Tokyo: Şaşkın Gezginin Rehberi

Edo'dan Tokyo'ya: Karmaşadaki Düzen

Tokyo. Üç buçuk yıl yaşadıktan sonra “Hakkında birşeyler yazsana” denildiğinde kalemimin kilitlendiği şehir. MFÖ Bodrum için “Nasıl anlatsam, nerden başlasam” demiş ya, al benden de o kadar. En kolayı, “El alem ne demiş” diyerek Tokyo hakkında yazılmış birkaç kitabı, makaleyi kurcalamak.


Tokyo hakkında yazılan ne varsa klasik bir kalıpla başlar: “Devasa gökdelenlerin arasında yürürken karşınıza çıkan kimonolu bir kadın; en son teknoloji elektronik aygıtların satıldığı mağazaların arasına sıkışmış küçük bir tapınak; on sekiz ayrı tren hattının kesiştiği istasyonun dibinde meditasyon yapan Zen rahipleri, vb.”


 



En sessiz ve en gürültülü yan yana: Dingin bir Japon bahçesinin az ötesindeki Paçinko Salonu

Konu Tokyo olduğunda her zaman vurgulanan klişe, modernle gelenekselin, yeniyle eskinin, büyükle küçüğün, hızlıyla yavaşın, sertle yumuşağın, karmaşayla düzenin uyum içinde birlikte olabildiği bir ekosistem. Bu klişe doğru mudur? Doğrudur. Japonya’nın bir zıtlıklar diyarı olduğunu her zaman iddia etmişimdir. Öyleyse bu zıtlıkları hakkıyla yaşayabileceğiniz yer başkent Tokyo’dur.

Tokyo için söylenebilecek ilk söz, dinamik bir şehir olduğu. Yirmi dört saat yaşayan, hiç mola vermeyen, kendisi de organik bir canlı olan ve sürekli devinen bir şehir. İnsana bisiklete biniyormuş duygusu yaşatan, pedal basmayı bıraktığınız anda düşeceğinizi hissettiren bir şehir.

Tokyo ilk başta size süpersonik yüzünü gösterse de, bir süre sonra zıtların uyumlu beraberliği farklı seçenekler sunar. Şehrin dinamik vitrininin arkasında dingin ve huzurlu başka bir dünyanın varlığını keşfedersiniz. Belki birbirine zıt, belki de birbirini tamamlayan dünyalar, paralel evrenlerde ve farklı hızlarda akmaktadır. Tokyo’nun en büyük avantajı, bu farklı dünyaların birbiriyle dost, birbirine girift olması ve size dünyalar arasında istediğiniz şekilde geçiş imkânı tanımasıdır.





Aynı mekanda 10 dakika arayla farklı yüzyıllardan sahneler görmeniz çok olasıdır...


Sanırım dünyada Tokyo’dan başka bir de İstanbul’un sağlayabileceği bir duygudur bu. Farklı hızlarla yan yana giden iki trenin birinden diğerine atlamaya benzer. Çok kısa bir an bocalar, dengenizi kaybeder, sonra bir şey olmamış gibi yolculuğunuza devam edersiniz. Ama farklı bir hızda, farklı bir boyutta.


Tokyo’da size bu duyguyu yaşatacak o kadar çok yer ve seçenek vardır ki… Bir toplantıdan diğerine, bir gökdelenden öbürüne koşarken on beş dakikalığına sığınabileceğiniz küçük bir tapınağın Zen bahçesinde ritminizi değiştirebilirsiniz. Bir anda kendinizi zamanın vites küçülttüğü, havanın hafiflediği, küçük tansiyonunuzun düştüğü bir ortamda bulabilirsiniz.


Beni en çok şaşırtan, bu küçük kaçamak mekânlarının dışarıdaki çılgın dünyadan nasıl bu kadar izole olabildiğidir. Dünyanın en yoğun trafiğinin aktığı bir caddeden on metre içeri girdiğinizde, dış dünyanın hızından, gürültüsünden, stresinden bu derece uzaklaşabilmek Tokyo’nun sunabildiği en büyük nimettir bence.



Tokyo'da kiraz çiçeği (sakura) zamanı... Kaçırılmamalı!


Basıncınızı alabilecek böyle mekânların varlığını bilmek, kalabalık, hızlı ve gürültülü bir şehirde yaşamanın gerginliğini büyük ölçüde gideriyor. İşte Tokyo ile ilgili benim vurgulamak istediğim en önemli konu budur, gerisi de bu temelin üstüne inşa edilmiştir.


Şehir merkezindeki nüfusu on iki milyonu aşan, her gün işe ve okula gelip giden civar nüfusuyla da (Chiba, Yokohama ve Saitama şehirleri) otuz milyonu geçen bu devasa metropol, yüz ölçümü olarak İstanbul’dan daha küçük bir alan kaplıyor. Dolayısıyla Tokyo, yoğun ve konsantre bir şehir. Bilindiği gibi, arazi son derece kıymetli ve pahalı. Şehir her anlamda üst üste yaşıyor; binalar üst üste, yollar üst üste, kent üç boyutta tasarlanıp gelişiyor (Yeraltını da sayarsak dört boyutta).



Tokyo’yu tarihi dokunun korunduğu bir Avrupa şehri gibi düşünmeyin. Nüfus, coğrafya ve bilumum kısıtlar, estetiğin tamamen feda edilmesine, akılcılığın ve yararcılığın sürekli ön planda tutulmasına neden olmuş. Şehir içinde birbirinin üstünden geçen dört katlı yollar yapılmış; sanki yol yetmediğinde üste yeni bir kat çıkılıyormuş gibi… Öyle ki, onuncu katta bir ev kiralayıp balkonuna çıktığınızda, mehtap yerine üstünüze hızla gelen bir otomobilin farlarını seyredebilirsiniz.



Tokyo’nun belirgin bir silueti yoktur. Daha doğrusu en belirgin silueti, sürekli bir inşaat faaliyetinin sürdüğünü hatırlatan devasa vinçlerdir. Binalar “Ben yaptım, oldu” diye özetlenebilecek bir mimari anlayışla kondurulmuştur. Küçücük bir evden büyük ölçekli bir kentsel dönüşüm projesine kadar her bir yapılaşma kendi içinde bütündür ve çevreyle uyum kaygısı gütmez. Bu yüzden de, “Bu yapı buraya yakışmamış” diyebileceğiniz bir durum olmaz, çünkü hiçbir bina zaten hiçbir yere yakışmamıştır.




