San Francisco Yokuşları


İSTANBUL + TRUVA = SAN FRANSİSCO?

Geçen yaz San Francisco’ya gitmeden birkaç ay önce, ve henüz gideceğimi bilmiyorken, Italo Calvino üstadın “Görünmez Kentler” kitabını okuyordum. Görünmez Kentler, Marko Polo’nun kurgusal bir üslupla Tatar İmparatoru Kubilay Han’a sunduğu gezi notlarından oluşuyor. Bu notlarda Marko Polo, İmparatora “gezmiş” olduğu ütopik kentleri, imkansız kentleri anlatıyor; ancak kitabın sonlarına doğru gerçek kentler de misafir sanatçı olarak hikayeye katılıyor ve şöyle bir bölüm okuyorsunuz:

“...Ama Troya’dan söz ederken ona İstanbul’un biçimini vermek geliyor içinden; kurnazlıkta Odysseus’tan hiç de geri kalmayan Mehmet gece vakti gemilerini Pera ve Galata’dan dolaştırıp akıntıda yüzdürerek Boğaz’dan Haliç’e indirinceye kadar, kenti aylar boyu sürecek bir kuşatmayla nasıl sıkıştıracaktı, bunu düşünmek geliyor içinden. Ve bu iki kentin karışımından bir üçüncüsü, Golden Gate ve körfez üzerine upuzun ince köprüler uzatan, hepsi yokuş bütün yollarında dişli tramvayların tırmandığı, sarı ırkın, siyah ve Kızılderililerin, Yüce Han’ın İmparatorluğundan çok daha büyük bir İmparatorlukta hayatta kalan beyazlarla birleşmelerini sağlayacak üçyüz yıllık uzun bir kuşatmanın ardından, bundan bin yıl sonra Pasifik’in başkenti olarak doğacak ve adı belki de San Francisco olacak bir kent çıkıyordu ortaya...”


Şiirsel bu paragraf, San Francisco’yu Truva ve İstanbul’un karışımından doğan bir şehir olarak tanıtıyor. Nasıl bir karışım ama? İçimde San Francisco’yu görme isteği uyanıyor tabii; evrene gönderdiğim sinyaller ozon tabakasından dışarı sızıyor ve birkaç ay sonra San Francisco’ya gitme fırsatı buluyorum.

Italo Calvino’nun teşhisini bir kez daha okuduktan sonra San Francisco’yu temaşa etmek ve İstanbul’la olan benzerliğine tanık olmak için kendimi sokaklara vurmaya hazırlanıyorum. Ama iki sebepten dolayı gezi rotamı iyi tasarlamam gerek. Birincisi, boş zamanım çok sınırlı; ikincisi de, her TV seyircisi gibi, San Francisco’nun ölümcül yokuşlarla kaplı olduğunu biliyorum.


Yokuş ama, öyle böyle yokuş değil...

Bu yüzden, San Francisco’ya gitmeden önce internet üzerinden birkaç rehberi inceliyorum ve şehri yürüyerek gezmek için önerilen “Barbary Sahili Rotası”nı takip etmeye karar veriyorum. Rota, çok ağır yokuşlara sardırmadan beni şehrin en civcivli ve görülesi bölgelerinde gezdirmeyi vaat ediyor.

San Francisco derli toplu bir şehir ve yürüyerek gezmek için gayet uygun. Şehir, über kozmopolit yapısı, Çin, İtalyan, Japon ve hatta Amerikan mahalleleri, zengin ve lüks muhitleri, beat ve hippi kuşaklarının yeşerdiği semtleri, eşcinsel hareketi, evsiz barksızları, deniz kıyıları, yüksek tepeleri, köprüleri, kuleleri ile farklı kültürlerin kaynaştığı bir özgürlük mıntıkası.


Tek kare içinde Çin, İtalyan ve Amerikan mimarileri iç içe...

San Francisco aynı zamanda olağandışı coğrafyası, değişik mimari tarzları ve kentleşme planı ile farkını ortaya koyuyor ve her daim bir film platosu görevi görüyor. San Francisco’nun başrolde olduğu film ve dizileri bir düşündüğünüzde çetelesini tutmanın zorluğunu fark edeceksiniz...


