Sislerin Arasından Golden Gate Köprüsü

Geçme Altın Kapı Köprüsünden, Ürkütürsün Maymunları
San Francisco’nun hep İstanbul ile benzerlikleri vurgulandı şimdiye kadar. Bir Ankaralı olarak bu durumdan gocunmaya ve başkentimize bir paye çıkarmaya karar verdim. Şöyle bir benzerlik bulalım; hem San Francisco’nun, hem de Ankara’nın en çok ziyaretçi çeken mekanları Altın Kapı. Ancak Ankara Altınkapı, gecenin geç saatlerinde faal olan ve aile için tavsiye edemeyeceğimiz bir eğlence mekanı iken, San Francisco Altın Kapı dünyanın en meşhur ve en çok ziyaretçi çeken köprüsü.
Golden Gate köprüsünün bu büyük şöhreti henüz sırrı çözülemeyen bir muamma. Dünyanın en yüksek/eski/uzun/geniş köprüsü falan değil. Şehir merkezine uzak, denizi soğuk. Her daim bir sis perdesinin altında olduğundan köprüyü görmek bile çoğu zaman mümkün değil. Ama gel gör ki, yine de dünyanın en meşhur köprüsü...
 
Hatta San Francisco’nun bir diğer asma köprüsü olan Bay Bridge’in esamesi bile okunmazken, Golden Gate’i beşikteki bebek bile tanıyor. Halbuki Bay Bridge, Golden Gate ile aynı tarihte yapılmış ve nüfusun daha yoğun olduğu bir bölgeye ulaşım sağlıyor ve daha çok kullanılıyor...
 
 
 
O zaman Golden Gate köprüsünün sırrı ne? Geriye kalan tek ayırt edici özellik rengi! O zaman, köprünün popülerliğini turuncu/kırmızı rengine bağlayalım... Japonya’daki Şinto tapınaklarının da hakim rengi olan bu kırmızı (vermillion), estetik duyularımız üzerinde etkili anlaşılan. Acaba Ankara’daki Atakule’yi kırmızıya boyasak benzer ilgiyi görür mü?
 
Köprünün bu renge boyanmasının en büyük sebebi olarak siste görülebilirliğin artırılması gösteriliyor. Körfezde denizin aşırı soğukluğu ve güneşin etkisiyle karanın ısınmasından doğan büyük ısı farkı yüzünden bu bölge her daim sisten muzdarip. Turuncuya boyanmış haliyle bile köprünün yüzünü görebilmek büyük şans...
 
 
San Francisco’dayken köprüyü uzaktan ilk gördüğümde şekildeki gibi bir sis perdesi altındaydı... Ama neyse ki günün ilerleyen saatlerinde sis perdesi açıldı ve Golden Gate Köprüsü tüm kontrastı ile ortaya çıktı. Geriye tek bir sorun kalmıştı; köprüye ulaşmak!
 
Neyse ki San Francisco’yu San Francisco’lulardan daha iyi bilen Nilay o sırada olay mahallindeydi ve Fishermen’s Wharf’ta benimle buluşarak köprü ve civarını gezdirmeyi kabul etti. SF belediye otobüsleri arasında sihirli aktarmalarla köprünün de yer aldığı Presidio Milli Parkı’na Arguello kapısından, yüksek rakımdan bir giriş yaptık.
 
 
Efendim, El Presidio namıyla maruf mekan, İspanyollar tarafından 1776 yılında San Francisco Körfezinin girişine hakim askeri bir bölge olarak kurulmuş. 1821 yılında bağımsızlığına kavuşan Meksikalıların elinde kalan Presidio, ABD-Meksika Savaşının ardından Amerikan Ordusunu ağırlamış. Iwo Jima ve Okinawa savaşlarında yaralanan ABD’li askerler Presidio’ya getirilmiş, Japon kökenli ABD vatandaşları burada tercüme/istihbarat amaçlı çalıştırılmış, aileleri de esir kamplarında konuk (!) edilmiş... 1994 yılında bölge askerden arındırılarak milli park ilan edilmiş ve halka açılmış.
 
