ASYA ASLANI SİNGAPUR


Singapur’un hikayesi masalsı bir aslanla başlıyor – hem de Asya kıtasında! Bildiğiniz gibi, Asya kıtası kaplanlarıyla meşhur, ancak aslan ırkının bu topraklarda yaşadığı vaki değil. O yüzden vakti zamanında hızlı kalkınan Asya ülkelerine (başta Singapur olmak üzere) “Asya Kaplanları” ismi takıldı. O zaman, geçimini Afrika düzlüklerinde sağlayan aslanın Singapur’da işi ne?
Derler ki, bir Malay prensi Malezya aşağılarında bir adada avlanırken, karşısına kedigillerden kallavi bir yaratık çıkmış. Prens vezirine dönüp “Lala, lala, bu gördüğümüz ne ola” diye sormuş. Vezir, “kedidir kedi” demek isterken dili sürçmüş ve “aslandır, aslan” deyivermiş. Ama o coğrafyada aslana rastlanmadığı için olaya biraz mitoloji katmışlar ve gördükleri hayvanın aslan başlı, balık kuyruklu bir kahraman olduğuna karar vermişler. Adanın koruyucusu olduğu varsayılan bu yaratığa merlion (mermaid-lion karışımı) ismini vermişler ve hayvancağızın arz-ı endam etmesini hayra yorarak buraya bir şehir kurma kararı almışlar. 

Singapur = Orkide
Şehrin adına Cava diline göre Temasek (deniz şehri), Sanskritçeye göre de Singapur (aslan şehri) denmiş ve uzun yıllar Malayların kontrolünde kalmış. Taa ki 1800’lerde İngilizler Güneydoğu Asya bölgesinde Alman ve Hollandalıların etkinliğini azaltacak adımlar atana kadar... 1819 yılında sıcak denizlere inen İngiliz Sör Thomas Stamford Raffles, dönemin Johor Sultanı ile bir anlaşma yaparak Singapur’da bir liman kurma hakkını elde etmiş. Birkaç yıl sonra Anlaşmayı geliştirerek tüm adayı almışlar ve “İngiliz Boğazlar Hükümeti” denilen oluşumu kurarak bölgede borularını öttürmüşler.
O zamana kadar az biraz Malay nüfusu olan Singapur kauçuk ticareti ile hızla gelişmeye başlamış. Süveyş kanalının açılmasıyla Asya-Avrupa ticareti patlamış ve Singapur o yıllarda dünyanın en işlek limanlarından olmuş. Adaya bir taraftan Çinliler akarken, bir taraftan da İngiliz kolonyal mimarisi sıcak ve nemli bir Londra modeli kurmaya girişmiş. Bugün Singapur’da post modern mimari ürünü devasa gökdelenlerin arasında halen taş gibi İngiliz binaları görülebiliyor. 
İkinci Dünya Savaşında Asya’nın tozunu atan Japonya, Singapur’u da çok kısa sürede işgal ederek bir süre elinde tutmuş. Savaş sonunda ada tekrar İngilizlerin eline geçmiş. 1963 yılında civar yönetimler birleşerek Malezya’yı kurmuş; Singapur başta bu oluşumun içinde yer alsa da, iki yıl sonra ayrılarak bağımsızlığını ilan etmiş. İşin ilginci, ayrılmak için Malezya’ya karşı bir mücadele vermek zorunda kalmamışlar; hatta Malezya Singapurluları şutlamış.  

1965’ten sonra, Singapur son derece liberal bir ekonomi ile hızlı bir kalkınma sürecine girmiş ve bugün bildiğimiz uluslararası ticaret ve finansman aleminin en işlek kavşaklarından biri haline gelmiş. Singapur’un bu gelişimi ülkedeki tatlı sert, pek demokratik olmasa da devlet eliyle merkezi ve planlı bir kalkınmayı destekleyen, kabineyi ve yargı sistemini İngilizlerden araklayan yönetim biçimi sayesinde olmuş.
Singapur, tarihten gelen stratejik ticari konum üstünlüğüne ek olarak, finans, yüksek teknoloji ve katma değerli üretim, elektronik, biyomedikal, rafineri ve petrokimya alanlarında çok büyük atılım yapmış. Ülkenin çok uluslu-çok kültürlü yapısı, İngiliz mirası, Çin’deki yönetimden kaçan zengin ve iş bilir Çinli nüfus bir araya gelerek son derece liberal ve iyi işleyen bir pazar ekonomisi yaratmış.


