Stanford Üniversitesinden Palo Alto Garajlarına

Silikon Vadim O Kadar Yeşildi Ki...

Bundan 40 yıl önce Amerikalı bir gazeteci San Fransisco’nun güneyinde yeşeren yeni bir oluşuma “Silikon Vadisi” adını taktığında ne kastettiğini pek kimse bilmiyordu. Bilişim devrimini yaratan transistör isimli alet 1956 yılında bu coğrafyada silikondan imal edildiğinde dünyanın başına neler geleceğini öngörebilen yoktu. İlk transistörün yapıldığı firmadan ayrılan iki mühendisin kurduğu şirketin isminin “İntel” olması küçük bir ipucu verebilir sanırım...

Belki de bahsi geçen “silikon vadisi” ile, insanın başını aklından almak üzere tasarlanan göğüs implantasyonlarının kastedildiği zannedilmişti. Öyle ya, bahsi geçen coğrafyanın ABD’de Kaliforniya eyaletinde olması ve Kaliforniya adının Hollywood ile özdeşleşmesi, silikonun alternatif kullanım alanını çağrıştırıyor olabilirdi.

Ama silikon vadisinin ne olup ne olmadığı, özellikle dot.com patlamasından sonra herkesin kafasına kazındı. San Fransisco’nun güneyinde uzanan bu bölge teknolocik kaçıkların birinci adresi, Amerika’nın bir numaralı vadisi oldu.




“Vadim o kadar yeşildi ki...” filmine konu olmasa da, Silikon Vadisi’nin yeşil yüzüyle geçen yıl bir iş gezisinde tanıştım. Gecenin bir vakti giriş yaptığımız Palo Alto’daki otelimizden sabahın köründe bir yürüyüş yapmak için çıktığımda doğanın güzelliği, şehrin huzuru, havadaki deha ve servet kokusu aklımı başımdan aldı.

Palo Alto, sanırım Silikon Vadisinin en yaşanılası şehirlerinden. Şehir deyince, kafanızda kalesi, çarşısı, otogarı, toptancı hali falan olan bir şehir belirmesin; bir tren istasyonunun kuzey doğusuna doğru uzanan, bahçe içindeki az katlı evlerin hakimiyetindeki müreffeh ve huzurlu bir banliyöden bahsediyorum.



Bildiğimiz şehirlerle tek akrabalığı, istasyondan aşağı doğru uzanan “Mecburiyet Caddesi”. Caddenin başlarında yer alan birkaç seçkin (=pahalı) cafe, restoran ve mağaza boyunca yürüdükten sonra, Amerika’nın tahminen en pahalı gayrımenkullerinin bulunduğu bölge boyunca keyifli bir gezinti yapabiliyorsunuz. Gayet nezih bir nebatat ve son derece hoş mimari tasarımlar arasında iç çekerek kıskançlığınızı bastırmaya çalışıyorsunuz.

Aklınıza hemen Sezen Aksu gibi “lüküs kamarada kimler oturur” dizesi gelebilir. Vallaha ben size söyleyeyim; Steve Jobs, Larry Page (google kurucusu), Hewlett, Packard gibi bilişim muhteremleri yanında, Irvin Yalom üstadımız, Condoleeza Rice gibi politik şahsiyetler Palo Alto muhtarlığından ikametgah ilmuhaberi almış.



Yapıların mimari tasarımları demişken, mimarinin toplumsal hayatı nasıl etkilediğinin canlı örneğini burada bir kez daha gördüm. Bence Amerikan mimarisinin en önemli unsuru, müstakil evlerin yanı başındaki müstakil garajlardır. Bu garajlar olmasa, bugün ulaştığımız gerek sanatsal, gerekse de teknolojik seviyenin çok altında kalacaktık.

