Dünya Sineması Sömürüye Karşı


Su, ilaç, gıda gibi maddeler ticari birer meta mıdır, yoksa temel insan hakları arasında mı yer alır? Bu maddelerin üretimi, ticareti serbest piyasanın görünmez elinin maharetine bırakılabilecek bir konu mudur? Uygarlığımızın zenginliği, fakir halkların, ucuz hayatların sırtında mı yükselmelidir? Sorular oldukça provokatif, ama gelin cevabı sinema dünyasında arayalım...
Geçenlerde sömürü üzerine çok güzel iki film seyrettim. İlki bir İspanyol filmi; También La Lluvia. Türkçeye sanırım “Yağmuru Bile” şeklinde çevriliyor. Bizim neslin aklına ilk önce “Hiç kimsenin, yağmurun bile böyle küçük elleri olmadığı” geliyor, ama soru muğlak! “Yağmuru bile...” ne yapıyorlar diye soracaksınız; özelleştiriyorlar!
Film içinde çekilen film tekniğiyle ilginç bir kurgu yaratmışlar; iki çarpıcı öykü iç içe seyredilebiliyor. İlk öykü, Bolivya’da bir film çekmek için Cochabamba’ya gelen ekibin öyküsü. Ekip, Kristof Kolomb’un yeni dünyayı keşfini, daha doğrusu istila edip sömürmesinin hikayesini çekmeye çalışıyor. Filmi ucuza getirmek için bu küçük şehre geliyor ve günlüğü 1-2 dolara figüranları kapatmayı planlıyorlar. Yani, Kolomb’un yüzlerce yıl önce ölümüne sömürdüğü halkı değişik bir şekilde sömürmeyi amaçlıyorlar. 


Cochabamba’da yaşayanlar o kadar fakir ki, figüran olabilmek için binlerce kişi kuyruğa girmiş bile. Halk bir taraftan başka bir şekilde de sömürülmekte; kısa zaman önce Cochabamba şehir suyu özelleştirilmiş ve işletmeyi alan uluslararası konsorsiyum suya fahiş bir zam yapmış. Fakir halkın su faturası ödemesi çok zor ve bu yüzden babadan kalma yöntemlerle su sağlamaya ve hatta yağmur suyunu bile biriktirmeye çalışıyorlar.

Ama yatırımcı şirket bu durumdan memnun değil; halk yağmur suyunu biriktirirse pahalı suya para vermez! Bu yüzden, çoktan satın almış ve kendi taraflarına çekmiş oldukları yerel yöneticiler ve güvenlik güçlerinin yardımıyla halkın kendi içme suyunu sağlama çabalarını engelliyorlar ve halk ile şirket (ve yerel yönetim) arasında çarpışmalar başlıyor.

“Su bizimdir, su kutsaldır, su hayattır” sloganıyla sömürülmeye direnen halk, bir taraftan da üç beş kuruş kazanarak sömürülmek için film çekiminde bir rol kapmaya çalışıyor. Film ekibinde iki ana karakterimiz var; yakışıklı ve duyarlı yönetmen Sebastian (Garcia Bernal) ile filmi en ucuza çekmeye çalışan yapımcı Costa (Luis Tosar). İkisi, Kolomb’un işgali sırasında ona karşı direnen yerlilerin liderini canlandırması için tipik bir Bolivyalı buluyorlar; Daniel. 


Daniel, çekilen filmde yerlilerin lideri olduğu gibi, günlük hayatta da su şirketine karşı direnen halkın liderlerinden. O ve arkadaşları, film setinde Kolomb’a karşı direndikten sonra, çekim olmadığı zamanlarda su şirketi ve yerel polise karşı direniyorlar. Fakir halkın yüzyıllardır bitmek bilmeyen, sadece şekil değiştiren direnişi içinizi burkuyor. Daniel’in hem filmde, hem de film içindeki filmde rolünü çok iyi oynaması filmi renklendiriyor.