İşte şehre özelliğini ve çekiciliğini veren bu karmaşadır. Hiçbir mimar ya da tasarımcı herhangi bir estetik kaygıyla sınırlanmamıştır. Kafasından geçen düşünceleri tüm anarşisiyle uygulayabilir, nasılsa ters kaçmaz. Tokyo’da çirkinin güzelliği, groteskin zerafeti hüküm sürer. Güzelliği bütünde, manzarada, siluette değil; ayrıntıda, kenarda, köşede, kuytuda aramak gerekir.


Bu planlı plansızlık şehrin bir anlamda alın yazısıdır. Artık havasından mıdır, suyundan mıdır bilinmez ama, Tokyo’nun yıkılıp baştan yapılmak için eline sayısız fırsat geçmiştir. Şehri küle döndüren yangınlar ve 1923’te şehri dümdüz eden büyük depremden sonra şehir yine bildiği gibi yapılaşmıştır. 1945’teki korkunç bombardıman Tokyo’yu yerle bir edince şehrin eli yüzü düzgün bir plan dahilinde yeniden yapılacağı umudu doğmuştur. Ama Tokyo’nun asi ruhu dizginlenememiş ve şehir kendine has karmaşık şehirleşmeyi tercih etmiştir.

Başta dediğim gibi, Tokyo tek kelimeyle tarif edilecekse “dinamik”tir ve bu dinamizmini karmaşadan alır. Şehrin devinimini, metabolizmasının hızını görmek için sokaklarda yürümek yeterlidir. Değişmeyen ayakta kalamaz, pedala basmayı bırakan düşer. Herhangi bir mağaza vitrininin iki haftada bir yenilenmediği vaki değildir. Bunu gözlemlemek ilk başta size “vahşi tüketim toplumu” hissini uyandırabilir; ama şehrin hareketini açıklayan tek kıstas bu değildir.


Tokyo bu yapısıyla zaman içinde her şeyi çeken bir mıknatıs olmaya başlamıştır; çünkü hiçbir olgunun şehre uymama, adapte olamama sorunu yoktur. Japon halkının gelir seviyesinin de zirveye vurmasıyla, tüm sergiler, konserler, markalar Tokyo’da memnuniyetle kendilerine yer bulmuşlardır. Tokyo kendisinde olanla yetinmeyip beğendiklerinin taklidini de koleksiyonuna katmıştır. Şehrin bir köşesinde Eyfel kulesini, diğer köşesinde Özgürlük anıtını, yanında Roma mimarisine sadık kalınmış eski bir İtalyan sokağını görmek mümkündür.




Orijinalinden daha yüksek olan çakma Eyfel Kulesi, Tokyo Tower


Şehrin gelir seviyesi derken öyle böyle bir gelirden sözetmiyoruz. 2005 yılında yapılan bir hesaplama, sadece Tokyo’nun gayrı safi milli hasılasının 1,2 trilyon ABD doları olduğunu ortaya koymuştu; yani, aynı yıl Türkiye’nin ulaştığı rakamın tam üç katı! Hal böyleyken bile, Tokyo’da çok yüksek kalitede bir hayat standardı yakalandığını söyleyemem.


Özellikle şehir merkezinde evlerin küçüklüğü çok bilinen bir efsanedir. Bekârlar genelde 20-25 metrekarelik, dört kişilik ortalama bir aile 45-50 metrekarelik evlerde yaşar. Bizim Tokyo’da şehir merkezinde ailecek oturduğumuz seksen üç metrekarelik ev, orta sınıf bir Japon için hayal edilemez bir konumdaydı. Daha sonra tek başıma yaşarken taşındığım elli sekiz metrekarelik ev de Japon arkadaşlarımın kıskançlığına yol açmıştı; bu kadar büyük bir evde tek başıma ne yapıyordum?


Hal böyle olunca, evlerde minimum eşyayla yaşamak bir zorunluluk haline geliyor. Dünyanın en ileri teknoloji LCD televizyonlarını üreten Japonlar, evlerine dev ekran bir TV alamazlar, çünkü evinin duvarı zaten televizyon kadardır. Evde bulaşık makinesine yer yoktur, mini bir buzdolabıyla idare edilir. Oturma odası, yemek odası, yatak odası takımlarının anlamlarını bilmezler; bir kanepe, yemek masası ve futon (yer yatağı) başlıca mobilyayı oluşturur.


Şehrin anormal yoğunluğuna ve araç sahiplik oranının yüksekliğine rağmen korkunç bir trafik sorunu yoktur. Tabii ki toplu taşıma çok gelişmiştir; ayrıca ekspres yol kullanım ücretleriyle otopark kiraları sizi araba kullanmaktan yeterince soğutur. Benim evimin bulunduğu bölgede bir araçlık otopark kira ücreti ayda 500 dolar civarındaydı; ev kiralarını varın siz düşünün!


Tokyo’da konut alanlarının yoğun olduğu mahalleler son derece benzer bir yapılaşma gösterir. Genelde istasyon merkezli bir yerleşme göze çarpar. Herhangi bir istasyondan dışarı çıktığınızda standart bir “alışveriş caddesi”nde bulursunuz kendinizi. Marketler, berber, emlakçı, kuru temizlemeci, pachinko salonu, birkaç restoran, kafe ve izakaya (meyhane), kitapçı, çiçekçi peş peşe dizilmiştir. Mahalleden hiç ayrılmadan bütün hayatınızı geçirebileceğiniz ihtiyaçlarınızı bu caddede bulabilirsiniz.




Cıvıl cıvıl bir alışveriş caddesi...


Nitekim toplu taşımanın gelişmediği yıllarda kimse mahallesinden çıkmamıştır. Bu yüzden de cadde ve sokaklara isim vermek, akılcı bir yaklaşımla adres sistemini oluşturmak kimsenin aklına gelmemiştir. Halen adresler mahalle ismi, ada ve parsel numarasıyla apartman numarası verilerek belirtilir. Numaralar sırayla ilerlemeyebilir; bu yüzden de Tokyo’da adres bulmak şansa kalmıştır. Genelde hedefe yaklaştıkça daha feci kaybolunur, bu yüzden her aile evinin krokisini çizerek eşe dosta gönderir.