Şimdi başlayalım bu güzel şehri gezmeye... San Francisco, mutlaka yürünmesi gereken bir şehir. Kent merkezi çok yayılmadığı için yorulduğunuz yerde toplu taşım ağına ulaşmanız  zor olmayacaktır.


Ben de genel tavsiyeye uyup Barbary yürüyüş rotasının başladığı noktayı buluyorum; eski Darphane binası. İşte, dakika bir, gol bir: İstanbul ve SF arasındaki ilk benzerlik... İki şehir de başkent olmamasına rağmen Darphane’nin bulunduğu şehirler. San Francisco eski Darphanesi, Kaliforniya eyaletinde altına hücumun hasılatını değerlendirmek için 1854’te kurulmuş. İstanbul’daki Darphane için söylenecek bir şey yok; şehrin taşının toprağının “altın” olması yeter! İki şehirde de “eski” darphane faal değil, yeni darphane binaları hizmette...


Aslında San Francisco’da darphane neredeyse şehirle eşzamanlı kurulmuş. 1849 yılında ABD’liler şehri Meksikalıların elinden aldıktan sonra kısa zamanda nüfus 400’den 25,000’e çıkmış! Tabii ki bu nüfus artışının en önemli itekleyicisi altın ve gümüşe hücum olmuş.

Peki, darphanenin önünde dikildik, halk arasında ismi “Granite Lady” (yani, taş gibi hatun) olan binaya baktık... Şimdi hangi yöne gideceğiz? Merak etmeyin, Barbary Sahil Rotası’nı işaretlemek için yere çakılmış 170 adet levha size yönünüzü göstermek için hizmete hazırdır:


Yaklaşık 6 kilometrelik rota boyunca, dara düştüğünüzde bu levhayı arayarak yürümeye devam edebilirsiniz. Daha pratik bir çözüm ise elinize bir harita almanız! Barbary “Sahil” Rotası’nın sahil ile ilgisi, eskiden deniz kıyısında olan, altına hücum dönemlerinde liman görevi yapan bölgeden de geçiyor olması...

Levhalarımızı takip ettiğimizde ilk durağımız Market Caddesi ve Union Meydanı. Şehir merkezinin köşegeni diyebileceğimiz Market Caddesi, San Francisco’nun en bilindik piyasa mekanı. Tüm büyük markaların dizildiği bu cadde boyunca cüzdanınıza hakim olmak için fazla sağa sola bakmamanızı, gözünüzü yerdeki barbary rotası levhalarından ayırmamanızı tavsiye ederim...


Market Caddesi ve meşhur tramvayı!

Market Caddesini kazasız geçebilir, önünde yüzlerce metrelik kuyruk olan turist tuzağı tramvayları atlatabilirseniz kapağı Union Meydanı’na atabilirsiniz. SF’nin Taksim Meydanı diyebileceğimiz bu meydan, her türlü buluşmanın, toplaşmanın, gösterinin, protestonun, partinin, eğlencenin ve sairenin merkezi olmuş.


Meydanı çevreleyen büyük otellerin, iş merkezlerinin ve mağazaların ortasında bir soluklanmanızı, etrafınıza bakınıp (varsa) sergi, konser gibi etkinliklerden faydalanmanızı tavsiye ederim.


Meydana doğu istikametinden gelip saplanan küçük bir sokak vardır ki, bir beş dakikanızı ayırmanızı tavsiye ederim. Maiden Lane denilen bu sokak, yıllar önce San Francisco şehrinin fuhuş ihtiyacını karşılamakla meşhur olup, vukuatsız gecesi geçmezmiş.

1906 depreminde bu bölge dümdüz olduktan sonra (tabii ki işlenen günahlar yüzünden) müteşebbis bir kuyumcu tarafından lüküs bir alışveriş muhiti olarak temeli atılmış. Bugün de lüks markaların mağazalarının bulunduğu Maiden Lane’in kirli geçmişi ve temiz bugünü arasında tek bir ortak nokta kalmış; yüklü para harcıyorsunuz!


