Tunus Caddesi - Tunus'un Caddeleri


Bir Demet Yasemen, Devrimin Tek Hatırası...

Üniversite yıllarımızın en tatlı davetiydi; “Abi, Tunus’a gidiyoruz”. Tunus’a gidiyoruz demek, dersleri asmak, kahvede bol çay eşliğinde king çevirmek, hatta birayla parlatmak, belki sinemaya gitmek idi. ODTÜ yerleşkesinin huzurundan şehrin keşmekeşine girmek, insan yüzü görmek idi. Ankaralı olmayanlar olayın “Tunus” ile ilgisini kuramamış olabilirler diye yazayım; ODTÜ’den kalkan otobüslerimizin son durağı Tunus Caddesi idi...   

Tunus Caddesi, Ankara’nın en sevilen, prestijli caddelerinden olmuştur. Gözde bir semt olmasına rağmen öğrenciyi sever, halinden anlar. Tunalı Hilmi ile Atatürk Bulvarı arasında bir vahadır, ODTÜ’lüler için ise anlamı büyüktür. İlginçtir ki Ankara’nın yeme, ve özellikle içme konusunda en iddialı caddelerine isim veren Tunus ve Filistin bugün Arap Baharının tam göbeğinde yer alıyor. Yakında bu ülkelerde daha radikal yönetimler iş başına geldiğinde, bu caddelerin isimlerinin değişmesini talep ederler mi acaba...

... diye düşünürken, “Abi, Tunus’a gidiyoruz” cümlesini 20 yıl sonra tekrar duydum. Ama bu sefer Tunus Caddesini değil, gerçekten Tunus’u kastediyorlardı ve bir iş için iki günlüğüne Tunus’un başkenti Tunus’a gidecektik. Aklıma ilk gelen, Tunus’ta da benzer şekilde bir  “Türkiye” caddesi olup olmadığı idi...
Nitekim, Tunus’a inip otele yerleşince elime haritayı aldım ve cadde isimlerini taradım. İşte, otelimizin iki cadde paraleli Rue Mustapha Kamel Atatürk! Hemen üstümüzü değişelim ve keşfe çıkalım...
Doğrusu Atatürk Caddesini ilk görüşüm biraz hayal kırıklığı oldu. Bizdeki Tunus Caddesinin rengi, keyfi Atatürk Caddesinde pek yok... Caddeye kuzey ucundan girdiğimde karşılaştığım dükkanların çoğu oto tamircisi ve yedek parçacı idi... Ama yine de bir Atatürk Caddesinin varlığı beni sevindirdi.
Oto tamircilerinin arasında dolaşmaya devam ettim; şehrin merkezi oto sanayi sitesi gibiydi. Ne de olsa sokaklarda dolanan vesaitin ekseriyeti vuruk ve çarpık; bundan daha iyi bir iş kolu olamaz sanırım. Tamirhanelerde çalışan küçük çırakların gülümsemesi, ülkelerimiz arasında benzerlikler kurmamı kolaylaştırdı...
Atatürk Caddesi dışında kalan caddelerin çoğu Fransız etkisini gözünüze sokuyordu; Fransa Caddesi, Paris Caddesi, Charles Nicole Caddesi, Louis Braille Caddesi ve saire... Genelde eli yüzü düzgün caddeler Frenk isimlerle taçlandırılmış. Zaten ülkede halen Fransızca geçerli; Arapça bilmeseniz de olur... Caddelerin caddesi, Tunus’un çakma şanzelizesi ise, tabii ki Habib Bourguiba Caddesi!
Fazla Tunus tarihine dalmayayım; ama Habib Bourguiba’nın adını çoğunuz duymuşsunuzdur. Tunus’a bağımsızlığını kazandıran, ülkenin ilk cumhurbaşkanı. Kimine göre despottur, kimine göre ülkede çağdaş bir yaşamı hakim kılmak için gerekeni yapmıştır. Devletin resmi dini İslam olarak kalmıştır, ama toplumsal hayata laik prensipler egemen kılınmaya çalışılmıştır. Onun yönetiminde Tunus, Fransız etkisinden kopamamıştır, ama gerektiğinde Fransa’ya posta koymuştur. Kısacası, tartışmalı bir lider olarak tarihteki yerini almıştır.