Bölge Amerikan Ordusunun hakimiyetindeyken, yaptıkları en hayırlı şey mıntıkaya bol bol ökaliptus, çam ve selvi ağaçları dikmeleri olmuş. Şu anda Presidio Milli Parkı devasa ağaçların gölgesinde serinliyor. Ağaçların arasından bir süre yürüdükten sonra, “İlham Noktası” (Inspiration Point) dedikleri manzara terasına vardık:
 
 
Teras gerçekten ilham verici; Alcatraz adasından başlayarak tüm körfezi ve parkı geniş bir açıyla görebilirsiniz. Manzara keyfinden sonra, park içinde belirlenmiş 13 değişik yürüyüş rotasından teması ve uzunluğu size göre olan birini belirleyebilir ve yola düşebilirsiniz. Biz de “ekolojik rota”yı seçerek, anıtsal ağaçların arasından tatlı bir eğimle inişe geçtik...
 
Düzlüğe yaklaştığımızda ağaçlık araziden çıktık ve eskiden askeri lojmanların, ordu pazarının, inzibat noktalarının bulunduğu mıntıkadan geçerek kıyıya doğru yöneldik. Asker Presidio’dan çekildiği için, bölge üzerine bir balyoz inmişçesine tenha ve sessizdi.
 
 
Bir film platosuna benzeyen yapıların arasından geçip sahil şeridine vardık. Önümüzde yemyeşil bir çayır uzanıyor; eskiden bataklık olan bu arazi, 1800’lerin sonlarında doldurulmuş ve ilerleyen yıllarda ordu tarafından bir askeri havaalanı haline getirilmiş.
 
Bir süre eskinin pırpırlı uçakları tarafından kullanılan küçük havaalanının iki büyük handikapı olmuş; birincisi bölgede sürekli yaşanan sis, ikincisi de havaalanının dibinde inşa edilen ve iniş kalkışları iyice zorlaştıran devasa bir asma köprü...
 
 
...Ve aşağıda gördüğünüz köprü yüzünden havaalanı zamanla kullanımdan kalkmış, bölge yeşermiş ve bugün San Francisco halkının açık yeşillik ihtiyacını karşılar olmuş. Açık yeşillik şu anlama geliyor: açık hava + yeşillik; hem de açık yeşillik, çünkü düzlükte yetişen otların kendine has bir açık yeşil tonu var.
 
Artık yüzümüzü batıya dönüp köprü istikametinde yürüyebiliriz. Köprüye doğru ilerlerken hayal gücünüzü ve bakış açınızı biraz zorlarsanız çok güzel manzaralarla karşılaşabilirsiniz. Örneğin, köprünün bacakları arasına gerilmiş kalın bir zincir:
 
 
Veya, köprünün alt katında yayaların yürümesi için yapılmış tahta bir platform...
 
 
Zibidiliği bırakıp Golden Gate’e doğru ilerlemeye devam ediyoruz ve köprünün ayaklarının dibinde bir hisara rastlıyoruz: Fort Point! Yine İstanbulla benzerlik arayacak olursak, Fatih köprüsünün altındaki Rumeli Hisarı misali, Golden Gate’in gölgesinde körfez girişini koruyan stratejik bir kaleden bahsedebiliriz.
 
 
San Francisco Körfezi girişini koruyan diğer kaleyi hatırlayalım; evet, Alcatraz... Bugün ikisi de askeri/cezaevi kimliklerini yitirmiş bir şekilde turist eğlendiriyorlar. Fort Point, bir zamanlar San Francisco’yu korumak için neler yapmış; Japon denizaltılarının girmesini engellemek için buradan karşı kıyıya kadar ağlar bile gerilmiş... Ama Fort’umuz daha ziyade Vertigo filminde Kim Novak ablamızın buradaki intihar teşebbüsü ile hatırlanıyor...
 