Diğer büyük metropoller gibi Tokyo da bir sanayi merkezinden finans ve eğlence merkezine dönüşmektedir. Şehir bir yandan yabancı şirket ve bankaların binaları, diğer yandan sanat merkezleri, restoranlar, oteller ve mağazalarla anılmaktadır. Tokyo, agresif yapısıyla New York, Londra ve Paris gibi metropolleri zorlamakta, her yola gelen karmaşasıyla tüm alanlarda diğer büyük şehirlerle rekabet edebilmektedir.

Örneğin, dünyanın en iyi restoranlarını listeleyen Michelin rehberi 2007 yılında Tokyo’yu da incelemek zorunda kaldı. Yayınladığı rehber özellikle Paris için şok edici nitelikteydi; çünkü Tokyo restoranlarına verilen yıldız sayısının toplamı, gurme başkenti Paris’in yaklaşık iki katı, New York’un üç katı kadardı. İşin vahimi, Tokyo’da bol yıldız alan restoranların önemli bir kısmı Fransız lokantasıydı!




İtalya’dakinden daha lezzetli pizzayı, ABD’dekinden daha eğlenceli Disneyland’ı, Paris’tekinden daha yüksek Eiffel’i ve Londra’dakinden daha çılgın pubları bulabileceğiniz Tokyo artık bir turizm merkezi olarak atağa kalkmak istiyor. Bu amaçla, Tokyo metropolitan belediyesi öncülüğünde büyük bir kampanya tasarlanıyor.

Tokyo, tarihi çok da eskiye dayanan bir şehir değil. 1600 yılına kadar küçük bir balıkçı kasabası iken ve Edo-mura (Edo köyü) olarak bilinirken, Japonya’da tüm rakiplerini alt ederek ülkeyi tek bir yönetim altında birleştiren Tokugawa (yıllarca once meşhur olan ve hepimizin gönlünde that kuran “Shogun” dizisinden bildiğimiz ismi ile, Toranaga-San) Edo’yu yönetim merkezi ilan etmiş. Ülkenin asıl başkenti ve İmparator’un yaşadığı Kyoto bu ünvanını uzun süre korusa da, Meiji dönemi ile birlikte Edo’nun ismi “To-kyo” (doğu başkenti) olarak değiştirilmiş ve ülkenin başkentliğini resmen üstlenmiş.




1603 yılında Edo’da kurulan bakufu, yani askeri yönetim, Tokugawa ile birlikte üst düzey derebeylerden oluşuyormuş. Japonya yüzyıllardır iç savaşlara, ihanetlere, darbelere sahne olduğundan, bakufu’nun birinci önceliği kayıtsız şartsız itaatin esas alındığı, sert ve merkezi bir idari sistem olmuş.


Öncelikle Edo’da silbaştan bir başkent yaratılmış. Tepeler düzeltilmiş, deniz doldurulmuş, hafriyat alıp başını gitmiş, kanallar ve şehir suyu sistemleri kurulmuş, yollar yapılmış ve devrinin çok ötesindeki bir planlama anlayışı ile modern bir kent inşa edilmiş. Şehir yeni bir kast düzenine göre planlanmış ve halk birbirinden keskin bir şekilde ayrılan sosyal sınıflara bölünmüş; askerler (samuray), rahipler, köylüler, esnaf ve zanaatkarlar ile tüccarlar.

Yeni sistemde Yamanote diye adlandırılan kalantor muhit, şogun, samuraylar ve avanesinin yaşadığı, sosyal hayatın tamamen kurallar, kast, merasimler ve disiplin ile şekillendiği bir mekan olmuş. Avamın yaşadığı şitamachi‘de ise, dram, kahkaha, neşe, hüzün, hareket, yani hayat eksik olmazmış. Yamanote kasıntı ve sıkıcı, şitamachi canlı ve eğlenceli imiş. Yangelip yatan yamanote talep, canını dişine takıp çalışan şitamachi arz imiş.



Hikayenin sonrası bir anlamda malum. 19. yüzyılın sonlarında başlayan Meiji dönemi ile birlikte gelen reformlar, Japonya’nın önlenemez yükselişi, Tokyo’nun dünyadaki sayılı metropollerden birisi haline gelmesi…


Tokyo gayet “renkli” yerel politikasıyla birlikte, merkezi yönetime de ev sahipliği yapıyor. Alman mimarlarca tasarlanmış Diet binası (Japon parlamentosu), ve Ankara’daki Bakanlıklar semtinin muadili Kasumigaseki, şehrin küçük bir bölümüne başkent havası vermeye yetiyor. Tokyo’yu sürekli ziyaret eden yabancı devlet adamları başbakanlık konutu civarında trafiği kilitlediği gibi, ara sıra halkın içine karışıp mütevazi lokantalarda yemek yiyorlar.


1992 yılında Başkan Bush (baba olanı) Japonya ziyareti sırasında, başbakanlık konutunda onuruna verilen ziyafette ev sahibinin üstüne kusmuş. Sebebi halen meçhuldur; belki de kanlı biftek üstüne çiğ balığı midesi kaldıramamış olabilir. Bu tecrübe üzerine, on yıl sonra Başkan Bush (oğul olanı) Japonya’yı ziyaret etmek isteyince Japon Başbakanı Koizumi (Richard Gere’e benzeyen) konutu kilitlemiş ve G.W. Bush’u benim evin az ilerisindeki bir restorana götürmüş. Öyle ya, kusacaksa lokantada kussun, başbakanlık konutunu batırmasın.


Tokyo, Japonya’nın hem kültürel ve ekonomik, hem de politik merkezi olduğundan, 1945 yılında dünya savaş tarihinin en korkunç bombardımanlarından birine ev sahipliği yapmış. Her ne kadar Hiroşima’ya atılan atom bombası trajedinin doruk noktası olarak hatırlansa da, 1945 yılının 9 Martını 10 Marta bağlayan gece Tokyo’ya yapılan korkunç saldırıda 100.000’den fazla insan (neredeyse Hiroşima kadar) yanarak can vermiş.