Ardından gelen Bin Ali dönemini biliyorsunuz. Daha baskıcı bir rejim, engellenen siyasi görüşler, toplumda artan huzursuzluk, sınıflar arası eşitsizlik, bozulan sosyal dengeler, sonunda patlayan yasemin devrimi ve Bin Ali’nin Tunus’tan kaçışıyla başlayan Arap Baharı süreci.
Bourguiba zamanında Tunus’a kondurulan, doğu bloku mimarisini andıran devasa binalar...

Efendim, Tunus siyasi tarihine girersek birkaç cilt kitap çıkar; biz o yüzden kaldığımız yere, Bourguiba Bulvarı’nın başına dönelim. Caddenin doğu ucu, komik bir saat kulesinin ortasında yer aldığı geniş bir meydana açılıyor. Meydanın eski adı 7 Kasım meydanı imiş; yani Bin Ali’nin yumuşak bir darbeyle iş başına geldiği tarih. Şimdiki adı ise, ironik bir şekilde, 14 Ocak meydanı; yani, Bin Ali’nin Tunus’tan şutlandığı tarih.
7 Kasım / 14 Ocak dönüşümü... Sağda saat kulesinden bir bukle de görebilirsiniz.

Bourguiba Bulvarı, alenen Champs-Elysées modelinden arak, geniş, ferah bir bulvar. Orijinali kadar uzun ve görkemli değil tabii; 10-15 dakikada yürüyorsunuz ve bitiyor. Cadde boyunca kafeler var, sokaklarda oturup yemek-içmek mümkün, birkaç güzel mağaza görmeniz de cabası.
Cadde üzerindeki en görülesi yapılar St. Vincent de Paul katedrali ile Tunus Belediye tiyatro binası. Katedral, oldukça görkemli bir mimariye sahip olsa da, hemen yanındaki binaların arasında sıkışıp kalmış. Yine de yıllardır müslüman mahallesinde salyangoz satmaya devam ediyor.
Tiyatro Binası ise, 1902 yılında Art Deco tarzında yapılmış sevimli bir bina... Geçmişinde bir çok Fransız tiyatro ve gösteri gruplarını ağırlamış, nice konser, dans, opera ve tiyatro oyunları sergilenmiş. Şu an faal olup olmadığına dair bir emare göremedim.  
Katedral, tiyatro derken Tunus şanzelizesinin sonunda bulacaksınız kendinizi. Kalabalık ve keşmekeş giderek artacak ve karşınızda Bab El Bahr, yani deniz kapısını gördüğünüzde Medina sınırlarına dayandığınızı anlayacaksınız. Oryantal Tunus havasını ciğerlerinize doldurmak, mistik bir renk-ses-koku dünyasına dalmak için çekinmeyin, kapının altından geçin:


Tunus şehrinin hakkını vermek için görülmesi gereken yer Medina’dır zaten. Fransız esintili Habib Bourguiba Caddesinde dolaşıp Medina sokaklarında kaybolduğunuzda şehirde yapabileceklerinizin yarısını yapmışsınızdır.
Diğer yarısını ise şehrin çok daha eski tarihine yolculuk yaparak geçirebilirsiniz. Meşhur Kartaca harabeleri, şehir merkezinden taksiyle 15-20 dakikalık bir mesafede. Benim vaktim olmadı, gezemedim, yoldan geçerken gördüğüm kadarıyla yetindim.

Tarihin en büyük askeri dehalarından Kartaca’lı Hanibal’in Roma İmparatorluğunu deplasmanda hezimete uğratması dönemin büyük sansasyonlarından biri olmuş. Tabii ardından Romalılar intikamlarını almış, Kartaca’yı dümdüz etmiş...  Bugün gezilebilen Kartaca harabelerine sanırım Roma mimarisi hakim...

