Haruki Murakami

"Acı kaçınılmazdır, ızdırap ise seçmelidir"

Japonya’dan kesin dönüş yaptığımda bavulumun bir köşesinde Murakami romanları yığılıydı. Kitapları görüp “Bu da kim yahu” diye soranlara “Olm, bildiğiniz gibi değil, bu herif çağdaş Japon edebiyatının en büyük ismi, ahan da şuraya yazıyorum (parmağı ıslatıp sehpaya yazma efekti), on yıla kadar Nobel almazsa ben de kitaptan anlamıyorum” derdim. Arkadaşlarım da “Zaten kitaptan anlamazsın ki” diye beni bozarlardı.

Gel gör ki, o zamanlar ülkemizde pek fazla bilinmeyen Murakami bugün kendi çapında bir fenomen oldu, hayranları geometrik hızla artmaya başladı ve benim Nobel kehanetim Türk medyasında bile dillendirilir oldu. Daha bir hafta önce gazetelerde “Bu yılın en büyük Nobel adayı Murakami” haberleri çıkmaya başlayınca oturup biraz Murakami’den ve bendeki izdüşümünden bahsedeyim istedim. Öyle ya, bundan birkaç yıl önce “Abi, bu herif yakında Nobel alacak” dediğimde “Hadi len ordan, Murakami de kimmiş” diyen arkadaşlarım, bugünlerde “Murakami Nobel’in favorisiymiş” yorumunu yaptığımda “Tabii ki öyle dingil, bilmeyen mi var” diye cevap veriyor...




Neyse efendim, yıllar önce Tokyo’da bir kitapçıda Murakami romanlarının İngilizce çevirilerini bulup girişmemle başlayan Murakami maceram dokuzuncu yılına girdi sanırım. Bu süre içinde “Sputnik Sweetheart” dışındaki tüm romanlarını, öykü kitaplarını, ve kurgusal olmayan eserlerini okudum. Ve büyük bir keyifle okudum.

Murakami’ye ilk olarak “Norwegian Wood”, Türkçe’de bilinen adıyla “İmkansızın Aşkı” ile başladığımda, ilk 30 sayfa sonunda düşündüğüm şu olmuştu; bu kadar basit cümlelerle, sade ifadelerle, bu denli karmaşık duygular, düşünceler nasıl anlatılabilir? İlk 30 sayfada edindiğim bu izlenim, takip eden on-onbeş bin sayfa boyunca da değişmedi; Murakami hakkındaki en kayda değer gözlemim, çok sade bir yazı diliyle çok yoğun duyguları ustalıkla dillendirebildiği şeklindedir. Okurken, “Hah işte, bu duygu en güzel böyle kağıda dökülebilirdi, ben de olsam böyle ifade ederdim. Ama Allah kahretsin, edemiyorum, bu yüzden o büyük bir yazar, ben değilim” diye düşünürsünüz.

Peki, madem bu kadar sade bir dille, basit cümlelerle yazıyor, niçin kitapları yüzlerce (ve hatta binlerce) sayfa diye sorabilirsiniz. Kendini Dostoyevski mi sanıyor, yoksa sayfa başına mı para alıyor? Murakami, anlatımını çok detaylı tasvirlerle zenginleştiren, gündelik hayatı, yaşamımıza dair aklımıza bile gelmeyecek bazı ayrıntıları ince ince işleyen bir yazar. Ancak bu tasvirler ağdalı bir dille yazılmış, çektikçe süneyen tasvirler değil, hayatın içinden gayet yalın tasvirler. Ve bu tasvirleri süslemek için karakterlerin arasında geçen, çok derin bir gözlem ve ince bir mizah ürünü olan diyaloglar da okuma keyfini artırıyor.

Bu sakin, durağan, huzurlu üslup bazı okuyucuları rahatsız edebilir; romanda sayfalarca okuduğu bir sahnede kayda değer bir aksiyon olmaması kimini kızdırabilir. Ancak Murakami’yi seven de bu yüzden sever; o ince detayları, çoğu zaman aklımıza bile gelmeyecek nüansları duru bir ifadeyle okumak hoşumuza gider. Amaç bir an önce bir yere varmak değil, keyifli bir yolculuk yapmaktır.



