Kuş Cenneti ve Cennet Kuşu

Kuş cenneti denildiğinde, hakkın rahmetine kavuşan, hayatında hep sevap işlemiş, haramdan uzak durmuş kuşların, sapan korkusu olmadan ebediyen yaşayacağı bir öbür dünya lokasyonu akla gelmez; onun yerine, okkalı bir kuş nüfusu barındıran, genelde sulak arazi parçalarına “kuş cenneti” deriz. Örneğin, eşek cenneti öyle değildir...

Kuş cennetleri haliyle yerleşim yerlerine bir miktar uzaktır. Hele Ankara gibi kurak bir memleketin çok yakınında kuş cenneti bulmayı beklemek pek gerçekçi olmaz... Ama yanılıyorsunuz! Ankara’ya yaklaşık 100-110 kilometre mesafede, hem de ulaşımı çok rahat bir kuş cenneti olduğunu biliyor musunuz?




Kuş Cennetine ev sahipliği yapan bölge, olağanüstü jeomorfolojik yapısıyla gözlerimizi okşuyor...

Bir sabah erken Ankara’dan Ayaş-Beypazarı istikametinde yola çıktınız, Ayaş’tan dut, Beypazarı’ndan da Beypazarı kurusu takviyesi yaptınız, bir süre sonra bacasından duman tüten Çayırhan termik santralini gördünüz.



İlginçtir ama, kuş cennetine yaklaştığınızı termik santralin bacaları müjdeliyor...

Bir termik santralin çok yakınında kuş cenneti bulmak size absürd gelebilir, ama yola devam ediniz. Az ileride, sağınızda kalan bir “dağ” kuş cennetine geldiğinizi müjdeleyecektir. Doğru dağ”ı gördüğümü nasıl anlayacağım diye endişelenmeyin; muhteşem bir renk cümbüşüne bürünmüş, kasım kasım kasılan tepeyi gördüğünüzde şüpheye mahal kalmayacak.



“Kuş Cenneti” olarak tescillenen sulak havzayı kuzeyden kuşatan tepeler erozyon felaketinin en çarpıcı örneklerinden. Buna rağmen, üzerinde bir ot parçası bile kalmamış tepeler insanı güzelliğiyle dehşete düşürüyor. Toprağın barındırdığı minerallerin değişik katmanlarda gofret gibi üst üste dizilmesi sayesinde çıplak tepeler öylesine bir renk cümbüşüne bürünmüş ki, “her erozyon bu kadar güzel görünse, yer üstünde ağaç komam” diye düşünebilirsiniz.



Buralara kadar direksiyon salladıktan sonra tek bir kuş göremeseniz bile, bu muhteşem doğal oluşumu görmek için yorulduğunuza değecektir. Gözünüzü rengarenk tepelerden biraz daha aşağılara kaydırdığınızda, kuş cennetine ev sahipliği yapan, Sakarya nehri ile Kirmir ve Aladağ çaylarından beslenen sazlık ve geniş bir sulak alanı göreceksiniz.



Havza 1994 yılında “kuş cenneti” olarak tescillenmiş ve koruma altına alınmış. Karayolunun biraz aşağısına bir kuş gözlem evi yapılmış ve bölge kuş meraklılarının akınına uğramış. Şu anda Kuş Cenneti 150’den fazla kuş çeşidine ev sahipliği yapıyormuş.



Kuş cennetinin hurilerinden bir demet...

Bana öyle dik dik bakmayın, ornitolojiden ancak bir serçe ile bir kartalı ayırt edebilecek kadar anlarım. Ornitolojinin kuş bilimi olduğunu bile kuş cenneti sayesinde öğrendim. O yüzden 150 çeşit kuşu ayırt etmek, gözlemlemek, resimlemek falan beni çok aşar. Ama kendi çapımda cennetin keyfini sürmemi de kimse engelleyemez...