Örneğin, kanları kaynayan, müzik yapmak isteyen gençlik, ev ahalisini rahatsız etmemek için garajda kendilerine bir düzenek kurar ve davula, elektrogitara abanırlar. Amerikan rock tarihinin nice büyük grubunun garajlardan çıktığını bilirsiniz... (Hemen müzik kutuma döneyim, Metallica’dan “Garage Days Revisited” açayım) Garajların Amerikan yaşam tarzına bir diğer armağanı da, “garage sale” denilen, artık işe yaramayan ev eşyalarının 3-5 kuruşa satılarak ihtiyaç sahiplerini bulmasıdır.

Amaaa... garajların bu yazımızla ilgili en büyük katkısı, teknolocik buluşu olan zihni sinirlere sakin bir çalışma ortamı sunması. Bugün hepimizin ismen bildiği milyar dolarlık bilişim şirketlerinin çoğu silikon vadisi civarındaki evlerin garajlarına kapanıp icat yapan girişimcilerce kuruldu. Bu gibi şirketlerin tarihçesini incelediğinizde, çoğunun köklerinin bir garajda atıldığını okursunuz. İşte bu garajların önemli bir kısmı Palo Alto sokaklarında bulunuyor. Herhalde en tanınmışı Hewlett ile Packard amcaların kurduğu HP’nin doğduğu garaj...



Kimbilir ne dönüyor bu garajın kapalı kapıları ardında... Başımıza yeni icat çıkarmayın uleyynnn...

Benim yolum bizzat HP garajına rast gelmedi, ama Palo Alto caddelerinde yaptığım yürüyüşler boyunca önünden geçtiğim garajlara pis pis baktım. İçeriye kapanıp çalışan kaçık dahilerin başımıza ne çoraplar örmek üzere olduğuna dair tahminler yürüttüm. Hatta, birkaç garajdan içeri kızılcık sopasıyla dalıp icat yapan varsa meydan dayağı çekmeyi düşündüm; ulan insafsızlar, yeni bir alet çıkaracaksınız başımıza, perakende fiyatı bin dolar, alsan olmaz, almasan olmaz...

İşte, bizim coğrafyamızda da böyle garajlı evler olsaydı, şimdiye kadar ABD’ye fark atmıştık, ancak coğrafya ve mimari yüzünden kaybettik yarışı... Ama tek faktör bu olmasa gerek; yoksa, bırak müstakil garajı, 4 kişilik ailesiyle 35 metrekare evde yaşayan Japon mucit nasıl başardı?



O zaman, cevabı eğitimde arayalım ve Palo Alto’nun medar-ı iftiharı Stanford Üniversitesine bakalım. Palo Alto’da trenden inince, Mecburiyet Caddesine dönmek yerine, tam aksi istikamete seğirtirseniz karşınızda Stanford Üniversitesini görürsünüz. Zaten Palo Alto’da garajlı evler dışında görülecek pek bir şey olmadığı için, sınırlı vaktinizi bu üniversiteyi gezmeye ayırmanızı tavsiye ederim...

Merak etmeyin, kimse üniversite kapısında sizi durdurup kimlik, ehliyet, iyi hal kağıdı falan istemeyecektir. Elinizi kolunuzu sallayarak üniversiteye girmeniz mümkündür.



Stanford Üniversitesinin kuruluşu hakkında e-posta gruplarında çok dolaşan bir hikaye vardır. Üniversitenin kurucusu olan Kaliforniya valisi, zengin işadamı Leland Stanford ile eşi, 16 yaşında ölen oğullarının anısına bir şeyler yapmak isterler, Harvard’a gidip rektörle görüşürler ve Harvard’a bir bina yaptırmak isterler. Hikayeye göre rektör onları küçümser, bunlar da Kaliforniya’ya dönüp “Bu da Harvard’a kapak olsun” diye Stanford’u kurarlar...



Bu şehir efsanesinde bir gerçek payı vardır; Stanfordgiller, gerçekten de Harvard rektörüyle görüşürler; ama fikir almak için! “İyi bir üniversite kaça patlar” konusunda Harvard’ın fikrini alırlar ve o günün parasıyla 5 milyon Dolara halledebileceklerini öğrenince işe girişirler.