ABD ve müttefikler tabii ki saldırıya gerekli kulpları takmışlar: Halkın moralini bozmak ve cephedeki direnci kırarak Japonların daha çabuk teslim olmasını sağlamak. Bu amaca ulaşmak için yaşlılardan, kadın ve çocuklardan oluşan 100.000 kişiyi korkunç bir şekilde katletmek akılcılıkla açıklanabilir mi, bilmiyorum. Bir ikinci argüman olarak, Japonların Asya’da gerçekleştirdiği katliamları kendi saldırıları için “hafifletici sebep” olarak göstermişler; bu değerlendirmeyi de insaflarınıza bırakıyorum.



Savaş sırasında Japonya’da ekonominin canlılığını sağlayan, mahalle aralarına serpiştirilmiş küçük imalathaneler bulunduğu ABD istihbaratınca öğrenilmiş. Tabii Japonlar küçük bir atölyede nükleer denizaltı üretmiyorlarmış; ama gündelik hayatın devamı için don, gömlek, yatak, döşek üretilmesi bile ABD ordusunu rahatsız etmiş. Tokyo’da eli silah tutabilecek hiç kimsenin kalmadığı, şehirde daha çok yaşlılar, kadın ve çocukların bulunduğu da bilinmekteymiş. Ama tüm bunlar, ufak imalathaneleri barındıran büyük bir sivil yerleşim bölgesinin imha edilmesini önleyememiş.


Ve Mart ayının bir gece yarısı, 300’den fazla uçan kale B-29 Tokyo semalarına ulaşmış. Karanlıkta ve son derece alçak uçarak binlerce ton yangın bombasını sivil mahalleler üzerinde bırakmış. Zaten yangın konusunda oldukça hassas olan Tokyo, baştan aşağı bir cehennem kazanına dönüşmüş ve tüm şehir yanıp kül olmuş.



Savaşta ölenlerin ruhuna adanmış Yasukuni tapınağında her Temmuz ortasında ölenlerin ruhu anılır...


O günden sağ kalan Japonların anıları insanın aklını alacak türden; kucağında alev almış bebeğiyle nehre atlayan anneler, belki bombalanmaz umuduyla okul ve hastanelere sığınıp kavrulan yaşlılar, günlerce Tokyo sokaklarından silinmeyen yanık et kokusu ve nehirlerden akıp giden ızgara cesetler… O yıllarda Tokyo’da küçük bir çocuk olan Yoko Ono bombardımandan güç bela kurtulduktan sonra sokaklarda yiyecek dilenerek hayatta kalabilmiş ve John Lennon’a kadar uzanacak hayat hikayesine devam etmiş. Çoğu Beatles hayranı Yoko teyzeye sinir olsa da, çocukluğunda nasıl bir travma geçirdiğini bilmekte fayda var…


1923 depremini, 1945 bombardımanını ve sayısız sel ve yangınları atlatan, 400 yıllık tarihine büyük trajediler sığdıran, acıyı kanıksamış bir şehrin bu derece dinamik, hareketli ve eğlenceli olması bazen beni şaşırtıyor. Belki de bu yüzden Tokyo eskiyi sevmiyor, restorasyondan kaçıyor, yıpranmış olanı yıkıyor, yenisini yapıyor, sürekli kabuk değiştirerek eskiyle bağını en aza indirmeye çalışıyor. Ve şehir yaşıyor.


İşte bu yaşayan şehri gezmek için ilk adımınızı attığınızda gökdelen çorbası, beton yığını, neon karmaşası ve demir çelik çöplüğü şeklinde özetlenebilecek ilk intiba hayal kırıcı olabilir. Şehri tanımak ve sevmek için üstüne gitmek, birçok farklı alt kültürün kaynaşmasıyla şekillenen havasını koklamak için sahaya inmek gerekir. Şeytan ayrıntıda gizlidir ve Tokyo dünyanın en şeytanî şehirlerindendir.




Tokyo, Edo döneminden (1603-1868) başlayarak iki ana alt kültüre ayrılmıştır; yamanote ve shitamachi. Yamanote, eskiden samurayların, şimdi de şehrin üst gelir tabakasının yaşadığı kalantor muhit, shitamachi de avam tabakanın hayat gailesine kapıldığı gariban mahallelerdir. Ankara’ya benzetirsek Yamanote Kızılay ve yukarısı, shitamachi Ulus ve aşağısıdır. Bugün şehir merkezini Tokyo ulaşımının belkemiği diyebileceğimiz tren hattı “yamanote” belirler. Altmış dakikada elips şeklinde bir tur atan bu hattın içinde kalan muhit şehrin göbeğidir.


Tokyo’nun en önemli merkezleri bu elips şeklindeki hattın üzerinde yer alır. Shibuya, Shinjuku, Ueno, İkebukuro, Shinagawa gibi merkezler Edo döneminde bir anlamda şehrin kapılarıydı. Şimdilerde bu merkezler kapılık görevlerini başka bir bağlamda devam ettiriyorlar. Tokyo’ya gelen onlarca banliyo tren hattının son durağı ve şehir içine yayılan metro hatlarının ilk durakları olan bu merkezler, “geçişkenlik” özelliklerine eğlence, alışveriş ve iş merkezleri olma özelliklerini de ekleyerek şehrin çekim noktaları oldular.



Çok merkezli Tokyo’nun çok renkli merkezleri zamanla farklılaşarak kendilerine özgü bir kimlik edindiler. Örneğin Shibuya, yakınlarındaki Harajuku ile birlikte gençlerin ve çılgın modanın bayraktarlığını yapıyor. Shibuya, her keseye uygun yeme-içme ve alışveriş merkezleri, öğrenci kesimi cezbeden atmosferiyle Tokyo’ya her yolu düşenin mutlaka uğraması gereken bir bölge.




Shibuya’nın en meşhur noktası ana meydanında yer alan yaya geçididir. Dünyada bir seferde en fazla insanın karşıdan karşıya geçtiği yaya geçidi ünvanını alan (kim saydıysa?) bu meydanda gelen geçeni, neon ışıklarını ve devasa ekranlardaki reklamları seyrederek sıkılmadan saatler geçirebilirsiniz. Tavsiyem, meydana bakan kafede bir kahve alıp ikinci kat cam kenarında bir tabureye ilişerek bu karınca yuvası misali meydanı temaşa etmeniz.