Murakami’nin detay merakı, çoğu zaman çeşitli markaları kullanması, mekanlara değinmesi, özellikle müzisyenlerden ve eserlerinden bahsetmesi şeklinde gelişir ve epey bir eleştiri konusu olmuştur. Örneğin, romandaki kahramanı sabah kalkar, falanca marka pantolonunun üzerine filanca mağazadan aldığı tişörtü giyer, ayağına X marka ayakkabıyı geçirip Y marka arabasına biner, Z kafesine gidip kahvesini yudumlar. Bu arada, Schubert’in falanca eseri dinlenmektedir, bu eser kişide şöyle çağrışımlar yapar, böyle duyguları uyandırır...

Bazen sayfalarca süren bu gibi tasvirler, alışık olmayan okurda “ne oluyoruz yahu, bana ne bunlardan” tepkisi uyandırır. Ve gerçekten de bu gibi detayların çoğu içerikle ilgisizdir, ilerleyen sayfalarda karşımıza çıkmaz, hikayeye bir şey katmaz. Ama Haruki tüm bu detayları öyle bir anlatır ki, farkında olmadan romana girer, kahramanla beraber üstünüzü değiştirip yemek pişirir, birlikte müzik dinler, araba kullanır ve hatta kedilerle konuşursunuz.



Kediler demişken, bir Murakami romanında ortaya kedi çıkmışsa kendinizi kollayın. O kedi az sonra kaybolacak, sonra bir yerden çıkıp sizinle bilgece konuşacaktır. Murakami’nin tüm romanlarında bir gerçeküstülük, çok özel bir hayal gücüne dayalı bir fantezi dünyası vardır. Ama romanlar aynı zamanda çok sade ve gerçekçidir; roman kahramanları sıradan kişilerdir. İşte Murakami bu gerçeklikle gerçeküstü arasındaki köprüyü gündelik hayattan verdiği detayların yoğunluğu ile kurar (bence). Sizi yavaş yavaş son derece “gerçek” bir kurgunun içine çeker; böylece roman kahramanımız bir anda kedilerle konuşmaya başladığında bu durumu bile doğal karşılar, evdeki tekirinizle “komşunun sarman da aşağı mahalleden mırnav ile işi pişirmiş” diye dedikodu yaparsınız.

Kısacası, konular gerçeküstü, detaylar gerçektir; böylece siz de girift ve kendine has bir ruh hali içinde okursunuz kitabınızı. Bir süre sonra, Murakami’nin romanlarında yer verdiği klişeleri öğrenmeye, hatta okuduğunuz kitaplarda onları aramaya başlarsınız. Örneğin, bazı romanlarda düzgün, biçimli kulaklara yönelmiş bir fetiş vardır. Kimisinde suyu çekilmiş bir “kuyu” içinde gelişir olaylar, kiminde de kınalı bir koyun kahramanımızı yönlendirir. Rüyalar belirleyici olabilir, veya çeşitli klasik müzik/caz/pop parçaları.



Kahramanlardan (en az) birisi gerçek ve gerçekdışı arasında, bu dünya ve bir başka dünya arasında sıkışıp kalmıştır; ikisi arasında gidip gelir. Bu geçişi sağlayan arayüz bir kuyu olabilir; gizli bir geçit, bir otel odası, ucu bucağı belirsiz bir binanın koridorları, yeraltı tünelleri olabilir. Beklenmedik anlarda farklı evrenler arasındaki geçişler sizi mutlaka ayık tutacak ve hikayeye renk katacaktır.

Esas oğlan, büyük ihtimalle içine kapanık, sessiz, düzenli ve tertipli, biraz asosyal bir arkadaştır. Serserinin biri değildir, içkiyle, kumarla arası yoktur. Para hırsı hiç yoktur, kıt kanaat geçinir, boş vakti çoktur, abuk subuk bir şeye haftalarını verebilir. Sabırlıdır, kibardır, kafasının bir yerinde travmatik bir çocukluk aşkı yer etmiştir. Esas kız da yaralı ve gizemli bir karakterdir. Genelde oldukça sade ve gösterişsiz giyinen, makyajsız, duru güzelliği olan bir arkadaşımızdır. Simetrik bir güzelliği yoktur; bir kusuru vardır, ama bu kusur onu çekici kılar. İçgüdüleri gelişmiştir, bir şeyleri hisseder. Hikayenin bir yerinde esas oğlan ile esas kız çok yoğun ve şiddetli bir cinsi münasebetin içinde bulurlar kendini; hatta bu kadar silik iki karakterden böyle bir performans beklemez kimse.

