Akira Kurosawa

Düşlerinin Önce Resmini Yapan, Sonra Filmini Çeken Dev Sanatçı

Henüz ikametgahımın Tokyo’da olduğu günlerde, elime “Akira Kurosawa Resimleri” sergisi için bir davetiye geçmişti. “Yahu, bu adam yönetmen değil miydi” diye düşünerek sergiye gittim ve gördüm ki, Akira amcamız yönetmenden önce ressammış; hem de düşlerinin resmini yapan bir ressam.

Kurosawa sergisi hayatımda gezdiğim en etkileyici resim sergilerinden biri olmuştu. Üstadın rüya gibi filmlerinin sırrına da ermiştim; Kurosawa önce hayallerini tuvale dökmüş, ardından da filme çekmiş. Sergilenen resimlerinin çoğu filmlerindeki sahnelerin betimlenmesiydi. Kurosawa, çekeceği sahnenin önce dev boyutlarda yağlıboya bir resmini yapmış ve adeta o sahnedeki sesleri, kokuları, duyguları resme aktarmış. Kurosawa, çekeceği sahneyi tüm renkleri, görüntüleri, açısı, kompozisyonu ile gözlerinin önünde görmeden çekmezmiş. 

Sinema dünyasında “storyboard” kavramını bilirdik tabii; çekilecek sahnelerin eskizleri çiziktirilerek film ekibinin sahneyi kafasında canlandırması sağlanır; ama üstad işi abartıp ortaya yağlıboya şaheserler çıkarmış. Kurosawa filmlerini beğenen olur, sevmeyen, sıkılan olur; ama taraflı/tarafsız üzerinde hemfikir kalınan nokta, üstadın her bir film karesinin muhteşem bir tablo ayarında olduğudur. Sinema saniyede 24 kare hızıyla akıyorsa, 3 saatlik bir Kurosawa filminden 259,200 tane tablo çıkar! (3x60x60x24)  

İşte bu tablolardan yüz küsur kadarını görme şansına eriştiğim sergideki en etkileyici resimler Dreams, yani Rüyalar filmiyle ilgili resimlerdi. Kurosawa hayallerini (veya rüyalarını) etkileyici bir şekilde önce tuvale, sonra beyazperdeye aktarmış. Uçan çocuk ve peri resimleri (filme dahil etmekten vazgeçtiği), tilkinin düğünü, değirmenler köyü, tünel, Martin Scorsese’nin Van Gogh rolünde oynadığı karga ve diğer bölümlere ait resimler insanı gerçekten düşler âlemine götürüyordu. 

İlk aklıma takılan konu, filmin adı olan “Dreams”in hangi anlama geldiğiydi; hayaller mi, yoksa rüyalar mı? Bunu düşünürken birden fark ettim; İngilizcede rüya için de, hayal için de aynı kelime kullanılıyordu. Ben ikisi arasında büyük fark olduğuna inanıyordum; Rüya hayalden daha saf, katıksız ve bilinç müdahalesinden uzaktı. Halbuki bilinç hayalin içine birçok şey katabilir, onu kirletebilirdi. İngilizcede rüya ve hayal için niye farklı kelimeler bulunmadığını düşünürken, filmin Japonca ismini buldum: Yume!

Yume, Türkçede rüya anlamına geliyor ve Japonca’da hayal için farklı bir kelime var. Japon kültürünün de bizim gibi rüya ve hayal için farklı kelimeler yaratması nedense hoşuma gitti ve sergiden sonra bir şişe sake ile birlikte filmin videosunu alarak televizyonun karşısına kuruldum. Dreams filmini seyrederken ben de gözü açık ve uyanık halde bir rüyaya dahil olabiliyordum. Bir insanın düşlerini hem resme hem de filme aktarabilmesi, kulağa basit gelse de, muazzam bir deha göstergesi bence. 
Tilkilerin Düğünü
Dreams filminde tilkilerin düğünü beni en çok etkileyen ve “rüyalarıma giren” bölümdü. Japon mitolojisine göre açık ve güneşli havada yağan yağmur, tilkilerin düğünlerini yapmaları için en uygun zamandır. Hava aynı anda hem güneşli hem de yağmurluysa Japonlar ormana girmezler. Çünkü tilkilerin düğününe tanık olmak büyük bir uğursuzluktur ve Japon mitolojisinde çok önemli bir yeri olan tilkiler (kitsune) bu terbiyesizliği affetmezler.