Kahve bitince kimse size kalk demez, ama yine de ayaklanıp Shibuya’nın merkez caddesinde kalabalığı yararak yürümeye çalışmak, pachinko’cular, aşk otelleri ve seks dükkânları arasında kaybolmak, akıllara ziyan “109” alışveriş merkezinde en çılgın moda akımlarını yakından görmek, New York Central Park muadili Yoyogi Parkına gidip kafayı dinlemek ve günlerden pazarsa park girişinde çılgınca dans eden Elvis Presley taklidi, ve hatta onun yaşıtı amcaları izlemek fena fikir değildir.



Yoyogi parkında güz dinginliği


Yoyogi Parkı ve hemen yanındaki Meiji Tapınağını gezdikten sonra, parkın girişinden aşağıya doğru uzayan Omotesando Caddesini boydan boya yürüyün lütfen. “Tokyo’nun Şanzelizesi” diye anılan bu caddede zelkova ağaçlarının oluşturduğu bir tünel içinde ilerlerken, dünyanın en saygın markalarının tahminen en yüksek ciroyu yapan şubelerinin modern mimariye sahip görkemli binalarını seyredin. Bu yapıların arasında geleneksel Çin mimarisine sahip üç katlı binayı görünce içine girin; Japonya’da yapmanız gereken hediyelik alışverişini gönül rahatlığıyla halledebileceğiniz “Oriental Bazaar”ı buldunuz demektir.

Bir başka büyük merkez olan Shinjuku, yüksek gökdelenleriyle bir iş merkezini, devasa mağazalarıyla alışveriş merkezini, sayısız lokanta, bar ve gece klüpleriyle eğlence merkezini bünyesinde toplar. Her cinsten insanın günün her saati geçiştiği kıpır kıpır bir semt olan Shinjuku’nun batısında yer alan gökdelenler bölgesiyle doğusunda yer alan batakhanenin uyumsuz uyumu, Ridley Scott’un yüce filmi Blade Runner’a ilham kaynağı olmuştur.





Günde iki milyondan fazla yolcunun gelip geçtiği mega istasyonunun hangi kapısından çıktığınıza bağlı olarak, eğer çıkabilirseniz, kendinizi birbirine zıt dünyalarda bulabilirsiniz. Batısından çıkınca Manhattanvari bir gökdelenler diyarı, doğusundan çıkınca cıvıl cıvıl bir eğlence merkezi, güneyinden çıkınca tertemiz, steril alışveriş kompleksleri, kuzeyinden çıkınca çılgın bir eşcinsel diyarı sizi karşılar. Gerisi size kalmış!


Şehrin kuzey ve doğusuna açılan kapısı Ueno, eski shitamachi bölgelere yakınlığından dolayı avam tarzını hep korumuştur. Tokyo’nun en görkemli müzelerinden hayvanat bahçesine, sanki yüz yıl önceden kalmış labirentvari sokaklarından mezarlıklara kadar bulabileceğiniz, Ankara’ya benzetirsek şehrin “Ulus”udur Ueno. Üşenmezseniz, Ameyoko Caddesinde bir yürüyüş balıkçıları, manavları, ucuz giyim dükkânlarıyla farklı bir renk yaşatacaktır.





Shinagawa, modernleşmekten bıkmayan Tokyo’nun daha da modernleşmek için çırpındığı güneybatı kapısıdır. Bugünlerde devasa kentsel dönüşüm projeleri ile uçuk kaçık iş ve rezidans merkezlerinin inşa edildiği, diğer merkezlere göre insandan en çok uzaklaşılan, sokakla bağlantının kesilip “akıllı” binalarla muhabbetin koyulaştırıldığı bir muhittir.


Modernleşme denilince, şehrin en ilginç projelerinden olan Odaiba’yı es geçmemek gerekir. Odaiba, Tokyo körfezinin dibinde yoktan var edilmiş, ya da doğru deyişle, çöpten var edilmiş bir adadır. Geri dönüştüremeyeceği veya yakamayacağı çöplerden nasıl kurtulacağını düşünen belediye, “denize mi döksek” diye düşünürken, çöpleri özel bir harçla karıştırarak denizi doldurmayı keşfetmiştir.


Türkiye’de patlayarak can alan çöplükler, Tokyo’da denizi doldurarak halk için muhteşem bir dinlence alanı yaratmış. Tabii Odaiba’nın yapıldığı yıllar Japonya’da balon ekonomisinin iyice şiştiği ve Japonların paralarını nereye harcayacağını şaşırdığı bir dönemmiş. Odaiba örneğinde parayı saçmak için aşağıdaki tarife uygun güzel bir model oluşturmuş :


“Önce, denizde doldurulacak büyük bir alan belirlenir. Buraya korkunç miktarda para harcayarak yapay bir ada yapılır. Ardından, bu adaya ulaşımı sağlamak için bir o kadar daha para harcayarak köprü inşa edilir. Böylece paralar suyunu çeker. Afiyet olsun.”





Odaiba’ya giden Rainbow Köprüsü iki katlı bir asma köprü. Şehrin sembolleri arasına giren köprünün üst katından paralı otoyol, alt katından raylı sistem ve beleş yol geçiyor. Paralı yolda trafik sürekli tıkanırken, alt kat her daim vızır vızır işliyor. Köprüyü yürüyerek geçmek serbest, ama intihara meraklı Japon halkı şimdiye kadar köprüden atlayıp ölmeyi akıl edememiş.

Odaiba’ya harcanan para bütçeyi kurutamayınca, adaya yapay bir kumsal, devasa alışveriş merkezleri, büyük bir fuar ve sergi alanı, spor tesisleri, müzeler, onsen ve daha neler yapılmış. Bu arada Odaiba, Tokyo’da deniz kenarında olduğunuzu hissettirecek tek mekân olduğu için bizim de ailecek hafta sonu tercihlerimizin başında yer aldı her zaman.





Çöpten var olan ada Odaiba...

Tokyo ile ilgili bir gariplik de burada… Teorik olarak deniz kıyısında olup da, denize bu kadar uzak yaşamak yine Japonlara özgü bir beceri. “Denize nazır ev, deniz kıyısında çay bahçesi, mehtaba karşı restoran” gibi kavramlara uzak olan Japonlar için, deniz havasının ve deniz manzarasının nedense pek anlamı yok. Çözemedim.