... diye düşünerek gözlem evinin terasına çıkıyorum ve fotoğraf makineme takılı 18-200 mm. objektifimle gurur duyarak birkaç resim çekiyorum. Az sonra yanıma bir baba oğul geliyor; ikisinin de ellerinde nah bacağım kadar objektif takılı birer kamera... Adam bazukaya benzer kamerasını kuşlara doğrultarak çataçataçata resim çekmeye başlıyor. Ben elimdeki Nikon D50 gövde ve üzerindeki 18-200 objektif ile, cep telefonuyla resim çeken bir çocuk gibi kalıyorum.



Her şeye rağmen içinden kuş geçen birkaç resim çektim :))

Az sonra adam gülümseyerek yanıma geliyor... Ben utanç içinde, elimdeki makinayı nereye saklayacağımı düşünerek “Hay Allah, gelirken bizim ufaklığın kompakt makinasını almışım, keh küh” diye geveliyorum. Ornitolog abimiz, bir rambo edasıyla elindeki roketatarını yere indiriyor, çektiği resimlere beraber bakıp takdir ediyoruz ve sohbete başlıyoruz.



Kuş cennetinde en bol göreceğiniz kuşlar balıkçıl varyasyonları...

Muhterem abimiz benzer bir ekipmanı oğluna da düzmüş, ve her hafta sonu Ankara yakınlarındaki (ve uzaklarındaki) sulak alanlara giderek kuş resmi çekiyorlarmış. Adam kuşların hepiciğini ismiyle biliyor, havada uçan her kanatlıyı bana tanıştırıyor: “Bak, şurada bir kızıl şahin var, az ilerideki küçük beyaz balıkçıl, ŞAKŞAKŞAKŞAK (objektif efekti), şuradaki gökkuzgun (ŞAKŞAKŞAK), yüksekten geçen de kum kırlangıcı (ŞAKŞAKŞAK)”

Sağolsun, bir yandan fotoğraf çekerken, bir yandan da benim gibi bir cahili bilgilendirmekten geri kalmadı. Ben de sayesinde “bilinçli” bir kaç çekim yaptım, bir alaca balıkçıl yakaladım örneğin...



Mola vermiş bir Alaca Balıkçıl

Az sonra abimiz asıl geliş amacını açıkladı; tam bu günlerde bölgede bulunan ve nesli azalmakta olan Mısır Akbabasının peşindeymiş. Oğluna seslenip Beypazarı çöplüğüne gitmek üzere yola koyulmaları gerektiğini söyledi; çünkü öğleye doğru hava ısınınca, çöplerdeki leşler iyice kokuşacak ve Mısır akbabaları çöplüğe gelecekmiş.

Beni de davet etti ama, bu güzel günde, mis gibi sulak araziyi, rengarenk manzarayı bırakıp leşçi bir kuş için Beypazarı’nın çöplüklerinde sürünemezdim. Vedalaştıktan sonra kuş gözlem evine girdim, hepsi bu bölgede yaşayan kuşların duvarda sergilenen, profesyonelce çekilmiş muhteşem fotoğraflarına bakınca kameramın objektifine tükürdüm.



Gözlem evi yola yakın ve doğal olmadığı açıkça sırıtan bir yapı... Bu yüzden, kuşlara biraz daha yaklaşabilmek için sazlıklara doğru seyirttim. Kene, yılan ve benzeri tehlikelere aldırmadan göl kenarına sotelendim, sessizce araziyle bütünleştim ve başladım gözlemeye... Fotoğraf çekmeyecek dahi olsanız, bir süre sonra kuş gözlemenin dinginliğiyle keyif buluyorsunuz.

Genellikle bahar aylarında bu bölgeye gelen, yumurtlayan, çoluk çocuğunu besleyip büyüten, kışa doğru Afrika’ya göçme zamanlarını bekleyen kuşların hayat gailesini izlemek, yiyecek bulma telaşlarına şahit olmak herkese önerebileceğim bir uğraş. O sırada aklıma kuşlara düşkün (!) bir sevgili arkadaşımın hikayesi geldi...