Singapur öylesine planlı ve stratejik adımlar atmış ki, tek damla petrol çıkarmamasına rağmen bugün dünyada petrolden en fazla gelir elde eden üç ülkeden biri haline gelmiş! Ana adanın açıklarında denizi doldurarak inşa ettikleri devasa rafineri ve petrokimya tesisleri sayesinde elalemin çıkardığı petrolü işleyip Asya kıtasına dağıtarak çok büyük para kazanır olmuşlar.
Singapur açıklarında kimyasal tesisler ve bekleşen gemicikler...
Ayrıca Singapur, Asya’nın en büyük depo, antrepo ve liman bölgesi olma tekelini uzun yıllar korumuş ve şimdilerde bu ünvanı Şangay, Hong Kong gibi kentlerle paylaşmaya başlamış. Ancak, Singapur’un son derece istikrarlı ve profesyonel iş anlayışı, çok uzun yıllar rekabetçiliğini kaybetmeyeceğini gösteriyor.

Singapur, demokrasi, ifade özgürlüğü gibi alanlarda uluslararası endekslerde kırık not alsa da, güvenlik, iş yapılabilirlik, yolsuzluğun olmaması, yaşam standartları alanlarında sürekli ilk üçe oynamış. Demokrasi yerine otokrasi; temiz, huzurlu, zengin bir hayatın bu tropik adada hızla yeşermesini sağlamış. Bugün bile ulu orta hükümeti, yönetimi eleştirmenin cezası büyük; ülkede falakadan idama kadar geniş bir ceza yelpazesi var!

Suç ve Ceza denilince, çoğumuzun aklına Dostoyevski kadar Singapur da geliyor... Ülkenin efsaneleşmiş “suç”ları arasında ciklet çiğnemek, yere çöp atmak gibi nispeten masum kabahatler de yer alıyor. Denilene göre, ülkeye yerleşen Çinliler başta olmak üzere diğer Asyalı toplumlar, ülkelerinde bıraktıkları bir takım “pis” uygulamaları bir daha görmemek için çok ağır cezalar getirmişler. Bu yüzden aksırana, tıksırana 200-300 dolar; tükürene-sümkürene 500-600 dolar cezayı dayamaktan çekinmemişler.
Alt geçitte bisiklet kullanana 1000 dolar!
Hele ki Singapur’a uyuşturucu sokmaya kalkarsanız... işte o zaman yandınız! Cezası kayıtsız şartsız idam. Bu cezayı Avrupalı beyazlara uygulamaktan bile çekinmeyen Singapur hükümeti, uluslararası ticarette uyuşturucuya aman vermemiş. Ülkeyi en güzel tanımlayan benzetmelerden birisi “idam cezası olan Disneyland” şeklinde. Singapur, suçlar ve cezaları konusunda kendiyle dalga geçmeyi de ihmal etmemiş ve “Singapur is a fine city” (Singapur, güzel/ceza veren bir şehirdir) sloganlı hediyelik eşyalardan iyi para kazanmış.

Tabii Singapur’un asıl para kaynağı cezalardan veya hediyelik eşyalardan değil; yukarıda da bahsettiğim gibi inanılmaz bir ticaret trafiği ve katma değerli üretimden... Singapur Limanı öyle böyle bir liman değil; kafanızda “olsa olsa Haydarpaşa’nın birkaç katıdır” diye canlandırmayın. Bizde yan yana 3-5 tane göreceğiniz o konteyner yükleyicilerden yüzlercesi yan yana dizilmiş durumda. Singapur limanındaki gemi trafiği, ancak Güvenpark’taki dolmuş yoğunluğu ile karşılaştırılabilir.
Peki, bu kadar ekonomik aktiviteyi o şey kadar... ne desem... avuç içi kadar adada mı yapıyorlar diye merak edebilirsiniz. Evet, bütün bu faaliyeti yaklaşık 600 kilometrekare adaya sığdırmışlar! Ama tabii ki ada yetmemiş ve 1960’larda 581 kilometrekare olan adayı, denizi doldura doldura 704 kilometrekareye çıkarmışlar. Önümüzdeki 20 yıl içinde 100 km2 daha eklemeyi düşünüyorlarmış. Belki bu yolla, birkaç bin yıl sonra ağa babaları olan İngiltere topraklarını sollayabilirler...
Bitmek bilmeyen inşaatlar ve golf sahaları...
Singapur bu müthiş atılımla ufacık adada büyük bir zenginlik yaratmış. Adada elinizi sallasanız dolar milyonerine çarpıyor; her altı haneden birinin harcanabilir gelirinin bir milyon doların üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Bu rakama gayrımenkul sahipliği dahil değil; oturulan evlerin fiyatı da hesaba katıldığında (ki, gayrımenkul çok pahalı) milyoner sayısının daha da artacağı tahmin ediliyor. Adadaki refah seviyesi öyle böyle değil; elinizi sallasanız Ferrariye, bacağınızı uzatsanız Porsche’ye değiyor. 