“Tokyo’ya gidiyorsam en önemli sebebi teknolojidir, elektroniktir” diyenler için tek adres vardır: Akihabara. Gözünde sekiz numara miyop gözlüğü olan dijital kaçıkların kâbesi olan Akihabara, turistlerin uçaktan iner inmez üşüştüğü bir elektronik mahallesidir. Ana caddede devasa mağazaların, ara sokaklardaysa envai çeşit parça pinçikçilerin arasında kaybolacağınız Akihabara’da henüz bir saat önce icat olmuş bir aleti bulmanız mümkündür.


Elektronikle paralel olarak bilgisayar oyunları, çizgi filmler ve manga (Japon çizgi romanı) kültürünün merkezi de Akihabara olmuştur. Dijital müptelaların aynı zamanda animasyon ve manga hastası olmalarından dolayı, benzer yan sektörler de burada gelişmiştir. Çizgi film ve roman karakterlerinin küçük maketlerinin satıldığı, hatta zor bulunan karakterlerin inanılmaz paralara el değiştirdiği koleksiyoncu dükkânları da Akihabara’nın renkliliğini artırmaktadır.





Akihabara, oldukça fakir bir gençlik dönemi geçirmiş. Edo döneminde Kanda Nehri kıyısında olmasından dolayı ticaret gelişmiş. Yirminci yüzyılda kabzımalların yöreyi ele geçirmesiyle bir nevi toptancı hali kimliğine bürünmüş. 1960’lardan itibaren elektrikli aletlerin kullanımının artması, ayak altı bir ticari merkez olan Akihabara’nın yavaş yavaş elektronik mahallesine evrilmesini sağlamış.


Şu anda da devasa bir kentsel dönüşüm projesiyle Akihabara yeniden kabuk değiştiriyor ve daha rafine bir “Bilişim Teknolojisi Merkezi”ne dönüşüyor. Bilişim şirketlerinin yuvalanacağı yeni iş merkezleri, rezidanslar, modern ofisler ve Japonya’nın medar-ı iftiharı teknokenti “Tsukuba” ile ekspres tren hattı sayesinde dünya bilişim merkezi olmayı hedefliyor.


Elektro-çılgın olmasam da, Türkiye’den gelen resmi heyetlerin, eş dost ve arkadaşların hatırına yüzlerce kez Akihabara’ya yolum düştü. Ve beni en sinir eden durum, dört saat boyunca bir mağazanın altını üstüne getirdikten sonra “Burdan mı alsam daha ucuz olur, Türkiye’den mi?” diye sorulması ve sonunda Tokyo’nun daha pahalı olduğuna karar verilmesiydi.


Sıradan bir ürünü Türkiye’den almanın her zaman daha hesaplı olduğunu, buradan ancak en son piyasaya sürülen ürünleri almanın avantajlı olabileceğini kimseye anlatamadım. Bu yüzden de Türkiye’den gelip gidenlere daha uçağın kapısında “burası çok pahalıdır, sakın bir şey almaya kalkmayın” uyarısını yaptım. Tabii bu durumda misafirlerim “bizi başından savmaya çalışıyor” siteminde bulundular; ama böylece onları devasa elektronik mağazalarının daraltısından kurtarıp daha renkli dünyalara soktum.


Neresi daha renkli dünyalar derseniz, Tokyo’ya her gelenin ziyaret etmek “zorunda olduğu”, Tokyo’nun en eski ve görkemli tapınaklarının bulunduğu, renkli avam hayatının halen devam ettiği Asakusa. Yine ziyaretçilerim ve heyetlerimle birkaç yüz kere gitmek durumunda kaldığım, ama her seferinde farklı bir detayını keşfettiğim Asakusa, olanca turistikliğine rağmen görülesi bir yer.




Asakusa’nın nirengi noktası devasa Sensoji Budist Tapınağı ve bu tapınağa giden, hediyelik ıvır zıvır dükkanlarıyla sıralanmış Nakamise alışveriş sokağı. Sensoji Tapınağına yaklaştıkça artan kalabalık, yoğunlaşan tütsü kokuları ve satın aldıkları niyetleri okumaya çalışan turistler atmosferi ısıtıyor. Sensoji’nin Budist iştihamına kapılan ziyaretçiler, az ötesinde yer alan Şinto tapınağını fark etmeden geçiyor ve kendilerini açık havada kurulmuş seyyar bir alışveriş ve yiyecek festivalinin ortasında buluyor.


Ardından ziyaretçilerimi üç dört sokak paraleline yürütüyorum ve turistik muhitten domestik muhite yatay geçiş yapıyoruz. Yan yana dizilmiş salaş meyhaneler, devasa ganyan salonları, pachinkocular, eskiden kabuki sahnelerinin sıralandığı sokağı işgal etmiş sinemalar, onlarca yıl önceden kalmış nostaljik bir lunapark, komedyenlerin, jonglörlerin ve hokkabazların gösteri yaptığı salonlar film şeridi gibi akıyor.


Avam tabakadan sıkıldık, biraz çıtayı yükseltelim diyorsanız, Asakusa’dan bineceğiniz metro sizi Ginza’nın göbeğinde indirecektir. Dünyanın en seçkin, pahalı ve lüks muhitine geldiğinizi daha metro istasyonundayken anlayacaksınız. Büyük mağazaların ışıltılı ve mis kokulu yiyecek katları doğrudan metro istasyonuna açılarak duyularınızı okşamaya başlayacaktır. Yer üstüne çıkıp Ginza’nın ana meydanına geldiğinizde, dünyanın metrekaresi en pahalı yeryüzü parçasına ayak basmak içinizi ürpertecektir. Ayağınızı bastığınız yüzölçümüne bir zarar gelse, ömür boyu çalışsanız ödeyemezsiniz.


Ginza’da yürürken moda dergilerinden fırlamış misali kadınların, vitrinlerindeki adını bile duymadığınız markaların fiyatlarına işporta tezgâhıymış gibi baktıklarını görüp moralinizi bozacaksınız. Louis Vuitton gibi, çantalarını karneye bağlayan, mağazasının kapısına asılmış “Lütfen sadece bir kalem mal alın ki, sizden sonrakilere de bir şeyler kalsın” türünden ilanları görüp çevrenizdeki para hacmine şaşıracaksınız.