Bir de, dünyanın en zengin mozaik müzesi olduğu söylenen Bardo Sarayını kaçırmamanız tavsiye ediliyor; ben kaçırdım, ancak toplantı için gittiğimiz Bakanlığın girişindeki mozaiklerle yetindim...
Tunus’ta başkaca gezip görecek yerler pek önerilmiyor. Ama yine de tali caddelere, ara sokaklara dalıp gündelik hayatı koklamanızı tavsiye ederim. Ben öyle yaptım en azından; otelimden çıkıp Medina’ya kadar geniş bir yay çizerek şehrin değişik bölgelerini görmeye çalıştım.
Güvenpark benzeri, etrafa belediye otobüslerinin kalktığı bir meydan ve sahibinden “az hasarlı” araçlar...

İlk gözlemim, şehrin korkunç derecede dökülmekte olduğu... Muhtemelen Fransız döneminde/etkisinde yapılmış olan görkemli binalar şu anda yıkılmaya yüz tutmuş. İçlerinde halen yaşanılıyor, ama insanın içini burkan bir sefalet söz konusu – ki, henüz şehrin merkezinde ve “iyi” mahallelerdeyiz.
Şehirde düzgün işleyen nadir sistemlerden biri: tramvay!

Tüm şehrin tozunun alınması gerekiyormuş gibi bir tabaka kaplamış binaları; çöle yakın yaşamanın bir sonucu belki de... Neyse ki toz rengi binaları renklendiren çamaşırlar görüntüyü “kurtarıyor”.
Şehir merkezinde hakim olan iş kolu, daha önce yazdığım gibi, oto yedek parça ve tamirhaneleri. Sokak satıcıları da sürekli kadrajda; zaten yasemin devrimi de bir sokak satıcısının tezgahına el konulması sonucu kendini yakmasıyla başladı...
Böyle serseri mayın gibi dolaşırken şanslıysanız karşınıza Bab El Khadra çıkacaktır. El Khadra, Binbir Gece Masallarından fırlamışcasına güzel bir görüntü olarak beyninize kazınacaktır. Medina’ya çok da uzak olmayan bir meydanın ortasında, tek başına, etrafında sur, duvar falan olmadan dikilen kapının hikayesini öğrenemedim; ama mekana yakışmış...

Uzun bir yürüyüş yaptıktan sonra, otele taksi ile dönmeye karar verdim; ne de olsa taksiler bol ve ucuz. Çarpık bir taksi çevirdim ve öne oturdum. Genç ve bıçkın şoförüme istikameti verdim: “Otel İbis”. Anlamadı. Otelin ismini Arapça, Fransızca ve aklıma gelen her dilin fonetiğinde söylemeye çalıştım, olmadı. Cebimden haritayı çıkarıp yerini gösterdim, kaç yıldır yaşadığı şehrin sokaklarına bön bön baktı.

“İbis, ibis” diye kıvranırken şoförüm birden “haaa, otel fibüüs” gibi bir şey diyerek gazı kökledi... Arapça bir gangsta rap eşliğinde yolları arşınlıyorduk; müzikteki enerji ve anarşi hoşuma gitmişti. Bir süre sonra, otel için sapması gereken yolu pas geçip, Tunus Gölü boyunca uzanan bölünmüş yola daldı. Ben durumu fark edip feryadı basana kadar birkaç kilometre gittik bile.
Tunus gençliğinin idollerinden midir bilemiyorum, ama Remzi Dökmen afişleri beni benden aldı...

Gangsta taksicime geri istikameti gösterip “ibis, ibiiiiisss” dedikçe o da ileriyi işaret ederek “fübiis, fibüüüs” diye söyleniyordu. Sonunda durum anlaşıldı; şehir merkezinden oldukça uzakta, Akdeniz kıyısında “Phebus” isimli lüks bir resort varmış, o da beni oraya gidecek sanmış. Otel İbis daha yeni açılmış (sanırım) ve herkes yerini bilmiyormuş.