Ama gel gör ki, bu güzelim arabalar k.ç kadar adada mundar oluyor! Ada 20 km x 30 km boyutlarında... Güzelim Ferrari’ne bindin, gazı kökledin, altıncı vitese çıkıp ibreyi sonuna dayadın, eğer vaktinde frene basmazsan kendini Malezya’da bulabilirsin. Daha süratin tadını alamadan ülke bitiyor yahu! Zavallı Ferrari’ler “yerim dar ulaannn” diye sızlanıyorlar.
Zaten Singapur hükümeti de artan lüks arabalara karşı vergileri iyice yükseltmiş. Bu durum yine de zenginlerimizin oto tutkusunu törpülememiş, ama devlet vergilerden epey gelir sağlıyor. Bu arada, her ne kadar ekonomi liberal, özel girişimci dostu olsa da, devletin ekonomideki yeri çok büyük ve ülkenin kamu yatırım fonları parayı nereye saçacağını şaşırmış durumda... Bu şirketlerin en büyüğü olan Temasek (adanın java dilindeki adı) 160 milyar dolarlık bir portföy yönetiyor!
Ticaret, petrol, elektronik, medikal ve sairedeki başarıları Singapur’u kesmemiş olacak ki, hükümet ülkenin bir tasarım, sanat, turizm, eğlence ve alışveriş merkezi olması için de yatırımlarına devam ediyor. Zaten küçük bir ada olan Singapur’un yavrusu olan Sentosa adası, tamamen kumar, gezi ve eğlence amaçlı planlanmış. Lüks oteller, botanik bahçeleri, plajlar ve Universal Stüdyoları ile Sentosa adası lüks eğlencenin merkezi olmuş. Singapur’daki bir numaralı turizm destinasyonu olan Sentosa’ya gitmedim, ancak manzarasının gemi ve tankerlerden ibaret olması, size tropik bir cennette olduğunuzu unutturabilir.
Sentosa Adasına bir dikiz
Şehrin alışveriş merkezi ise meşhur Orchard Caddesi. Lüks mağazaların peş peşe sıralandığı, çılgın mimarilere sahip dev AVM’lerin yer altından birbirine bağlandığı, eskiden muhtemelen bağ bahçe olan Orchard Caddesi cüzdanlara zarar bir bölge. 
Bir akşam vakti bu caddede yürüyüşe çıktığınızda, gözlerinizi moda dergisinden fırlamış Asyalı/melez hatun kişilerden, caddelerden su gibi akan Ferrarilerden, değişik dünya mutfaklarını temsil eden menülerden alamayacaksınız. Alışveriş, yetmiş iki milletten insanın bir araya geldiği Singapur’da değişik kültürleri birbirine bağlayan bir harç görevi görüyor.