Yine en iyisi caddeye bakan bir kafenin ikinci katına oturup cetvelle çizilmiş intizamdaki caddeyi seyretmek. Shibuya ile karşılaştırıldığında neon tabelalarından bile asalet akan Ginza’da, Sony, Nissan, Mikimoto gibi markaların prestij plazalarına girip ciğerciye dalmış kedi gibi yalanabilirsiniz. Ya da en iyisi ana caddenin trafiğe kapatıldığı bir pazar öğleden sonrası Ginza’ya teşrif edip, asfaltı bile farklı renkte olan caddede gönlünüzce adım atabilirsiniz.




Meiji dönemiyle birlikte Japonya dışarı açılırken değişimin öncüsü olan Ginza, Avrupai tarzda tuğla binaların yapıldığı ilk cadde olmuş ve zamanın meşhur markaları ilk mağazalarını Ginza’da açmış. Yakın çevresiyle birlikte her zaman canlı bir ticari merkez olan Ginza, yerel ve uluslararası unsurları harmanlayarak kendine özgü tarzını oluşturmuş. Yangın, deprem ve bombardımanlarla birkaç kez dümdüz olan Ginza, her seferinde küllerinden doğmuş ve farklı lezzetini korumuş. Zaman zaman başka semtlerin, yeni alışveriş merkezleri ve büyük kentsel projelerin yoğun rekabeti altında kalan Ginza, markasının verdiği güçle hep ayakta kalmış.


Mağazalar kapanana kadar oldukça şık kadınların cirit attığı Ginza sokakları, gece on iki civarlarında farklı bir havaya bürünür. Bu sefer “daha da şık” kadınların janti erkek müşterilerini uğurladıkları bir sahne sergilenmeye başlar. Geyşalığın yerini alan hostes kulüplerinin müşterileri için eve dönüş vakti gelmiştir ve arabaları balkabağına dönüşmeden, ya da güncel bir ifadeyle son trenler kaçmadan, müdavimi oldukları kulüpleri terk etmektedirler. Buz gibi havada bile, kumaştan oldukça tasarruf edilmiş giysileriyle kapılara kadar çıkan, sarhoş müşterilerinin boyunlarına atkılarını dolayıp paltolarının önünü ilikleyerek onları evde bekleyen eşlerine uğurlayan kadınların görüntüsü oldukça “Japon”dur…


Bu kulüpler bildiğiniz anlamda “kötü ev”ler değildir; her kapıdan geçeni içeri almazlar, yabancıları hiç almazlar, ancak sıkı bir referansla girebilirsiniz. Buraya gelen beyefendiler, içerdeki çok şık ve güzel kadınlarla konuşmak, dertleşmek, içip güzelleşmek maksadını taşır. Maksadını aşana da haddi bildirilir. Sadece çok uzun süre kulübe devam etmiş, herkesin güvenini kazanmış bir müşteri çalışanları kapıdan çıkartabilir. Çalıştığı yerde belli bir mevkinin üstünde olan müşterilerin kulüp masrafları şirketçe karşılanır ve vergiden düşülür.



Eğer geceyi Ginza’da sonlandırdıysanız, sabahın ilk ışıklarıyla Tsukiji balık pazarına gidip sushi yiyerek güne başlayabilirsiniz. Sabah sabah çiğ balığın şokundan kurtulmak için Tokyo’nun taştan yapılmış, Hint esintileri taşıyan tek tapınağı olan Honganji’yi ziyaret edebilirsiniz. Sonrasında kendinizi Tsukishima ve Harumi’ye vurup, Tokyo’nun can damarı Sumida Nehrinin kolları ve kanalları arasında keyifli bir yürüyüş yapabilirsiniz. Şans eseri henüz turistik ve popüler olmamış, shitamachi havasını mümkün olduğunca koruyan sevimli bir mahalledesinizdir.

Tsukishima, Edo’lu balıkçıların denizi doldurarak yarattığı bir muhit. Eski sokakların ve minik ahşap evlerin önce deprem ve 1945 bombardımanından, sonra da Tokyo’lu müteahhitlerden kurtulduğu, eskiyi yaşatan bir mahalle. Hafta sonları oltanızı kanallara sarkıtabileceğiniz, nehir boyunca yürüyebileceğiniz bir nefes molası, monjası ile meşhur bir mekân.


Günün sabahında Tsukiji’de yediğiniz sushi midenizi tırmaladıysa, çivi çiviyi söker prensibiyle hemen bir monjacıya dalarsınız. Masanız sacdan mamül bir tava şeklindedir. Hemen tava ısıtılır, bir tas içinde önünüze monja karışımı getirilir. Monja, un, su ve lahana baz olmak üzere ne idüğü belirsiz birçok maddeden oluşan bir bulamaçtır. Kendiniz pişirmeye cesaret edemezseniz, lokanta görevlisi bulamacı önünüzdeki kızgın saca döker, akıp gitmemesi için çevresini undan bir surla kuşatır. Amip şeklindeki bulamaç yavaş yavaş can çekişerek pişmeye başlar. “Sabah sabah çiğ balık yemekten de beteri varmış” diyerek gözünüzü kapatır, önünüzdeki ürkütücü cismi spatulayla kazıyarak yersiniz.


Veya yemezsiniz… Monjacıların hepsi okonomiyaki denilen Japon işi krepten de pişirdiği için tercihinizi ondan yana kullanırsınız. Gerek lezzet, özellikle de görüntü olarak Avrupa Birliği ölçütlerine daha yakın bir yemekle öğleninizi taçlandırabilirsiniz. Akşama doğruysa bu bölgeden kalkan yemekli tekne turlarına katılmanız için hiçbir engel yoktur; bütçesel engeller dışında. Bence biraz pahalı olsa da, Harumi’den kalkıp nehir ve kanallar boyunca dolaşarak Tokyo turu atan, Odaiba açıklarında demirleyerek yemek servisi yapan bu teknelere bir gecenizi ayırmak ilginç olabilir.