Maiden Lane’in en görülesi yapısı, Frank Lloyd Wright’in Xanadu galerisi...

Maiden Lane ve Union Square civarındaki mimariyi iyice içinize çekin... San Francisco denildiğinde aklınıza gelecek klişelerin izlerini etrafta görebilirsiniz. Üstündeki levhadan 95 yıl önce dikildiği okunan sokak lambalarından, yangın merdivenli eski evlere kadar tam bir nostalji rüzgarı...


Binalar boyunca üst üste dizilmiş Z harfleri gibi uzanan yangın merdivenlerinin estetiğine hayran oldum. 40 yıldır seyredegeldiğim o muhteşem Amerikan polisiyelerinde en çok özendiğim detaylardan olmuştur yangın merdivenleri. Başın sıkıştığında pencereden çıkıp basamakları ikişer üçer atlayarak aşağı koşarsın, kötü adam peşine takılır, tabancayla ateş eder ama kurşun “teingg” sesiyle trabzanlardan seker. Merdivenler yer seviyesine 2-3 metre kala biter, sen de bir çöp kutusuna atlayarak postu kurtarırsın.


İşte bu sahneleri düşünerek bakakaldım yangın merdivenlerine... Canım bir binanın beşinci katına tırmanıp suç işlemek istedi! Ah bu merdivenler memleketimde olsa ne polisiyeler çekerdik, Behzat Ç.’ye bile ayrı bir tat gelirdi diye düşünmeden edemedim...

San Francisco ve suç denilince aklıma çocukluğumun en favori dizilerinden San Francisco Sokakları geldi tabii ki. Karl Malden amcamız ve henüz seks bağımlılığı hastalığına yakalanmamış olan genç Michael Douglas abimiz dökümlü pardesüleri ile SF yokuşlarında yangın merdiveninden kaçan suçluları kovalarlardı.


Ah şu merdivenlerden paldır küldür bir inesim geldi!

Dizinin her bölümünde mutlaka bir araba kovalama sahnesi vardır, ve arabalar yokuş aşşa tam gaz giderken sokakların kesişimindeki düzlüklerde mutlaka zıplar, altları yere sürterek kıvılcımlar çıkarır, tramvaylara çarpmalarına ramak kalır ve suçlu yakalanır. Bu San Francisco klişesi o kadar çok kullanılmıştır ki, Beastie Boys’un “Sabotage” şarkısının klibinde mükemmelen ti’ye alınır:


Sanırım San Francisco’nun öküz öldüren yokuşlarında kovalamaca sahnesi çevrilmeyen bir gün bile yoktur. Nitekim, ben dolaşırken de yokuşlara çöreklenmiş bir film ekibiyle burun buruna geldim:


Efendim, kriminal dünyaya dalınca konu konuyu açıyor; bir de Çin Mahallelerinde geçen sahneler vardır. Bilindik klişelerden biridir yine, görünürde sakin ve nezih bir Çin Lokantası olan mekan, mutlaka çok pis işlerin döndüğü, mafyanın cirit attığı yerlerdendir. Filmde kovalanan suçlu (Çinli olsun olmasın) Çin mahallesinde bir restorana gelir, ön kapıdan girer, arka kapıdan çıkar, üst kata tırmanır, ortalığı dağıtır vesaire... İşte bu sahnelerin de menşei San Francisco’dur.


Konuyu fazla dağıttık, Barbary Rotasından da uzaklaştık diyecektim, ama Union Meydanı ve Maiden Lane’den bir durak sonrası San Francisco Çin Mahallesidir. Asya dışındaki en eski ve en büyük Çin Mahallesine otantik bir Çin kapısının altından geçerek girersiniz.


1850’lerde altına hücumla beraber SF nüfusu patlayınca, Çinliler de binlerce kilometreden paranın kokusunu almış ve bölgeye yerleşmiş. Çin ile ticaret patlamış, bölgede okullar, hastaneler, kilise ve tapınaklar kurulmuş.