Kısaca Singapur'un özeti: More shops! 
Bir süre sonra sizi şapır şapır terletenin vitrinlerdeki fiyatlar olmadığını fark edeceksiniz. Ekvatora sadece 100 küsur kilometre mesafede olan Singapur, her daim nemli, sıcak ve boğucu havasıyla kendini hatırlatacaktır. Yıl boyunca hemen hemen sabit (ve yüksek) sıcaklık ve neme sahip Singapur’da havanın kapalı olması sizi sevindirmesin; çünkü kapalı hava, daha çok nem, daha boğucu bir atmosfer ve üstünüze her an yağabilecek şiddetli bir yağmur demektir. O yüzden, açık ve güneşli bir havanın daha sıcak, ama daha az nemli ve katlanılabilir olduğu söylenebilir.
Singapur’un nem ve sıcağı için literatürde akla ziyan benzetmeler vardır; hamama girmişsin, bir de üstüne devasa saç kurutma makinesi tutuyorlar falan derler. Ama madem ki geldiniz bu diyarlara, ne yapıp edip biraz gezmek gerek. Benim gibi vaktiniz çok sınırlı ise, geziye şehrin göbeğinden, marina bölgesinden, Singapur nehrinin okyanusa döküldüğü noktadan  başlamakta fayda var. Ne de olsa burası yüzlerce yıl önce Merlion’u, yani aslansı yaratığı gören Malay prensinin adaya ayak bastığı yer.
Zaten olay mahalline hemen Merlion’un bir heykeli dikilmiş ve o nokta Singapur’un en turistik, en çok fotoğraflanan yeri olmuş. Her Singapur ziyaretçisinin ağzından su püskürten aslan heykelinin önünde poz vermesi vacip hale gelmiş. Gel gör ki, tam ben geldiğim sırada o görkemli Merlion heykeli restorasyonda ve üstü örtülü idi (benim şehrin simgesi olan heykeller ve anıtlar konusundaki bahtsızlığımı daha önceki birçok yazımda bulabilirsiniz). Turizm işinden iyi anlayan Singapur yönetimi, hemen yanındaki parka turistik ihtiyaçların karşılanması için vekaleten bir Merlion heykeli dikmiş: 

Aslına vekaleten yavru Merlion
Merlion’u gördükten sonra başınızı kaldırıp etrafınıza bakındığınızda, ellerindeki parayı nasıl harcayacağını bilemeyen Singapurluların akıllara ziyan otel, iş merkezi, konser salonu ve benzeri mimari harikalarını göreceksiniz. Bana bile “Japon yapmış, Singapurlu da üstüne tüy dikmiş” dedirten, mimarinin sınırlarını zorlayan yapılar size sıcağı ve nemi unutturabilir. Tarafımca çekilmediği bariz olan bu fotoğraf, Marina Sands Bay Otel’in “yok artık” dedirten havuzundan bir enstantane:
Sakın yüzerken aşağı düşmeyin!
Siz yine de o kadar yükseklere çıkmayın, kıyıdan kıyıdan dolaşmaya devam edin. Başınızı az daha sola çevirdiğinizde iki devasa kirpi göreceksiniz. Bu sevimli kirpicikler, Singapur’un tiyatro ve konser salonları:
Vaktiniz varsa buyurun bir kültürel etkinliğe... Yoksa, gözlerimizi marina’dan ayıralım ve adaya ilk kez ayak basan prensimiz gibi Singapur nehri boyunca içerilere girelim. Nehrin  hemen girişine İngiliz kardeşlerimiz 1900’lerin başlarında Fullerton Otel’i dikmişler. Adını İngiliz Boğazlar Hükümeti’nin ilk Başkanından alan otel, klasik mimarisi ile gökdelenlerin arasında ezilmemeye çalışıyor.
Otelin hemen aşağısında Singapur nehri üzerindeki en bir tarihi köprüyü görebilirsiniz. 1868’de Glasgow’da mukim PW MacLellan Mühendislik tarafından yapıldığı afişe edilen köprüden nehri dikizleyebilirsiniz.
Köprünün de az aşağısında Singapur’un meşhur “nehre atlayan veletler” heykeli var. Niye meşhur, veletlerin olayı nedir, anlamış değilim ama güzel görünüyorlar. Siz atlamaya kalkmayın, nehir boyunca yürümeye devam edin. İçeri doğru ilerlerken su boyunca dizilmiş kafe, bar ve restoranların menüleri iştahınızı açacaktır. Lokantaların önünde size ne yiyebileceğinizi sergileyen dev akvaryumlar iştahınızı belki açacak, belki de kaçıracaktır.
Nehir boyunca yürümeye devam ettiğinizde Clarke Quay denilen bölgeye varacaksınız. Rivayet odur ki, Singapur gecelerinin en hareketli, eğlenceli bölgesi burasıymış. Ben ancak bir akşam üstü vakti geçebildim, o yüzden şöhretini test edemedim.
Ama o saatlerde bile bir “drink” almak için nehir kıyısına oturmanız şiddetle tavsiye olunur. Ne içelim diye soracak olursanız cevap son derece açıktır: Singapore Sling! Cin ve brandy bazlı, taze ananas suyu, limon ve grenadine içeren bu pembe kokteyl Singapur’un alamet-i farikalarından biri olmayı başarmıştır.