Golden Gate köprüsünde “intihar” ve “film” konularına tekrar döneceğiz; ama önce yavaş yavaş köprüye tırmanmaya başlayalım... Deniz seviyesinden köprü rakımına kadar çıkan yürüyüş yolu, San Francisco’nun ne menem bir yokuşlar şehri olduğunu hatırlatıyor tekrar...
 
 
Köprünün girişinde sizi Joseph Strauss karşılıyor. Ancak bu Jospeh Strauss, valslerini keyifle dinlediğiniz besteci değil, köprü inşaatının başmühendisi. Alman kökenli şair ve hayalperest bir mühendis olan Strauss, okul bitirme tezi olarak da Bering Boğazı üzerinden geçecek 90 kilometrelik bir köprü tasarlayacak kadar uçuk bir arkadaşmış.
 
 
Zaten Golden Gate’i de ancak böyle uçuk bir mühendis yapabilirmiş. Proje ilk gündeme geldiğinde boğazdaki kuvvetli akıntı ve gelgit, çok sert esen rüzgar, eksik olmayan sisten ötürü buraya bir köprü yapılmasının imkansız olduğu iddia edilmiş.
 
Ama Strauss işe girişmiş ve köprü konusunda tecrübeli birkaç mühendisin de katkısıyla bir asma köprünün yapılabileceğine gözleri kesmiş. 1933 yılında inşaata girişen ekip, dört yılda, 35 milyon dolarlık harcamayla köprüyü tamamlamış. Strauss amca işçilerin güvenliğini de düşünmüş ve geliştirdiği güvenlik ağı sayesinde epey bir hayat kurtulmuş. Yine de ölen sayısının az buz olmadığını tahmin ediyorum...
 
 
Strauss’un heykelinin yanında asma köprüyü taşıyan çelik halatlardan bir kesit görebiliyorsunuz. Çapı neredeyse bir metreyi bulan her bir halat 27,572 kablodan oluşuyor ve halatlardaki kabloların toplam uzunluğu 130,000 kilometreye yaklaşıyor. Halat deyip geçmeyin, birinin ağırlığı tam 24,500 ton!
 
 
Köprünün üzerine çıkmadan önce bu gibi istatistiki bilgiyi öğrenmekte fayda var; çünkü sudan 75 metre yüksektesiniz, rüzgar ve sis cabası, eğer vertigonuz varsa (bkz. Alfred Hitchcock) altınızı ıslatırsınız alimallah...
 
Köprünün San Francisco şehir merkezine dönük olan doğu kanadında yürüyüş ve bisiklet yolu var. Haliyle, yaya trafiği de araç trafiği kadar yoğun. Yayalar korkuluklara yakın yürürken, bisikletler yola yakın şeridi almışlar. Hava şansınıza açıksa, San Francisco’nun harika bir manzarası gözlerinizin önüne seriliyor...
 
 
Beni şaşırtan detaylardan biri, paranoyak Amerikalıların köprü güvenliği konusunda nasıl bu kadar geniş olabildiğiydi... Maşallah, elimizi kolumuzu sallaya sallaya köprüye girdik ve üstünde yürümeye başladık. Hani kötü bir niyetimiz olsa, köprüden bir füze sallasak çok mu zor diye düşünürken aşağıdaki tabelayı gördüm:
 
 
Ve rahatladım. Neyse ki Amerikalılar, köprüden herhangi bir cisim veya füzenin “düşürülmesini” yasaklamışlar. Füzeyi niçin “cisim”den saymayıp ayrıca zikretmiş olabileceklerini düşünecektim, ama manzaranın keyfini kaçırmak istemedim...
 