Bugün Çin mahallesini boydan boya geçen caddeler üzerinde daha çok lokantalar, çayhaneler ve hediyelik eşya dükkanları yer alıyor. Dükkanlarda satılan mallar tabii ki Çin malı, ama bu durum Çin mahallesine özgü değil. Sanırım San Francisco’ya gelmişken en hesaplı ve pazarlıklı alışveriş yapılabilecek mahalle burası olmalı...


Çin mahallesinden biraz yokuş aşağı saldığınız zaman Portsmouth parkına varıyorsunuz. San Francisco’ya ilk Amerikan bayrağının çekildiği ve şehrin ilk halk meydanı kabul edilen Portsmouth’un köşesine, Çin’deki Tiananmen olayları anısına dikilen Demokrasi Tanrıçası heykelinin dibinde biraz soluklanıyorsunuz.



Parkta pişpirik oynayan amcaların yanındaki sokaktan aşağı doğru rotanıza geri döndüğünüzde de tanıdık bir San Francisco figürü olan Transamerica Piramidini görüyorsunuz.


SF’nin en bilindik siluetlerinden olan Transamerica binası, bir zamanlar (deniz doldurulmadan) San Francisco limanının giriş kapısıymış. Şehre gelen gemiler, sarhoş gemiciler, onları ağırlayan han ve tavernalar bir zamanlar bu bölgeyi mesken tutmuş. Denizcilerle birlikte her türlü itin, uğursuzun da mekan tuttuğu bu bölge, bir asır kadar öncesinde “şangaylama” ile meşhurmuş!


Şangaylama terimini de San Francisco’da öğrendik... Altına hücum ve deniz ticareti hızla gelişince gemilerde çalışacak tayfa sıkıntısı baş göstermiş. San Francisco’nun liman bölgesindeki tavernalarda saf vatandaşları içki, uyuşturucu veya kadınla kandırıp, ya da zorbalıkla alıkoyarak gemilerde köle gibi çalıştırırlarmış. Olayı bildiğimiz Şangay ile nasıl ilişkilendirmişler bilmiyorum ama, bölgede fazla sallanırsanız geçmişten gelen lanetin sonucunda kendinizi forsa olarak bulabilirsiniz.


Ama gel gör ki bölge artık “finans ve ticaret merkezi” olarak biliniyor. İşte bir başka İstanbul benzerliği; bizim Karaköy ile kardeş mahalle ilan edilebilecek bir mekandayız. Eskinin cevval denizcileri, tavernalar, kavga ve gürültüler ve bugünün para ve ticaret merkezi! İhsan Oktay Anar’dan bir San Francisco limanı tasviri alsak?


Biz Barbary rotamızdan ayrılmayalım ve “Gold Street” diye bilinen daracık caddeden yukarı dönelim. Bu bölge, altına hücum günlerinde maden analistlerinin merkeziymiş. Yani, elinizdeki madene bakıp kaç para edeceğini belirleyen simyacılar burada dükkan açmış. Şimdilerde eski tuğla binalarında sanat galerileri, kulüpler falan var.


Artık Çin mahallesi ve eski liman/yeni finans merkezinden sıyrılıp bambaşka bir aleme adım atmanın zamanı geldi. Altın Caddesinden az yukarı çıkınca Colombus Bulvarı’nın başına ulaşırsınız. Artık Çin mahallesinden çıkıp İtalyan mahallesine girdiniz diyebiliriz. Dim Sum lokantaları trattorialara, soya sosu kokuları da frappaccinolara teslim oluyor burada.


Ama bu bölgenin en büyük kültürel mirası İtalyanlardan değil, 1950’lerin beat akımından geliyor. Colombus boyunca biraz yürüdükten sonra, beat kuşağının San Francisco’da yeşerdiği nokta olan “City Lights” kitapçısı ve Vesuvio Barı’nın köşesine varıyorsunuz. Beat akımının kutsal kitabı olan “Yolda” ve hikayesi için:


San Francisco’lu gazeteci Herb Caen, Jack Kerouac, Allen Ginsberg, Neal Cassady ve şürekasına beatnik ismini buralarda yakıştırmış. Size tavsiyem, önce City Lights kitapçısına bir dalıp havasını koklamanız ve hatta birkaç kitap satın almanız.