Adama sert bir ifadeyle geri dönmesini söyledim; ama en yakın kavşak 10-15 kilometre ötedeydi. Taksici geri vitese takıp kökledi ve biz geldiğimiz istikamete doğru kıçın kıçın ilerlemeye başladık. Epey bir korna ve selektör yedikten sonra, taksicimiz sert bir fren ve patinajla arabayı 180 derece çevirdi ve dörtlüleri yakıp ters istikamette tam gaz ilerlemeye başladık...
Tunus şehri, denizle bağlantılı büyük bir gölün kıyısında. Biz de göl üstündeki otobanda adrenalin banyosu yaptık...

Aklıma Luc Besson’un “Taxi” filmi geldi. O filmde de trafiği alt üst eden taksici Kuzey Afrikalı idi netekim... Ben de Tunus caddelerinde, bir Luc Besson filminde dublör olarak yer alıyordum! Yaklaşık iki kilometre boyunca, karşı yönden gelen arabaların korna ve selektörlerine doğru hızla yol aldık, ilk kavşakta kendi şeridimize geçip salimen otelimize vardık! Şoförün sinirli bakışlarına beş dinarla karşılık verip film setinden ayrıldım.

Ertesi akşam arkadaşlarla Sidi Bou Said’e gittik ve dönüşte taksiye bindik. Şöföre “Otel İbis” dedik ve sohbete daldık... Bir süre sonra Tunus şehri ışıklarını uzaktan gördüm, alakasız bir istikamete gidiyorduk. Arabayı durdurdum, şöföre nereye gittiğimizi sordum, tabii ki Fibüs otele gittiğimizi söyledi. Uzun lafın kısası, Tunus’ta macera aramıyorsanız, Phebus Otelde kalın. Başka bir otelde de kalsanız taksiciler sizi oraya götürecektir. Boşuna direnmeyin, başınız rahat etsin...
Phebus otel La Marsa kıyılarında yer alıyormuş; hiç olmazsa denize girer, dalgalarla oynarsınız.

Tunus’un gece yaşantısının çok hareketli olduğunu da aklınızdan çıkarmayın. Ama bu gece yaşantısı, Etiler-Ortaköy ayarında  vur patlasın bir yaşantıdan uzak. Gündüz çok sıcak olduğu için, insanlar geceleri sokaklara dökülüyor ve evlerinin önünde, kaldırımlarda, sokak kahvelerinde çay, sigara, nargile ve saire eşliğinde yayılıyor.
Mustafa Kemal Atatürk Caddesinde sokak keyfi... Manzara tanıdık geliyor mu?

Eğer bir devrim, protesto, yürüyüş, gösteri ve saire yoksa gece hayatı dingin. Sıcaktan bezmiş halk iskemlesinden bile nadiren kalkıyor. Ama sokaklar dolu mu? Evet, dolu! Bourguiba Bulvarında birkaç café de geç saatlere kadar açık, oturup naneli çayınız içebilir, gelen geçeni seyredebilirsiniz...
Bourguiba Caddesi ve meşhur saat kulesi...

Biz de son gecemizde Tunus’un çakma şanzelizesinde oturup geviş getirdik. Hava karardıktan bir süre sonra çevremizi yasemin devriminin gençleri sardı. İşsizliğin çaresizliğiyle, tepsilerinde yasemin demetleri satan gençler ve çocuklar sayesinde soluduğumuz havaya nefis bir koku hakim oldu.

Az sonra yanıma 6-7 yaşlarına bir çocuk yanaştı ve tepsisinden bir demet yasemin alarak bana uzattı. Bir gün önce Medina sokaklarında kolumdan çekiştirip beni zorla kazıklamak isteyen kaşarlara kıyasla o kadar saf ve utangaç idi ki... Yasemin demetini uzatmasıyla, utanarak geri çekip uzaklaşması bir oldu. Arkasından yetişip parasını verdim, demeti aldım. Kirli yüzündeki gözler bir anlığına parladı, yine utanarak uzaklaştı.
Ben de Zeki Müren’in şarkısı eşliğinde, yasemin demetimi koklaya koklaya otelime doğru yollandım... Bir demet yasemeeeennn... Devrimin tek hatırasııııı....

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"