İsmini veremeyeceğim arkadaşımı, doğasever dostları bir hafta sonu aktivitesine davet etmişler: “Kuş gözlemeye gidiyoruz, gelsene...”. Kuşlara ve midesine düşkün arkadaşım, içinde bıldırcın, vesaire eti olacak gözleme yiyeceğinin hayaliyle, ağzından sular akarak peşlerine takılmış. Uzun bir doğa yürüyüşünün ardından, kuşları gözlemleyecekleri sulak arazinin kenarına çömelince, “ben çok acıktım, kuş gözlemeyi ne zaman yiyoruz” diyerek isyan etmiş. Duruma uyanan kuşseverler, kuşları kaçırmak pahasına kahkahayı koyuvermişler!

Hava iyice ısınınca ve kuşlu gözlemeden umudumu kesince sazlıkların arasında bunalmaya başlıyorum ve kendimi tekrar arabaya atıyorum. Kuş cennetinde üç saat bile sabredemeyen bir vatandaş olarak, cennet kuşu için üç hafta erketede yatan BBC elemanını düşünmeye başlıyorum...



İlhan İrem ne demişti: "Sazlıklardannnn havalanannnnn...."

Yazılarımda kel (quelle) alaka konuları bir birine bağlama merakımı az çok bilirsiniz; kuş cenneti bana cennet kuşunu, ve onu gözlemek için küçücük bir çadırda üç haftasını geçiren belgeselci arkadaşı çağrıştırdı. Şimdi, öncelikle cennet kuşundan biraz bahsedeyim;

Cennet kuşu, Yeni Gine adasında yaşayan, çeşitli alt türleri olan bir kuş. En büyük özellikleri, muhteşem tüylere ve renklere sahip olmaları. Tahmin edeceğiniz gibi, en görkemli, renkli ve göz alıcı olanları erkek olup, paçoz ve bakımsız olanları dişi. Buna rağmen, erkek kuşlar tüyleri, dansları ve çıkardıkları sesler ile dişileri etkilemek ve bir çiftleşme şansı elde etmek için neler yapıyor neler! (buradan itibaren fotoğraflar bana ait değildir)



BBC Life serisinin “Kuşlar” bölümünü bulup izlerseniz, kuş bile olsa, erkek milletinin dişiler karşısında ne soytarılıklar, şaklabanlıklar yapabileceğini, küçük bir çiftleşme ihtimali için ne şekillere girebileceğini görüp erkekliğinizden utanırsınız. Nedir biz erkek milletinin hormonlarından çektiği:

http://www.metacafe.com/watch/314370/crazy_birds_island_p/


Tüyleri, renkleri ve dansları ile büyük ilgi uyandıran cennet kuşları için en büyük tehlike insanlar. Papua Yeni Gine yerlileri, daha doğrusu erkekleri, bu kuşları avlayıp tüyleriyle süslenerek büyük bir rekabete girişiyorlar. Ne rekabeti? Kadın rekabeti! İnsan hayatının civarındaki doğal hayatı böylesine taklit etmesine ne demeli? Sen tut, tüyleriyle kur yapan erkek kuşları avla, tüylerini yol, kendi kafana tak ve kadınlara kur yap! Hem de kuşların dansına çok benzeyen dans hareketleriyle... Dediğim gibi, erkek olduktan sonra ha kuş, ha insan; davranışları arasında pek bir fark yok...




Konuyu yine çok dağıttım, halbuki bir cennet kuşu için üç hafta yağmur çamur demeden çadırda bekleyen belgeselciden bahsedecektim. Şimdi efendim, bu cennet kuşunun çok da gösterişli olmayan bir alt türü var; Vogelkop. Bu kuş, tüyüyle, rengiyle hava atamayacağını bildiği için kendini mimariye ve dekorasyona vermiş. Yeni Gine ormanlarında ağaç diplerine çalı çırpıdan muhteşem yuvalar, hatta neredeyse kulübeler yapıp içini değişik şekillerde dekore ederek dişileri etkilemeyi hedeflemiş.