Filmde, güneşli yağmurda ormana giderek tilkilerin düğününü gizlice seyreden bir oğlan çocuğu tilkilerce fark ediliyor ve kendi canını alması için eline bir kama tutuşturuluyor. Oğlanın tek kurtulma şansı tilkiler diyarına giderek af dilemek. Tilkiler diyarına da güneşli yağmurda oluşan gökkuşağının altından geçerek ulaşılıyor. Çocuğun olağanüstü güzellikteki bir manzarada çiçek tarlasının içinden aman dilemek için umutsuzca gökkuşağına doğru yürüdüğü sahne, belki de sinema tarihinde beynime en derin kazınan sahne olmuştur. 

Ve bir de filmin sonundaki değirmenler köyü! 103 yaşındaki amcamızın hayata, doğaya ve insana dair basit bilgelik düsturları, gereğinden fazla hırs, bilim ve teknolojinin sonuçları... Olağanüstü görüntü ve müzikler eşliğinde seyredeceğiniz dünyanın en neşeli cenaze töreni.

Bu ve benzeri “rüya”ları gören Akira Kurosawa, Tokyo’da 1910 yılında samuray soyundan gelen bir ailenin sekizinci ve sonuncu oğlu olarak doğmuş. Babasının modern görüşlü biri olması sayesinde çocukluğunda batı sinemasının örneklerini seyredebilmiş. Ama Akira’nın asıl büyük merakı resim yapmak ve iyi bir ressam olmakmış. Kendisi gibi dâhi yaratılışlı olan ve Akira’yı önemli derecede etkileyen abisi Heigo filmlere ve sinema endüstrisine daha çok meraklıymış. 
 Bir miktar asi ruhlu olan Kurosawa kardeşlerden Heigo yirmili yaşlarında intihar ettikten sonra Akira büyük bir travma geçirmiş, ama sonunda kendini film endüstrisinde bulmuş. İkinci Dünya Savaşından önce Japonya’da yaşanan baskı rejimi sırasında Japon propagandasına yönelik film projelerinde yer almaya mecbur kalmış. Savaş sonrasında üzerindeki baskı kalkınca gerçek sanatını ortaya koymuş. Klasik batı edebiyatından etkilenen Akira, özellikle Sheakespeare ve çağdaş Rus yazarlarından ilham almış. Sinema endüstrisindeki ilahı ise John Ford olmuş.


Akira, batı edebiyatı ve sinemasından etkilendiği için ülkesinde biraz hor görülmüş ve daha çok ABD ve Avrupa’da takdir edilmiş. Hatta Japonya’da filmleri için finansman bulmakta zorlandığı dönemler olmuş. Bunalıma düşen ve elli bir yaşındayken abisi gibi intiharı deneyip bileklerini doğrayan Akira Kurosawa, fırçadaki becerisini jilette gösteremeyince hayatta kalmış. Kariyerinin olgunluk dönemlerindeki filmler için, ona büyük hayranlık duyan George Lucas ve Francis Ford Coppola büyük destekte bulunmuşlar. Lucas’ın, Yıldız Savaşları filminde bile Kurosawa’nın Gizli Kale’sinden esinlendiği bilinir... Spielberg bile, “hayatımda en çok şey öğrendiğim yönetmen” olarak Kurosawa’yı işaret etmiş. Sonuçta, Kurosawa’nın “tüm zamanların en büyük elli yönetmeni” listesine altıncı sıradan girmesi tesadüf olmasa gerek. 
Kurosawa ve iki hayranı: Coppola ve Lucas! 
John Ford’dan etkilenen Kurosawa’nın George Lucas’ı etkilemesi, ve benzeri esinlenme zincirleri son derece ilginç tesadüfler yaratıyor. Örneğin, 1800’lerde ukiyo-e diye bilinen Japon tahta baskı sanatı Japonya’da çok rağbet görüyormuş. Meiji dönemi ile birlikte Japonya’nın Avrupa ile ilişkileri başlayınca, özellikle Fransa, Hollanda ve İngiltere ile ticareti gelişmiş. Bu ülkeler, Japonya’dan seramik ürünleri, tabak, çanak, vs. ithal etmeye başlamışlar. Japon ihracatçılar, uzun gemi yolculuklarında seramik ürünler kırılmasın diye mallarını sıkıca kağıtlara sarıp sarmalamak istemişler. Etrafta kağıt kalmayınca, eski ve kullanılmayan ukiyo-e’leri de ambalaj amaçlı kullanmışlar.