Singapur'un uygarlık tarihine büyük katkısı: Singapore Sling!
Kokteyli Singapur nehri kıyısında içmek yerine, ilk kez yapıldığı Raffles Otelinin barında içmek de bir diğer alternatif. Rivayet odur ki, 1910’larda, adını Singapur’un babası olan Raffles’tan alan otelin barında bir barmen arkadaş bu kokteyli ilk kez piyasaya sürmüş ve meşhur etmiştir. Bu yüzden Singapur sling’inizi Raffles otelinin barında, bir tabak ruffles eşliğinde yudumlamak da hoş bir ambians olacaktır.

Raffles Otel, Singapur nehrine çok da uzak bir mesafede değil. Yürümeye karar verirseniz, Parlamento binası, yüksek mahkeme ve benzeri idari ve mülki mekanları görebilirsiniz. Görmeseniz de olur. 
Raffles Oteli ile şehir merkezi arasında görülebilecek en Anglikan bina ise St. Andrews katedrali. Fazla bir esprisi yok, hele ki bahçesine girip çayır çimene yayılmanızı hiç tavsiye etmem! Şöyle bir etrafını göreyim diye bahçeye girdim, otların üstünde yürümeye başladım ve 10-15 saniye içinde bacaklarımda gıdıklanmalar ve yanmalarla havaya zıpladım! Çimlerin arasında yaşayan tropik karıncalar, hiç vakit kaybetmeden paçamdan içeri süzülmüş ve bacaklarımı kemirmeye başlamışlar. Kendimi asfalta atıp paçaları sıvayarak karıncaları geri püskürttüm. Gökdelenler arasında, betonarme bir şehirde bulunsanız bile, tropik bir adada olduğunuzu ve doğanın teknolojiye her zaman direneceğini bir kez daha anlıyorsunuz.
Masum göründüğüne bakmayın, insan yiyen karıncalar cirit atıyor bahçede...
Eğer ille de çimlere yayılmak istiyorsanız, katedralin hemen karşısındaki spor kompleksinin hijyenik zeminine uzanabilirsiniz. Vahşi karıncalarla arasında ince bir yol olan bu geniş alanda insanlar huzurlu bir şekilde spor yapıp dinlenebiliyorlar:   
Karıncalar dışında Singapur’un kafa şişiren kuşları da unutulmamalı. Atmosfer oldukça tropik, caddeler boyunca devasa ağaçlar şehri epey yeşillendiriyor. Hal böyle olunca, kallavi bir kuş nüfusu ortalıkta sürekli şakıyor. En ilginç olanı ise, gece vakti Orchard Caddesi üzerindeki kuş topluluğu idi. Ortalık sessizken çıtları çıkmayan bu kuşlar, arabanın birisi kornaya basınca öyle bir ciklemeye başlıyordu ki, kornaların sesini bastırıp “gürültü öyle değil, böyle yapılır” demeye getiriyorlardı. Ornitoloji ile fazla ilgim olmadığından kuşların ne kimliğini, ne de böyle davranma sebeplerini çözemedim; bir bilen anlatırsa sevinirim. 

Singapur’da gezmek, yemek ve alışveriş etmek için şehrin daha etnik/otantik bölgeleri de tavsiye ediliyor. Küçük Çin, Küçük Hindistan, Küçük Arabistan (ve hatta Küçük Emrah) gibi bölgeler, Singapur’un değişik kültür ve milletlerden bir araya gelmiş insanlarca kurulduğunu yeniden hatırlatıyor size. 
Eğer yeterince dolaştıysanız artık havaalanının yolunu tutun. Uçaklardan inen kadın yolculara orkide hediye edildiği, erkeklerin avucunu yaladığı, her daim ilginç gösterilerin, sergilerin eksik olmadığı bu havaalanında Singapur’daki son dakikalarınızı klimalı bir ortamda serinleyerek geçirin...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"