Olaylar, dediğim gibi, gerçek bir dünya ile gerçeküstü bir evrende geçer; gerçek dünya ne kadar bilindik, olağan ise, diğer taraf o derece absürd ve beklenmedik bir yerdir. Olaylar hızlanır, garip karakterlerimiz daha da garip yan karakterler ile birlikte o dünyadan bu dünyaya geçerler, kaybolurlar, belirirler, tehlikeye düşerler, kurtulurlar, tansiyon yükselir, birileri illa ki intihar eder ve birden pat diye kitap bitiverir.

İşte Murakami hakkındaki bir diğer eleştiri konusu. “Yahu, 600 sayfa okudum, okudum, ne oluyor demeye kalmadan pat diye bitti. Eee, ne oldu şimdi?” Vallaha ne diyeyim, siz de haklısınız. Adam ille de bir şey “olsun” derdinde değildir, veya işin o kısmını okuyucuya bırakmayı tercih eder. Bir polisiye romanı gibi sonunda suçluların yakalanacağını, iyilerin mutlu olacağını falan beklemeyin. Zaten absürd olaylar olagelmiştir ve kitap absürd bir şekilde bitebilir.

Yine Murakami’ye, özellikle ülkesinde yapılan en büyük eleştiri, Amerikan kültürü etkisinde kaldığı, çok “batılı” yazdığı, eserlerinde Japonya’ya dair bir esinti olmadığı şeklindedir. Doğru. Zaten ben de hiç bir zaman Japon edebiyatından ve Japonya’ya dair okuma tavsiyesi isteyen arkadaşlarıma Murakami önermem. Karakterler son derece evrenseldir; Tokyo’da değil de, New York’ta, Paris’te, İstanbul’da da rastlayabileceğiniz, modern metropol hayatının içinde kaybolmuş bireylerdir. Kitabın içinde pek fazla “Japon” öğe yer almaz; kimono giymezler, sushi yemezler, sake içmezler, kabuki seyretmezler. Onun yerine jazz ve klasik müzik dinlerler, özellikle Amerikan spor markalarını giyerler, spagetti pişirip şarap eşliğinde yerler. Bu durumun tek istisnası, romanda bir yan hikaye olarak gelişen, genellikle Japonya’nın ikinci dünya savaşı tarihine ilişkin ilginç anekdotlardır.

Tabii bu çok da eleştiri konusu yapılacak bir durum değil bence. Adam mecbur değil ki Japon kültürü ile yoğrulmuş eserler vermeye; çağdaş bir yazar sonuçta. İsteyen okur, istemeyen okumaz. Yine de bir dönem bazı Japon vatandaşlar (hatta Japon kültürü fanatiği yabancılar) tarafından bu yüzden eleştirildi, hatta yurt dışında Japonya’da olduğundan daha popüler olma eğilimine girdi.

Bazen bu yönüyle Murakami Orhan Pamuk ile karşılaştırılır. Tabii Orhan Pamuk, edebi tarzının da ötesinde politik görüşleri ve hakkında üretilen komplo teorileri ile çok daha farklı bir konumda. Murakami de apolitik bir kişilik sayılmaz; kısaca çağdaş insani değerleri benimsiyor ve destekliyor diyebiliriz. Bazen Orhan Pamuk gibi zor okunduğu da söyleniyor, ama bence tarzları çok farklı. Murakami’ye çağdaş edebiyattan bir benzer bulacaksak, Paul Auster’i önerebilirim...