Filmin çarpıcı yanlarından biri, İspanyollar tarafından çekilen bu eserde Kristof Kolomb’un vahşi yüzünü tanıyor olmamız. Amerika’yı “keşfettiğinde” halkın elinde gördüğü altınlardan gözü dönen Kolomb tüm yerlileri ölümüne çalıştırarak altın aratıyor, ellerinde ne varsa söküp alıyor, bütün bir kabileyi köleleştiriyor, altın aramak istemeyen yerlileri vahşice katlediyor.


Filmin (yani, film içindeki filmin) çok dokunaklı bir sahnesinde yerli kadınlar çocuklarıyla beraber İspanyollardan kaçıyorlar. İspanyollar, katil köpekleri ve askerleri ile kaçakların peşine düşüyor. Yakalanacaklarını anlayan kadınlar, bir nehir kenarına geliyor ve köpekler parçalamasın diye çocuklarını kendi elleriyle suda boğuyorlar. İşte, bu sahne çekileceği zaman, yerli kadın rolündeki yerli kadınlar (lafa bakJ), ellerinde oyuncak bebek olmasına rağmen bu sahneyi çekmeyi reddediyorlar. Kendi çocuğunu boğmayı filmde bile canlandırmayı bir annenin içi kaldırmıyor! Yönetmen Sebastian ise çıldırıyor: “Bu sahneyi ben yazmadım. Bu bir gerçek ve yaşandı! Bu sahneyi çekmek ve göstermek zorundayız

Sömürülmek istemeyen tüm yerliler eninde sonunda yakalanıyor ve liderleri Daniel yakılmak üzere kazığa bağlanıyor. Kendisine son kez pişman olmak, Hristiyanlığı seçmek ve sömürülmeye devam etmek şansı verildiğinde Daniel İspanyolların suratına tükürürcesine şu cevabı veriyor:

“SİZDEN NEFRET EDİYORUM; TANRINIZDAN NEFRET EDİYORUM; AÇ GÖZLÜLÜĞÜNÜZDEN NEFRET EDİYORUM”

Sen çok yaşa Daniel! Rol icabı söylediği bu sözleri gerçek hayatında da haykırmaktadır kahramanımız. Sularını, yağmuru bile özelleştirip, metalaştırıp zaten fakir olan halkı sömürürcesine satmak isteyen şirkete, onların işbirlikçisi politikacılara karşı benzer duyguları yaşamaktadır zaten…


Film ekibi bir süre sonra Daniel’e önemli bir rol verdiğine pişman oluyor. Aktivist Daniel tutuklanıyor ve film çekimi aksıyor. 500 yıl önceki sömürü düzeninin filmini çekmek için bugünkü insanları azıcık sömürmeye çalışan film ekibinin, o insanlar zaten sömürüldüğü için elleri kolları bağlanıyor. Daniel ve arkadaşlarının başını çektiği göstericiler olayları tırmandırınca film çekmek imkansız hale geliyor ve ekip canını kurtarmak için Cochabamba’yı terk etmek zorunda kalıyor…

Fazla spoyler (=katil uşak) vermeyeyim, ama filmin sonlarına doğru birkaç gelişme gidişata biraz gölge düşürüyor sanki. Romantik ve duyarlı yönetmenimiz ile dini imanı para olan yapımcının radikal dönüşümleri ve izleyiciyi ters köşeye yatırması gibi. Bir de, film içinde film tekniği ile iki hikaye anlatılması çok ilginç olsa da, asıl konu olan suyun özelleştirilmesi, en temel yaşamsal sıvının metalaştırılarak halkın sömürülmesi yeterince vurgulanamıyor. Son derece çarpıcı olabilecek detaylar yüzeysel geçiliyor... Kolomb’un yerli Amerikalıları sömürüsünde din ögesini kullanışındaki vahşet, iyi kalpli birkaç misyoner rahip tiplemesiyle yumuşatılıyor. Yine de, geçtiğimiz 500 küsur yıl içinde fakir Amerikan yerlilerinin sömürülme sürecinin sadece şekil değiştirdiğini, liberal ekonomi söylemleriyle meşruiyet kazanarak sürdüğünü görüyorsunuz…