Meşhur City Lights kitapevi... Girin, gezin...

Sonra da soğuk bir birayla yorgunluğunuzu atmak için yandaki Vesuvio’ya takılabilirsiniz. Jack Kerouac kokteyli gibi çeşitlemeleri bulabileceğiniz barın duvarları, beatnik döneminin yaşayan bir müzesine dönüşmüş.


Tahminen çulsuz beat’lerden bıkmış olan işletmeci, duvara uyarıyı yapıştırmış: “Eğer unutmak için içiyorsanız, parasını baştan ödeyin”.


Eğer CityLights ve Vesuvio sizi kesmediyse, beat kültürüne doyamadıysanız, yakındaki Beat Müzesini görebilirsiniz. Benim gibi vaktiniz kısıtlıysa, Colombus caddesi boyunca, Washington Meydanı’na kadar yürümeye devam edin... Biraz dinlenmenizi tavsiye ederim, çünkü az sonra koca beyaz katedrali solumuza alıp Filbert caddesinin öküz öldüren yokuşunu tırmanacağız...

Yol boyunca sevimli viktorya dönemi tarzı evlerin yanından geçerken yokuş öylesine dikleşiyor ki, düz bir şekilde ileriye baktığınızda asfaltı görüyorsunuz ve zemin ile burnunuz arasındaki mesafe 30-40 santime kadar düşüyor... Biraz daha dişinizi sıkın, az sonra San Francisco’nun “yedi tepe”sinden biri olan Telgraf tepesine varacaksınız!


Yedi tepeli San Francisco... İşte İstanbulla bir benzerlik daha bulduk. Madem ki San Francisco ölümcül yokuşlarıyla ünlü, bu yokuşların bir tepeye çıkması gerekmez mi? İşte bunlardan biri, ve bence en görülmeye değeri Telgraf tepesi...

Eskiden bu tepe yüksek ve merkezi konumundan dolayı işaretlerle mesajlaşmak için kullanılırmış. Ama telgraf icat olunca mertlik bozulmuş; yine de tepenin ismi telgraf tepesi olarak kalmış.


Telgraf tepesi, şehrin ortasında yüksek ve yeşil bir vaha. Hatta şehirden öylesine izole olmuş ki, tropik bir papağan familyası bu bölgeyi kendine yuva edinmiş. Telgrafın tepesine kuşlar mı konar? Evet, hem de papağanlar konmuş!

Diliniz beş karış dışarıda parka ulaştığınızda tepenin tepesinde neyi görüyorsunuz? Coit Kulesini. Mimari olarak benzemese de, İstanbul ile akrabalık kurma duygularınız coşuyor ve Galata Kulesini anımsıyorsunuz. Ama ben Coit Kulesini Beyazıt Kulesine daha çok yakıştırıyorum, çünkü Beyazıt Kulesi yangın gözetlemek amacıyla yapılmış olup, Coit Kulesinin hikayesi de yangınlar ve itfaiyeciler ile ilintili.


Kuleyi yaptıran Bayan Lillie Coit çok ilginç bir kişilik. 19. yüzyılda yaşamış olmasına rağmen, pantolon giyen, puro içen ve feci kumar oynayan sıra dışı bir kadın karaktermiş. Daha 15 yaşında bir yangına koşan tulumbacılara yardım etmiş ve onların maskotu haline gelmiş. Hayatı boyunca fahri bir itfaiyeci olarak tanınmış ve şehrin bu güzel tepeciğine de, vasiyetini takiben, kuleyi konduruvermişler.


Sırtınızı kuleye yasladıktan sonra başınızı sağa çevirseniz Bay Bridge Köprüsü ve Angel Adası, sola çevirseniz Alcatraz Adası ve Golden Gate Köprüsü, arkanızı dönseniz yedi tepeli San Francisco’nun diğer tepeleri... Derken manzaranın kralını seyreyliyebiliyorsunuz.


Telgraf tepesinde manzaranın keyfini sürdürdükten sonra, aklı olan Barbary rotasını takip eder ve bayır aşağı kıyıya doğru iner. Ama aklı olan dedim, kendimi hariç tutuyorum. Karşıda görülen Rus tepesi ve akla ziyan Lombard Caddesinin manzarası beni tahrik ediyor ve yepyeni ve dimdik bir yokuşa tırmanmak için Telgraf tepesinden ayrılıyorum...