Artık Murakami kendini sanatıyla ülkesinde de, yurt dışında da kabul ettirdi ve en çok sevilen yazarlar arasına girdi. Örneğin, son kitabı 1Q84. İngilizce çevirisi ABD’de piyasaya çıkacağı zaman, insanlar bir gece öncesinden kitapçıların önünde kuyruğa girmişti! Hem de 1200 sayfalık tuğla gibi bir roman için. Bu arada laf açılmışken, 1Q84’ün içinde yer alan “Q”, Japonca’da “dokuz” yerine (kyu) kullanılıyor. Murakami, bu kitapta da farklı dünyalar ve aralarında geçiş klişesini kullandığı için, 1984 / 1Q84 ikilemini yaratmış. 1Q84, tabii ki George Orwell’in 1984’üne bir gönderme yapıyor; 1984, geçmiş bir yıldan 1984’e karamsar bir bakış ise, 1Q84 de gelecekten 1984’e bir bakış niteliğinde.

1Q84 çok güzel bir roman olsa ve şu anda yurdumuzdaki kitapçıların baş köşesinde kendine yer bulsa da, Murakami ile ilk kez tanışacak bünyeler için tavsiye etmem. İmkansızın Şarkısı, Yaban Koyunun İzinde veya Zemberek Kuşunun Güncesi daha uygun bir başlangıç olabilir. Bu romanlarla gerçeğin gerçeküstü ile sarmaş dolaş beraberliğine kanınız kaynarsa Murakami dünyasının derinliklerine dalabilirsiniz. İsterseniz 1Q84’den kedili bir bölüme aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz:

http://www.newyorker.com/fiction/features/2011/09/05/110905fi_fiction_murakami?currentPage=all


Murakami’nin yazmaya başlama hikayesi de oldukça ilginç. Bir gün stadyumda oturup beyzbol seyrederken “aydınlanmış” ve roman yazabileceğini hissetmiş! Acaba sert bir vuruş sonrasında beyzbol topu kafasında mı patladı diye düşünmeden edemedim; ama iyi ki aydınlanmış! Murakami’nin, yazma sürecini, bir diğer büyük merakı olan maraton koşuculuğu ile paralel anlattığı “What I talk about when I talk about running” kitabından takip edebilirsiniz... Koşma ve yazma arasında kurduğu analojilerle keyifli bir otobiyografi sayılabilecek bu kitapta, koşu merakı için “sağlıksız bir işle uğraşmak, sağlıklı bir vücut gerektirir; sağlıksız ruh sağlıklı fiziğe gereksinim duyar” diyerek ilginç bir bağ kurmuş.



Murakami, bir stadyum aydınlanması ile yazmaya başlasa da, edebiyat ile hayli ilgili biri. Amerikan kültürü etkisi altında kaldığı iddiası ile paralel, Raymond Carver, Scott Fitzgerald, Kurt Vonnegut gibi Amerikalı edebiyatçılardan etkilenmiş, ilerleyen yıllarda Japoncaya çeviriler yapmış. Murakami ile “etkilendiğimiz” çağdaş Amerikan yazarlarının birebir örtüşmesinden de ayrı bir keyif alıyorum-Bu arada, Murakami’nin kısa bir tanıtımı için Hasan Saraç ağabeyimin sayfasını tavsiye edebilirim:

http://hasansarac.net/yazar/haruki.html


Gündelik detayları keyifle işleyen Murakami’nin bende ekstra bir hatırı ve etkisi var. Romanlarında geçen mekanlar, karakterlerinin uğradığı cafeler, dükkanlar, yaşadıkları yerler benim Tokyo hayatımla o kadar örtüşüyor ki! Birçok romanına mekan olan Tokyo’daki Aoyama semti benim de iki yıl yaşadığım yer... Özellikle “Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında” romanında kahramanın oturduğu ev, açtığı bar, takıldığı mekanlar hep benim evimin etrafındaydı. O yüzden kitaplarını okurken Murakami’yi her zaman “bizim mahallenin delikanlısı” gibi kendime yakın hissettim.



Murakami ile ortak paydalarımızdan Tokyo'daki Aoyama semti... Moda, tasarım ve gusto merkezi olan Aoyama'nın binaları bile bir Murakami romanının sayfalarından fırlamış gibidir...

Bir de benim Murakami romanları ile aramda mistik bir bağ daha var. Murakami’nin gerçek ile gerçeküstünü, gündelik detaylar ile fantaziyi nasıl harmanladığını düşünürsek, kitaplarla benim aramdaki tesadüfi bağlar kendimi bir Murakami kahramanı gibi düşünmeme yol açıyor.