İhraç malları Hollanda ve Fransa’ya ulaştığında, seramikleri ambalajından çıkaran Avrupalıların gözüne bir süre sonra bu eserler ilişmiş. Resimsever Avrupalı tüccarlar, ambalaj kağıdı olarak kullanılan eserleri görünce dumura uğramış, hatta sırf ukiyo uğruna seramik ticaretini sürdürmüşler. Halbuki bize sık sık tekrarlanan bir öğüt vardır: “Zarfa değil mazrufa bakacaksın” diye... Demek ki neymiş, mazrufa bakarken zarfı da unutmayacaksın. Hele ki işin içinde Japonlar varsa... Kaderin ilginç bir tesadüfüdür ki kültürlerinde herhangi bir unsurun kendisinden çok sunumunu öne çıkaran bir milletin sanatı Avrupa’ya ambalaj malzemesi olarak girmiş. 
Kurosawa'dan Van Gogh portresi... Breh breh!
Nitekim, bir süre sonra Avrupalı sanatseverler Japonya’dan ukiyo getirtmeye başlamış. Van Gogh, Antwerp’de yaşadığı dönemde limana gider ve ukiyo toplarmış. Van Gogh ve Monet başta olmak üzere, dönemin Avrupalı empresyonist ressamları ukiyo-e tarzından çok etkilenmişler ve bu etkiyi eserlerine yansıtmışlar. Japon sanatı Van Gogh’un üslubunda çok büyük etki yarattıktan sonra, Van Gogh da Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın tarzını büyük ölçüde etkilemiş ve en çok hayran olduğu ressam olmuş; böylece çember tamamlanmış!

Laf Japon kültüründen açılınca konuyu çok dağıtıyorum, tekrar Kurosawa’ya döneyim; İkinci Dünya Savaşından sonra Kurosawa, üzerinde iktidar baskısı olmadan, gönlünce film çekme şansına kavuşmuş. Sinemaseverlerin dikkatini çektiği ilk özgün eseri, 1948 yapımı Yoidore Tenshi, veya Drunken Angel, ya da Sarhoş Melek... Filmde sarhoş bir doktorun ince bir hastalığa yakalanmış küçük ölçekli bir gangstere yardım edişi anlatılıyor. 

Filmin üç önemli başrol oyuncusu var; ilki savaş sonrası Tokyo sokaklarına hakim olan lağım, çamur ve batak... Sokaklardaki çamura odaklanılan her sahnede çamurun içine atılmış veya  düşürülmüş nesneler insanı garip bir şekilde yaralıyor. Diğer bir başrol oyuncu ise, savaş sonrası Tokyo’yu etkisi altına alan caz ve bebop’un hakim olduğu dans salonları. Üçüncü ve en kayda değer başrol oyuncusu da, gangster rolündeki Toshiro Mifune!

Kurosawa’dan bahsedince Mifune’yi anmamak olmaz tabii... Yedi Samuray da dahil olmak üzere birçok Kurosawa filmini karizmasıyla sürükleyen bu muhteşem aktör ile üstad ilk kez Drunken Angel filminde tanışmış. Kurosawa Mifune’ye öylesine hayran kalmış ki, rolünü iyice uzatmış, ve hatta yardımsever doktoru gölgede bırakmış. Çok titiz ve her bir aktörün rolüne müdahil olan Kurosawa, filmlerinde sadece Mifune’ye doğaçlama yapma esnekliğini vermiş.

Sakın ha “ben bu Mifune’yi tanımam ki...” diye düşünmeyin! Seksenlerde ülkemizi kasıp kavuran “shogun” dizisindeki Lord Toranaga’dan bahsediyorum! Kariyerinin olgunluk dönemindeki Mifune, Toranaga San rolüyle şöhretini perçinledi! Ama benim gözümde Mifune, Japonya’nın Sadri Alışık’ıdır. Bazen abartıya kaçan, coşku patlaması yaşadıkları sahneler ve oyunculuk tarzları o kadar benziyor ki! “Turist Ömer Japonya’da” diye bir film çevrilecek olsa ve ikisini karşılıklı oynatsan dünya yıkılır! 
Mifune ve o meşhur "deli" bakışı...
Neyse efendim, Mifune parantezimizi kapatıp üstadın filmografisine dönelim... Kurosawa’nın Drunken Angel’dan sonraki ikinci büyük şaheseri Rashomon’dur bence... “Kale Kapısı” gibi bir anlama gelen Rashomon, yıkık bir kapı altında bir cinayet/tecavüz vakasını aydınlatmak üzere kurulan seyyar bir mahkemeyi anlatır. Ormanda bir samuray öldürülmüş, karısı da tecavüze uğramıştır. Olay, bir görgü tanığı, samurayı öldüren haydut, tecavüze uğrayan kadın ve (bir medyum aracılığı ile) bizzat kurbanın bakış açılarından farklı şekillerde anlatılır. Geçtiğimiz yıllarda vizyona giren “Vantage Point” filmi gibi; her bakış açısında farklı detaylar ve değişik değer yargıları yakalayabiliyorsunuz.