Köprünün ayağına ulaştığınızda manzara da zirveye vuruyor. Turuncu/kırmızı elbisesiyle çok şık görünen Golden Gate’in ayağındaki plaketleri inceliyor ve Braille alfabesi gibi dizilip bir şey anlatmak istermişçesine sıralanan 1,200,000 perçini seyrediyorsunuz...
 
 
İstanbul ve San Francisco arasında benzerlik kurma çalışmalarımız devam ediyor; Golden Gate ve Boğaziçi köprüleri, iki şehirde de en popüler intihar mekanları. Boğaziçi’ni zaten biliyorsunuz; kayışı sıyırıp “yaklaşmayın uleayynnn, atarım kendimi” diye korkuluğa yapışanları sık sık haberlerde seyrederiz. Golden Gate köprüsü de San Francisco’da, hatta tüm ABD’de intihar etmek isteyenlerin gözde mekanı olmuş.
 
“Dünyanın en çok intihar edilen yerleri” sıralamasında Golden Gate köprüsü açık ara ilk sırayı almış. Bu arada bir parantez açıp, ikinci sırayı Japonya’da Fuji Dağının eteklerindeki Aokigahara ormanının aldığını belirteyim. Sebebini Japon Yapmış serisinin üçüncü kitabında ayrıntılarıyla yazacağım ama, kültürler arası farklılıkların intihar tercihlerini bile nasıl etkilediğini görmek şaşırtıcı...
 
 
Tokyo’da da mis gibi Rainbow köprüsü oracıkta dururken, Japonlar niye ormanda intihar eder? Türkler, Japonları örnek alıp Belgrad ormanlarına gitmek yerine, niçin Amerikalılar gibi asma köprüyü tercih eder? Hepsi azzz sonraaa!
 
Biz konumuza dönelim efendim; köprünün bulunduğu yerde deniz suyu öylesine soğukmuş ki, suya çarpma anındaki 120 kilometrelik hızın etkisinden sağ kurtulanlar soğuk suyun şokuyla ruhunu teslim edermiş. Akıntıların çok güçlü olması sebebiyle soğuktan ölmeyenler de az sonra boğulurlarmış. Yine de atlayıp kurtulanların vakaları biliniyor...
 
 
İntihar kurbanlarından bir kısmının cesedi akıntılar yüzünden hiç bir zaman bulunamamış. Bu yüzden Golden Gate köprüsü, hem intihar edenlerin, hem de intihar etmiş ayağına yapıp izini kaybettirmek isteyenlerin tercihi olmuş. Nasıl, Hollywood senaryosu gibi, değil mi?
 
Hollywood senaryosu deyince, köprümüzün şimdiye kadar yüzlerce filmde başrolü oynamış olduğunu bilirsiniz. Benim en sevdiğim rollerinden biri, James Bond klasiklerinden “A View to a Kill” filminin sonunda Roger Moore ile Christopher Walken’in köprü üstünde tepiştikleri sahneydi. “Vertigo”su olanlar izlemesin, veya Hitchcock’un “vertigo”sunu izlesinler... Veya, Kim Bassinger’in Final Analysis filmini.
 
 
Köprünün son yıllarda oynadığı en büyük rol, “Maymunlar Cehenneminin Doğuşu” filminin sonunda maymunlar ve San Francisco polisi arasında köprüde çıkan büyük arbede... Herhangi bir derby sonrası İstanbul stadyumlarında çekilmişe benzeyen sahnede, maymunlar köprünün canına okuyorlar ve polisleri bir temiz pataklıyorlar. Tabii San Francisco’nun efsane polisi Dirty Harry çoktan emekli olmuş, o yüzden maymunların karşısında durabilecek kimse yok!
 
Köprünün zannedersem “Milk” filminde de çok küçük bir rolü vardı... O film nasıl bir şeydi, San Francisco ile ne ilgisi vardı diye soracak olursanız, bir sonraki yazımıza buyurun lütfen...
 

-->

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"