“Zemberekkuşunun Güncesi” kitabında, ne idüğü belirsiz bir kuş çok garip bir ötüşle kahramanımızın dikkatini çekiyordu. Bu kitabı okumaya başladığım mevsim, baharın civcivlendiği günlerdi ve yatak odamızın kıta sahanlığına bir kuş musallat olmuştu. Çok garip bir ötüşü olan bu kuş, romanı okuduğum haftalar boyunca mesaisini aksatmadı ve her sabah gün doğarken gelip beni uyandırdı. Ardından “Hard boiled wonderland...”de, kahramanımız 3 Ekim sabahı hayatında çok önemli bir dönüm noktasına girerken, kitabın o bölümünü 3 Ekim günü okumuştum.

Ve en son 1Q84’ü okurken, kahramanımız spor salonunda eğitim verdiği kadın müşterilerine kendilerini savunmanın en iyi yolu olarak saldırgan erkeğin hayalarına savurulacak sıkı bir tekmeyi tavsiye etmiş, böyle bir tekmenin acısı detaylı bir şekilde tasvir edilmişti. O paragrafı okuduğum günün akşamı oğlumla top oynarken, bizim hınzır topa öyle bir abandı, ve top benim hassas bölgeme öyle bir yapıştı ki... Kitapta tasvir edilen acıyı birkaç saat sonra gözlerimden akan yaşlarla tecrübe ettim. Yine 1Q84’de, kahramanlarımızın gökyüzünde iki adet ay gördüklerini okumamı takiben, TV’de bir konut reklamı gördüm. İstanbul’u dönüştürmeye kendini adamış bir inşaat şirketimiz, aynı anda Asya ve Avrupa yakalarında birer büyük konut projesi başlatıyor, bunu da gökyüzünde doğan iki ay ile duyuruyordu! TV’de gördüğüme inanamamış, reklama bir daha rastlayabilmek için kanal kanal dolaşmıştım.

Murakami abimize “bütün bunların bir açıklaması var mı” diye haykırdım içimden. Ve birkaç sayfa sonra bana 1Q84’ün en meşhur aforizması ile cevap verdi: ““If you cannot understand it without an explanation, you cannot understand it with an explanation”; yani “Bir şeyi açıklaması olmadan anlayamıyorsanız, açıklaması ile de anlayamazsınız”!

Vallaha öyle, ağzına sağlık Murakami!


Murakami yazısına zeyilname:

Yazıda bahsetmeyi unuttum, zat-ı muhterem 1980'lerin sonlarında Türkiye'ye gelmiş, epey bir gezmiş, dolaşmış. Anılarını (Yunanistan gezisi ile birlikte) bir kitap halinde yayınlamış, Japonca olarak mevcut, Türkçe'ye de daha çok yeni çevrilmiş, yayınlanmak için bekliyor sanırım. Anılarında Türkiye hakkında kimi (çoğunlukla) olumlu, kimi olumsuz yargıları var. Aşağıda bu kitapla ilgili bir bağlantı var, okumanızı tavsiye ederim.

Bağlantının en sonunda bir Türk subayla ilgili (sınır karakolu gibi bir yerde) çay içme hikayesi var. Kitaptan alıntıda bu olayın nasıl geliştiği yer almıyor. Ama yıllar önce kitabın Japoncasını okumuş bir arkadaşım anlatmıştı; Murakami, Doğu'da, (sanırım Van civarında) sınıra yakın ve "hassas" bir bölgede fotoğraf çekerken (ki, kendisi japon olduğundan ha babam fotoğraf çeker tabii ki) askerler kendisini çevirip karakola davet ediyor, orada fotoğraf çekemeyeceğini söyleyip makinasından filmini çıkarttırıyorlar. Neyse ki olay (olabildiğince) tatlıya bağlanmış anlaşılan, bir "geceyarısı ekspresi" derecesine tırmanmamış...

http://egoistokur.com/ekmek-cay-ve-sempati-fotograflarla-haruki-murakaminin-turkiye-seyahatnamesi/


Murakami'nin Türkiye hakkındaki "üniformalı bolluğu" yorumları, ekmek ve çay sempatisi, Nuri Bilge Ceylan'a benzer "yalnız ülke" tanımı ilginizi çekebilir...




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"