Gerçek bir (daha doğrusu iki) hikayeyi anlatan filmin paralelinde, gerçek hayatta yaşananlara biraz değinelim; uluslararası konsorsiyum, suyu özelleştiren yerel idarenin yolsuzluklarından kabaran faturayı temizlemek ve daha iyi hizmet vermek için suya zam yapmak zorunda kaldığını iddia etmiş. Halk bu martavalı dinlemek istememiş ve 2000 yılı başlarında şiddetli gösteriler yapılmış, ölenler olmuş ve şirket Cochabamba’yı terk etmek zorunda kalmış. İlerleyen yıllarda uğradığı zarardan dolayı uluslararası mahkemelerde tahkim davası açmış…

Su üzerine yaşanan bu dram, aklıma dünyanın çok daha “ilkel” bir yöresinde yaşananları getirdi. Filmden kısa bir süre önce “BBC İnsan” belgeselinin “nehirler” bölümünde ibretlik bir insanlık öyküsü izlemiştim. Kenya ‘da yaşayan yarı-göçebe Samburu halkı, kurak bölgelerde suyu bulabilmek için filleri takip ediyorlardı. Yer üstünde bir su kaynağı olmayan bu coğrafyada, fil sürüleri duyarlı hortumları sayesinde yeraltı nehirlerinde suyun yüzeye en yakın olduğu yerin izini bulabiliyordu.

Suyu içtikten sonra (af edersiniz) hacet gideren fillerin devasa dışkılarını bulan Samburular, toprağı kazarak suya ulaşıyorlar ve aileleri için gerekli olan suyu çıkarıyorlardı. İlginç olan, buldukları suyun tamamını alabilecekken, ihtiyaçları olduğu kadarını alıp kalanını fillere ve diğer canlılara bırakarak olay mahallini terk etmeleri idi. Samburular, BBC ekibine, hayatın akışına duydukları saygıdan ve hayat vermenin kutsallığından dolayı böyle davrandıklarını açıklıyorlardı... Hadi bakalım, hangi topluluk daha “uygar” sizce?


Kapitalizmden ve özelleştirmeden henüz nasibini almamış Samburular hakkında bir anekdot daha var; Nike firması, vakti zamanında Samburululara Air Nike giydirip bir reklam çekmiş. Reklam filmindeki Samburulunun sözlerini de “Just Do It” olarak çevirmiş. Meğerse amcam kendi dilinde “bunları istemiyorum, bana daha büyük ayakkabı verin” demekteymiş. Bir dilbilimci tarafından vaziyet açığa çıkarılınca Naykçılar “yahu, birinin anlayacağını tahmin etmemiştik” diye kıvırmışlar...

Reklam dünyasından ve yeni dünya düzeninden bu kadar uzak olan Kenyalılar da “También La Lluvia” benzeri bir filmde başrol oynamışlar... İkinci filmimiz için Bolivya’dan Kenya’ya geçelim: Constant Gardener, yani Her Daim Bahçevan...


Bizler bahçevan rolünde Zeki Müren’i görmeye alışmış bir millet olarak, bu filmde hımbıl Ralph Fiennes’i görünce afallıyoruz. Ralph’in canlandırdığı Justin, Kenya’daki İngiliz Elçiliğinde çalışan içe dönük, dünyanın hır güründen kaçmak için bahçesine sığınan bir diplomat. Büyük bir tutkuyla bağlandığı eşi Tessa ise, tam zıt karakterde, cesur, idealist, kendini zor durumda olanlara yardıma adamış, dünyadaki sömürü düzenine savaş açmış bir aktivist.   