Yine BBC Kuşlar belgeselinde gördüğüm kadarıyla, her bir erkek kuş yuvasını diğerlerinden çok farklı tarzda dayayıp döşüyor. İnanılır gibi değil ama, hepsinin özgün ve tutarlı bir tarzı var; kimi yuvanın içinde canlı renkleri (küçük meyveler, renkli yapraklar, mantar parçaları) tercih ederken, kimi pastel renkler ve minimalist bir tarzı (geyik boku, ölü yaprak, odun kömürü) benimsiyor.



“Yuvayı yapan dişi kuştur” teorisini kökünden sarsan bu erkeklerin tek hedefi yuvasını bir dişiye beğendirmek. Bu amaçla aylar süren bir uğraşa girip yuva yapıyor, içini dekore ediyor, tabanını kara yosunu ile döşüyor! Aylar sonra bir dişi kuş o bölgede yuva yapmış erkeklerin eserlerini incelemeye başlıyor. Yuvanın kapısına kadar gelip ilgiyle içeriyi inceliyor. Eğer yuvayı beğenmezse uçup gidiyor ve yuvayı yapan zavallının vuslatı başka bahara kalıyor!

Eğer dişi kuş bir yuvayı beğenirse kapıdan içeri giriyor ve kırıtıyor. Eserinin beğenildiği mesajını alan erkek kuş da hemen hareketleniyor ve hiç vakit kaybetmeden halvet oluyorlar. Erkeğin uğrunda aylarca ter döküp emek verdiği bu ilişki ne kadar sürüyor dersiniz? İki veya üç saniye... O da, prematüre ejakülasyon sorunu yoksa!

Vogelkop kuşunu seyretmek beni hayatın anlamını, yaşamımızın amaçlarını, zaman algısını ve benzer bir çok konuyu derinlemesine düşünmeye zorladı. Üç saniye için üç ay uğraşan kuş ile pek empati kuramadım, ama yine de kendisini takdir ettim!



Bir diğer takdir ettiğim kişi de, bu kuşların çiftleşmesini ilk kez kameraya çekebilmek için yuva yapan bir erkek kuşu tam üç hafta boyunca takibe alan, bütün günlerini bir çadır aralığından kuşu izleyerek geçiren BBC elemanı oldu. Üç saniyelik bu çekim için kırk kişilik bir ekip yağmur ormanlarında üç gün yürüyerek kuşların bulunduğu bölgeye geldi ve kamp kurdu.

Kameraman, ana kampın daha da uzağında küçücük bir çadırı kamufle ederek içine yerleşti, kamera düzeneğini kurdu. Sabahları gün doğmadan çadırına giden eleman, akşam hava kararırken kampa dönüyordu sadece... Ve bu şekilde tam 21 gün çadırında çile çeken belgeselcimiz kuş gözlemciliğini bir üst seviyeye çıkardı. Hele ki başroldeki kuşumuzun kamp yeri civarından bulduğu parlak bir gofret kağıdını yuvasına taşıyarak pop-art bir dekorasyon tarzına girişmesi tüm ekibi hayrete düşürdü...

BBC belgesellerini seyrettikçe çekim ekibini çok kıskanır ve yerlerinde olmayı isterdim hep... Ama kuş cennetine ancak üç saat tahammül edebildikten sonra, cennet kuşu için üç hafta çadıra kapanan elemanı düşündüm ve belgesellere seyirci olarak katkı vermeye karar verdim... Yazının ana fikrine gelecek olursak, Nallıhan Kuş Cenneti ile cennet kuşu arasındaki tek benzerlik, birinin erozyon mağduru topraklarındaki, diğerinin de tüylerindeki renklerin muhteşemliği!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"