceğimi açıklıyor ve müzik başlıyor... İş başa düştü, yetmiş iki milletten turistlerin coşkulu alkışlarıyla fırıl fırıl dönmeye başlıyorum, kaptana “yeter mi” diye yalvardıkça “yetmez” diyor ve ritm hızlanıyor! Bir-birbuçuk dakika sonra pes ediyorum, ve başarılı bir şovun ardından, hiç yalpalamadan gururla yerime dönüyorum.



Benden sonra sahneye bir kişiyi daha çağırıyor; bu seferki kurban genç, oldukça atletik, havalı bir arkadaş. Ancak dönmeye başladıktan 15-20 saniye sonra yere yığılınca kendimle gurur duyuyorum; acaba Türkiye’ye dönüşte Galata Mevlevihanesinin hızlandırılmış kurslarına yazılsam mı?

Gösterilerin ardından ciplerimize binip zifiri karanlıkta safariye devam ediyoruz. Sadece farların ışığında kumulların üzerinde zıplamak daha bir korkutucu, ama Pakistanlı şoförümüz kendinden emin... Ayağını gazdan çekmiyor, çünkü yavaşlarsa kumlara gömüleceğimizi söylüyor. Nitekim az sonra bir diğer cipi kumların ortasında debelenirken görünce haklı olduğunu anlıyoruz.



Az sonra asfaltın konforuna tekrar kavuşuyor ve Dubai’ye doğru gazı köklüyoruz. Bir süre sonra Dubai gökdelenlerinin sayılı lambalarının ışıltısı, gökyüzündeki sayısız yıldızın ışıltısını bastırıyor. Çölün dinginliğinin yerini Dubai’nin vaveylası alıyor. Ama yine de “çakma” safarimize çıktığımız için memnun muyuz, memnunuz; tavsiye eder miyiz, ederiz!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"