Tessa için Kenya önemli bir savaş alanıdır. Uluslararası ilaç firmaları ülkede at oynatmakta, Afrikalılara yardım etme paravanı arkasında fakir halkı kobay olarak kullanmaktadır. Ancak Tessa dönen dolapları açığa çıkarmak için gözünü ölümden bile sakınmayacaktır. Hatta, filmin başlarında cevval Tessa’nın hımbıl Justin ile sırf Afrika’ya gidebilmek ve ilaç şirketlerinin tekerine çomak sokabilmek için evlendiğini bile düşünüyorsunuz.


Her daim bahçıvanımız Justin, böyle şiddetli bir mücadeleye pek razı değildir. O yüzden karısına “burada milyonlarca insan var Tessa, onların hayatına müdahil olamayız, hepsinin yardıma ihtiyacı var” der; Tessa ise o an yardım ettiği üç kişiyi kastederek “ama bu üç insana yardımcı olabiliriz” cevabını verir... Tam bir kumsala vuran denizyıldızlarını kurtaran adam örneği...

Filmde göreceğiniz Kenya sahneleri, açlık, fakirlik, hastanelerdeki dram, ilaç şirketinin sözde yardımlarını alabilmek için kuyruklarda bekleyen insanların trajedisi yüreğinizi burkacak... Ama sakın ola “bu bir film canım, bunların hepsi stüdyo dekorlarında canlandırma” diye düşünmeyin. Film, yönetmenin büyük ısrarları sonucunda G. Afrika’nın modern stüdyoları yerine bizzat Kenya’nın fakir mahallelerinde çekilmiş!


“Kim bu yönetmen” diyecek olursanız, size Fernando Meirelles’in müjdesini verebilirim... Kalbimde çok özel bir yeri olan “Cicada De Deus”un (Tanrı’nın Şehri) yüce yönetmeni, filmin gerçekçi ve etkileyici olabilmesi için hiç bir fedakarlıktan kaçınmamış. Bu arada, Cicada De Deus benim için “en iyi yabancı film” oskarlarının en iyisi gibidir:


Meirelles, bu filminde ilaç şirketleri üzerine komploları anlatan bir romanı sinemaya aktarmış. Komplo romanı denildiğinde akla gelen ilk isimlerden birinin, John Le Carre’in romanı! Le Carre, romanda anlattıklarının tamamen kurgu olduğunun altını çizse de, gerçekte yaşananların daha korkunç olduğunu çekinmeden söylemiş.

Filmin hemen başlarında, Tessa ortadan kaybolup cesedi bulunduğunda bizim hımbıl diplomat yavaştan kabuk değiştirmeye başlıyor ve karısının misyonunu bıraktığı yerden devralıyor. İlaç şirketinin yediği naneleri açığa çıkarmak üzere mücadeleye başlıyor, ama olayın içinde Kenya hükümeti ile birlikte kendi hükümetinin de bulunduğunu görünce işinin zorluğunu anlıyor.

İngiliz hükümeti ve himayesindeki uluslararası ilaç şirketi, Justin’i yel değirmenlerine karşı savaşından vazgeçirmek için uğraşıyorlar... Justin, ilaç şirketinin deneyleri sonucu ölenlerin gerçeğine tosluyor ve kimyası bozuluyor. Nasılsa ölenler birkaç fakir Afrikalıdır ve uygar dünyanın bahanesi hazırdır: “Afrika’da cinayet yaşanmaz, sadece üzücü ölümler yaşanır. Ve biz de bu ölümlerden uygarlığın faydalarını sağlarız, ve bu faydaları çok kolay sağlarız, çünkü o hayatlar çok ucuzdur” repliği ile ilaç şirketinin haklı(!) gerekçelerini öğrenmiş oluruz...