Şu binaya bak yahu! Kaça patlar böyle bir üniversite??

Sonrasını ise biliyorsunuz. Bugün batı yakasının en prestijli üniversitesi ortaya çıkmış. Stanford akademisyenlerinin ve mezunlarının kazandıkları onlarca Nobel ödülü sizi şaşırtmayabilir; ama sırf Stanfordluların Londra olimpiyatlarında 12 altın kazanıp Türkiye’ye birkaç tur bindirmesi ilgimi çekti.



Tabii Stanford Üniversitesinin en büyük başarısı girişimci yaratması. Bu girişimci patlamasının mimarı da 1950’lerdeki mühendislik dekanı Frederick Terman olmuş. Diğer meşhur okullar mezunlarını büyük şirketlerde saygıdeğer işler bulmak için yönlendirirken, o öğrencilerini kendi işlerini kurmaları, Savunma Bakanlığı başta olmak üzere proje almaları konusunda iteklemiş.

Terman’ın tavsiyelerini dinleyen mezunları sayesinde türeyen şirketleri biliyorsunuz. HP, Sun, Google, Apple, Yahoo ve niceleri Stanford tozu yutmuş. Stanford’un ve Silikon Vadisi’nin bir diğer büyük başarısı da, yaratıcı fikirleri destekleyecek girişim sermayesi modelini en etkin şekilde uygulayan coğrafya olması.

Şimdi konuyu dağıtıp girişim sermayesi nutku çekmeyeyim, ama anlayış olarak bize o kadar uzak ki... Ülkemizde fiziksel bir güvence, ipotek vs. olmadan kimseye para koklatılmazken, bu coğrafyada sadece uçuk bir fikire yüzbinlerce dolar yatırılmış. Bu fikirlerden %95’i belki batmış, ama aradan çıkan bir adet google sermayeyi misliyle kurtarmış!



Stanford'da Packard Binası... "Yeter ki fikrin olsun" der gibi bakıyor...

Seyahatim esnasında bu girişim sermayesi şirketlerinin birinin başkanıyla tanıştım; bana görüştükleri girişimcilere “şimdiye kadar batırdığın işleri anlat” diyorlarmış. Eleman oltaya gelip “hiç iş batırmadım” derse, görüşme oracıkta bitiyor ve girişimcimiz avucunu yalıyormuş.

Girişim sermayecileri gibi, çok etkin kuluçka (inkübatör) modellerini de görme şansımız olduydu. Fikri olup da, parası, mekanı, muhasebecisi, avukatı bulunmayan zihni sinirler için o kadar uygun ortamlar yaratılmış ki... Şimdi konuyu dağıtmayayım, meraklısı varsa bana yazsın, anlatayım...

Etkileyici kampüsüyle tanınan Stanford’a dönecek olursak; ODTÜ’den sonra gördüğüm en güzel kampüslerden olan Stanford, New York’taki Central Park’ın mimarı Olmsted tarafından tasarlanmış. Kaliforniya bölgesine hakim olan İspanyol koloniyal mimari tarzı kampüse hakim olmuş ve eli yüzü düzgün, gayet hoş ve etkileyici görünen bir yerleşke yaratılmış.





Ana binalarda kullanılan kumtaşının özenli masonik işçiliği ve kızıla çalan sarı-turuncu binaların mavi gökyüzü ile kontrastı kampüsü oldukça etkileyici kılıyor. Sütunlarla, kemerlerle, pasajlarla bezenmiş yerleşkede keyfinizce dolaşabilirsiniz.



Kaliforniya güneşi altında sütunlar çok güzel ışık oyunları yaratıyor...



Kampüsün en göze batan yapıları arasında Hoover Kulesi başta geliyor. ABD Başkanlarında Herbert Hoover’in kurucularından olduğu araştırma enstitüsünün bir parçası olan kuleye çıkmak mümkün imiş; ama benim her zamanki makus talihimin bir sonucu olarak ben oradayken kule bakımdaydı...