San Francisco’nun telgraf tepesinden sonraki en güzel ikinci tepesine Rus tepesi denmiş, çünkü Amerikalılar bölgeye ilk geldiklerinde buralarda Rus mezarları bulmuşlar! Meğer Rus milleti 1800’lerin başlarından beri bu bölgeye gelip gidermiş, ama altını bulmak Amerikalılara nasip olmuş.


Rus tepesinin en bilindik noktası Lombard Caddesinin Hyde Caddesi altında kalan bir blokluk bölümü; %27 eğimli bir caddede son derece keskin 8 virajdan oluşan yol San Francisco’nun en çok ilgi çeken noktalarından... Hayatımda bir kez %31 eğimli kayak pistinden kaydığım (ya da yuvarlandığım) için, %27’nin ne demek olduğunu iyi bilirim!


Arabaların sadece iniş yönünde 5 kilometre hızla gidebildikleri bu cadde, dünyanın en kıvrımlı ve eğri büğrü caddesi olarak kayıtlara geçiyor. Yayalar da yol kenarındaki merdivenlerden yürüyerek, genelde sadece piyasa yapmak için caddeden inen arabaları seyrediyor... 


Lombard Caddesinin tepesine ulaştığınızda Hyde Caddesine çıkmış oluyorsunuz. Hyde Caddesi, San Francisco’nun alamet-i farikası olan tramvaylarının en popüler rotalarından. Bu noktadan sonra sahile ulaşmak için tramvaya binebilir veya bacaklarınızı bayıraşşa yerçekiminin gücüne bırakabilirsiniz.

Kıyıya doğru yürürken marinanın, Alcatraz adasının, solunuzda Golden Gate köprüsünün manzaraları gerçekten nefes kesici. Hyde Caddesinden kıyıya doğru inen tramvayın, fonda Alcatraz Adası önünde görüntüsü en bilindik San Francisco imajıdır...


Efendim, tramvay sistemi hakkında da birkaç kelam etmek farz oldu. Bu bol yokuşlu şehirde kol gücüyle işleyen bir tramvay sistemini 1870’lerde kurmaya başlamış San Francisco’lular. “Palo Alto” yazımda bahsettiğim, Stanford Üniversitesi’nin kurucusu Leland  Stanford, Cal
Cable şirketiyle işi büyütmüş.

Parantez içinde Leland Stanford’a hayranlığımızı sunalım; adamın eserlerinden Stanford Üniversitesi, ABD’nin en seçkin üniversitesi olurken, kurduğu tramvay ağı bugün halen kullanılan, bir şehrin sembolü haline gelmiş bir kültür ögesi.


SF tramvayları, dünya üzerinde halen manüel işletilen son tramvay sistemlerinden... Bir İngiliz’in tasarımı ve bir Alman’ın mühendisliği (fıkra gibi oldu) ile geliştirilen sistemde, yer altından geçen bir kablo tramvay vagonlarını yokuşlardan indirip çıkarıyor. Ancak, tramvayın kontrolü için şiddetli kol gücü gerekiyor.   

“O zaman San Francisco’ya gitmişken tramvaya binmeden dönmeyelim” diyeceksiniz... Tavsiyem binmeden dönebilirsiniz şeklinde olacaktır. Özellikle yoğun sezonda tramvayların ilk kalktıkları duraklarda 1,5 saatlik kuyruklara rastlamanız olası. Bence tramvaylar dalında güzel, onları uzaktan sevin, seyredin...

İlle de binecekseniz, Market Caddesi boyunca işleyen tarihi F hattı’na (streetcar) binin, sıra beklemeden, daha ucuza benzer lezzeti tadın. Market Caddesinden yokuş aşağı bırakıp deniz kıyısına inin ve Embarcaredo’dan başlayıp sahil boyunca, yokuşsuz bir yürüyüş yapın... Devamı bir sonraki yazımızda J
-->

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"