Justin, gerçekleri ve karısının ne uğurda öldüğünü öğrenince “bahçe”sini terk ediyor, güvenli limanından açık denizlerin fırtınalarına yelken açıyor. Arkadaşları, onu bu tehlikeli mücadelesinden vazgeçirmek için “senin ülkeden çıkmanı sağlayalım, evine dön, rahat et” diye uyarıyorlar. Ama Justin, “Benim evim yok artık, benim evim Tessa idi” diyor ve hepimizin yüreğini dağlıyor...

Fazla spoyler (=katil uşak) vermeyeyim, ama bu zor mücadelenin mutlu sonla bitmesi biraz zor sanki? Ama Justin mücadeleyi bırakmıyor ve bir kaç kişi için fark yaratabileceğinin umuduyla arı kovanına çomağı sokmaya çalışıyor.

Ve burada yönetmen Meierelles’in becerisi işin içine giriyor... Bir taraftan Afrika’da yaşananlara karşı üzüntü duyar ve içiniz burkulurken, bir taraftan da Justin ve Tessa’nın, filmin başında kuşkuyla yaklaştığınız aşkları sizi sarmalıyor. “También La Lluvia” benzeri iki hikaye iç içe girmiş durumda; bir aşk hikayesi ile Afrika’da yaşanan büyük bir sömürü dramını birlikte izliyorsunuz.

Meirelles, bu iki hikayeyi olağanüstü görüntüler, müzikler ve mütevazi, abartısız bir sinematografi ile anlatıyor. Büyük kahramanlıklar, hayret verici tesadüfler, “yok canım” dedirtecek sahneler, klişeleşmiş sloganlar yok bu filmde. Ama, kara kıtada yaşanan dramı sessizce önünüze sererken insanlığınızı sorgulatmayı başarıyor. Sanırım bu Le Carre romanını başka bir yönetmen sinemaya aktarsa bu kadar etkileyici olmazdı.


Filmi seyretmiş olanlarınız “Abartmayalım arkadaşlar, filmde geçen olaylar doğru olamaz, insanlık bu kadar da ölmedi, para hırsı, insan hayatının değersizliği, büyük şirketlerin umarsızlığı gerçek olamayacak derecede büyütülmüş” diyebilir. Umarım öyledir; ancak birkaç yıl önce bizzat yaşadığım bir deneyim beni iyimserlikten uzaklaştırıyor...

Efendim, 2008 başlarında İtalya’da “Yenilikçiliğin difüzyonu” konulu bir seminere katılmıştım. Konu, yaklaşık olarak endüstriyel mülkiyet haklarının korunması ile yeni buluş ve uygulamaların ekonominin katmanlarına yayılmasının sağlanması arasındaki çelişkiyi irdeliyordu.

Konuşmacılardan biri, çook tanınmış bir ABD’li ilaç şirketinin üst düzey yöneticisi idi. Şirket, tam da filmdeki gibi, Afrika’da uluslararası kuruluşlarla birlikte hem halka yardım ediyor, hem de araştırma ve deneyler yapıyordu. Konuşmacı, yeni bir ilaç geliştirmenin çok yüksek maliyetlerine ve bu büyük harcamaları yapmalarının risklerine değindi. Ardından, kendisi için son derece normal olan, ama benim aklımı tavana vurduran endişesini dile getirdi:

“Örneğin, ölümcül bir hastalığın tedavisi için yıllarca çok büyük harcamalar yapıyor ve bir ilaç geliştiriyoruz. Ama birden insanlar o hastalıktan ölmemeye başlıyorlar. O zaman biz ne yapacağız?”

Ölümcül bir hastalıktan insanların ölmemeye başlaması... bazılarımız için büyük bir endişe kaynağı olacaksa... o zaman bu sistemde bir yanlışlık olabilir mi? Sanırım su, gıda ve ilaç gibi hayati konular serbest piyasanın kusursuz(!) işleyişine, arz ve talep dengesinin kırılganlığına, uluslararası sermayenin insafına bırakılmayacak kadar kritik konular olmalı diyor ve noktayı koyuyorum...

-->

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"