Kampüsün bir diğer göz alıcı binası ise Memorial kilisesi... Son derece etkileyici bir dış mimariye sahip olan, duvar süslemeleri ve mozaikleri göz alan kilisenin içine giremedim, yine bir sebepten kapılar kapalıydı.





Kampüsteki bir diğer meşhur yapı da, Flashforward dizisinde de çok bahsi geçen lineer hızlandırıcı. Kampüsün bir miktar dışında yer aldığı için orayı da gezemedim...

“Ulan, gezemediklerini boşver de, gezebildiğin yerleri anlat” dediğinizi duyar gibiyim. Öncelikle, kampüsteki bir çok binanın kapıları ardına kadar açık. Binalardaki isimler de öyle böyle değil; destursuz, salavatsız girmeye korkar insan. Yok William Gates binası, Hewlett apartmanı, Packard bilmemnesi derken, kampüste iz bırakanların isimleri insanı eziyor.



Eğer bir heykel severseniz, Stanford kampüsü tam size göre bir yer! Yerleşkenin ana girişine yakın bir avluda Rodin’in “Burghers of Calais”ini görmek sizi heyecanlandırabilir. Benim lanetli talihimin bir sonucu olarak “Kalenin Burgerleri” üstleri örtülmüş, tamirat bekliyorlardı.



Kampüste sadece Rodin'in değil, Miro'nun da eserleri var...

Ancak, kampüs içinde bulunan Cantor Sanat Koleksiyonu’nun 200 parçaya yakın Rodin eserine ev sahipliği yaptığını memnuniyetle öğrendim! Paris’teki Rodin Müzesi hariç, en kapsamlı Rodin koleksiyonu Stanford sınırları içindeymiş meğerse... Ben gittiğimde tabii ki müze binası kapalıydı (duymaktan bıktığınız şekilde), ama Rodin’in bronz eserlerinin çoğu bahçede sere serpe sergileniyordu...



Koleksiyondaki en etkileyici eser, sanırım, “Cehennemin Kapıları” idi. Dante’nin İlahi Komedyasından ilham alan Cehennemin Kapıları, insanın saatlerce seyredip tefekküre dalabileceği ürpertici bir eser.



Cehennemin Kapıları! Brrrrrr....

Tefekküre dalabilirsiniz derken “düşünen adam”ı kastettim tabii ki. “Cehennemin Kapıları”nın en meşhur parçası olan düşünen adam, belki de heykel sanatı denildiğinde dünyanın en tanıdık figürü... “İnsan düşünen hayvandır” denildiğinde herkesin aklına gelen simge.

Herhalde dünyada “düşünen adam” heykelini bilmeyen bir tek Papua Yeni Gineliler vardır... Diye düşünüyordum, ama onlar da 1994 yılında Stanford’a geldiklerinde heykeli görmüşler, Kenan Paşa gibi “Yahu, bunu biz de yaparız” demişler ve ortaya nefis bir “düşünen adam” yorumu çıkmış:



Papua Yeni Gine modeli Düşünen Adam! Daha iyisini yaparız netekim...

Efendim, eğer Rodin sizi kesmezse, yerleşke içindeki “Papua Yeni Gine Heykel Bahçesi” projesini mutlaka ziyaret edin! 1994 yılında Stanford’a gezmeye gelen on kadar Yeni Gineli sanatçı, yerleşkenin bir köşesindeki ağaçların altına postu sermişler ve altı ay boyunca odun yontarak muhteşem eserler yaratmışlar!






27 yaşından 74 yaşına kadar sanatçıların bulunduğu Papua Yeni Gine delegasyonu, abartılı detaylara sahip sıcacık heykelleriyle kampüsün en renkli köşelerinden birini yaratmış! Benim de Stanford’da en çok hoşuma giden yer burası oldu; über-teknolojinin merkezi, bilişim dünyasının kabesi Stanford Üniversitesi’nin göbeğindeki medeniyet öncesi heykel bahçesinin gururlu direnişi!


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"