İlle de tekneye bineceğim, ama o kadar para veremem diyorsanız, Sumida Nehri üzerinde gel-git yapan tekne turları tam size göre. Tapınaklar bölgesi Asakusa’dan kalkıp çöp ada Odaiba’ya gidebileceğiniz tekneler, Sumida boyunca on küsur köprünün altından geçerek romantik bir seyir vaadediyor… Diyemeyeceğim, çünkü sakın Paris’teki Seine Nehri turları gibi estetik bir atmosfer beklemeyin.




Çünkü Tokyo, deniz kenarında ama denizle ilgisiz bir şehir olduğu gibi, ortasından nehir geçen, ama nehirle de ilgisiz bir şehirdir. Altından geçeceğiniz köprüler gayet sevimsiz metal veya betondan mamul yapılardır; nehir kıyısı boyunca da Louvre sarayı değil, shuto otoyolu uzanmaktadır. Edo’nun can damarı, 18. ve 19. yüzyılın gözbebeği, kıyılarında kahkahanın eksik olmadığı Sumida Nehri artık kaderine terkedilmiş, modern şehir ona sırtını dönmüştür. Ancak kapitalizmin elini uzatması ve yeni bir kentsel dönüşüm projesi hayatını kurtarabilir.


Tokyo Edo iken, şehrin en eğlenceli geceleri nehir boyunca yaşanır, havai fişek gösterileri, her türlü sokak gösterileri suyundan çay bile demlenebilen nehrin kenarında icra edilirmiş. Nehir, şehrin neşesine tanıklık ettiği gibi, en büyük dramlarında da başrolü oynamış; 1657 yangınında, 1923 depreminde, 1945 bombardımanında onbinlerce ceset nehirden akarak okyanusa karışmış. 1950 sel baskınında nehir 5000 kişinin daha canını alınca, belediye yüksek bentler inşa ederek Sumida’ya küsmüş.


Şimdi nehrin keyfini evsizler çıkarıyorlar. Mukavvadan, tenekeden, brandadan yaptıkları çadırların içinde nehre karşı yemeklerini yiyor, sakelerini içiyor ve mutlu mesut yaşıyorlar. Sumida’nın kenarına kadar gelebilen Tokyo ziyaretçilerinin, bentlerin aşağısına inerek evsizlerin evleri arasında dolaşmasını, jeneratörleri, televizyonları, ocakları, kenara dizilmiş tencere-tava setleri, tertemiz yıkanıp asılmış don ve çoraplarıyla kurdukları dünyayı görmelerini tavsiye ederim.


Hazır nehir kenarındayken, Ryogoku köprüsünden geçip sumo güreşlerinin yapıldığı Kokugikan’a da uğrayın. Şansınız varsa en ucuzundan bir bilet kapıp birkaç karşılaşma izlersiniz. Olmadı, hemen yakınındaki Edo-Tokyo müzesine gidip Tokyo’nun son 400 yılını başarılı bir kurguyla yaşarsınız. Tokyo’da süresi kısıtlı olup, sadece bir müzeye vakit ayırabilecekler için bu müzeyi tek geçerim.



Aomori bölgesinden bir yokozuna... Tabii ki sağdaki!


“Kardeşim, bırak dereyi, müzeyi, geceleyin ne yapayım” diyorsanız, Roppongi’yi kime sorsanız gösterir. Roppongi’de ne yaparım, nereye giderim diye merak etmeyin; siz ne arıyorsanız o sizi bulur. Birşey bulamadıysanız, hiç olmazsa Roppongi Hills binasının veya Eyfel kulesi taklidi Tokyo Tower’in tepesine çıkıp etrafı seyredin. Şehri para vermeden seyretmek istiyorsanız Shinjuku’daki meşhur belediye binasının en üst katına yönelin.


Buraya kadar olan gözlem ve önerilerin çoğu bilinen, tanınan yerler. Ama ben farklıyım, kenarda köşede kalmış, fazla ayak basılmamış (Otuz dört milyonluk şehirde nasıl olacaksa) yerlerde gezineyim iddianız varsa son birkaç önerimi de not edin:


-Ueno yakınlarındaki Sendai–Nezu–Yanaka üçgeninde, Tokyo’nun en eski ve geleneksel muhitinde, tapınaklar ve mezarlıklar arasında uhrevi bir yürüyüş yapmak.
-Kenarda kalmış leziz semtlerden Monzen-nakacho, Fukagawa ve ille de Kiyosumi bahçesinde dolaşmak.
-Asakusa civarındaki her türlü mutfak ve lokanta eşyası satılan Kappabashi Caddesinde turlamak.
- Korakuen’de Tokyo’nun en güzel bahçelerinden Koishikawa’yı gezdikten sonra, hemen yandaki tüyler ürperten roller coaster’e binip, gerilen sinirlerinizi LaQua onseninde gevşetmek.
- İçine girilemeyen imparatorluk sarayını uzaktan seyretmek yerine, halkın girmesine izin verilen doğu bahçelerinde, özellikle açelya mevsiminde yürümek.
- Herhangi bir parkta banka oturup, Tokyo’nun akbaba boyutunda, kedilere saldırmaktan sakınmayan, insanlara da yan yan bakıp "açıkta bir şey mi gördün bilader?" ifadesi takınan, neredeyse gagasının ucundan izmarit sarkan bitirim kargalarını seyretmek.



Kargasız bir Tokyo asla düşünülemez!


Dilerseniz Tokyo belediye sınırları dışına çıkmadan vahşi doğanın kucağına atılmak da mümkün. Şehir merkezinden bir saatlik yolculukla kendinizi Takao veya Mitake Dağlarının yamaçlarına vurmanız, şelalelerinde serinlemeniz, ormanlık arazideki patikalarda kaybolmanız, Okutama Gölünün civarındaki yürüyüş parkurlarında nefes nefese kalmanız (yılanlara dikkat), Tamagawa nehrinin azgın sularında rafting yapmanız tavsiye edilir.




Son derece sık ve yüksek sedir ağaçlarının arasında kaybolduğunuzu sandığınız bir anda çıktığınız düzlükten göreceğiniz Tokyo gökdelenleri manzarası sizi hayrete düşürecek, birbirinin yanı başındaki zıtlıklara alışmanız gerektiğini hatırlatacaktır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"