Bu filmde haydut rolü ile Mifune devleşiyor ve niye Kurosawa’nın vazgeçilmez yıldızlarından biri olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. Ve yine bu filmde Kurosawa’nın bir başka vazgeçilmez başrol oyuncusu ile tanışıyorsunuz: Meteoroloji! Üstadın filmlerinde meteorolojik öğelerin (soğuk, sıcak, yağmur, rüzgar, fırtına, bulut, güneş, sis ve daha niceleri) birçok sahnede egemen olması, daha doğrusu filme bir arka plan, hatta oyuncu olarak katılması gerçekten çok etkileyici. Ne de olsa serde Şintoizm var, doğa olaylarının filmi etkilememesi düşünülemez.

Bu filmde de fırtına, yağmur, bulutlar, esen rüzgar, açan güneş önemli bir rol alıyor. Ne kadar japonez, değil mi? Haydutun itirafı bile "hava güneşli ve durgundu... eğer bir anlığına rüzgar esip yaprakları kımıldatmasaydı bu cinayeti işlemezdim." şeklinde. İşte, yine JapANya, Japon  "an"sallığı (bkz. Japon Yapmış, Onur Ataoğlu). Filmde kamera kullanımı, kadrajlar ve diğer benzer teknik detaylar zirve yapmış ve sinema teknikleri tarihinde çığır açmış.   

Fazla spoyler vermeyeyim ama, filmde gerçek/yalan ikilemi, konuya ahlaki ve felsefi bir yaklaşım başarıyla ele alınıyor. Filmin sonuna doğru Kurosawa konuyu dünyanın kötüye gidişatına, şeytanın bile insanların kötülüğünden korkuşuna, bencilliğe sardırıyor; ama son dakikada küçük bir umut ışığı yakıp filmi bitiriyor. İzlenesi...

Rashomon’u beğendiyseniz, Kurosawa’nın başyapıtı sayılan, gelmiş geçmiş en iyi filmler sıralamalarında her zaman yer bulan Yedi Samuray’a geçebiliriz. Konu oldukça basit ve bir çok kez uyarlaması yapıldı; bir haydut çetesi yoksul bir köye musallat olur. Köylüler, kendilerini korumaları için yedi profesyonel samuray (savaşçı) tutarlar, ama verecek paraları da yoktur. Biri yaşını başını almış, oldukça tecrübeli bir samuray olmak üzere yedi asil insan köylülere yardım için seferber olurlar.

Aslında samuray bile olmayan genç bir serseri, yani Mifune filmi bu kez de sürükler. Yine tam bir “Turist Ömer” havasında, coşkulu ve abartılı hareketleri, tükenmez enerjisi, çılgın kahkahalarıyla seyirciyi kopartır. Diğer oyuncuların “cool” tavırları, olağanüstü çekimler, döneminde çığır açan kamera teknikleri, doğa ve atmosferin yerinde kullanımı ile film tam bir görsel şölene dönüşür. 
Yedi yiğit çıkmış meydane...
Filmde, haydutların gazabından çok çekmiş köylülere önce acıyorsunuz. Giderek fırsatçılıklarına, kaypaklıklarına kızıyorsunuz. Hatta filmin sonlarına doğru köylülerden tiksiniyorsunuz. Diğer taraftan, samurayların “bushido” kodu, asaletleri ve bilgelikleri izleyiciyi hayran bırakıyor. Samurayların köy savunması için hazırlıkları, savunma ve saldırı taktikleri de son derece ilgi çekici. Ve tabii destansı bir çarpışma sahnesi 3 küsur saatlik filmde heyecanı doruğa çıkarıyor. Filmin sonunu söylemeyeyim, ama samurayların “bizler yine kaybettik, köylüler kazandı” repliği her şeyi özetliyor. Kısacası, bu öyle böyle bir film değil, seyredilmemesi çok büyük kayıp olan bir film!

Eğer Kurosawa’nın samuray tarzını beğendiyseniz, benzer birkaç filmle daha devam edelim. Japon sinemasının bir de “chanbara” filmleri denilen bol kılıç şakırtılı samuray filmleri vardır ki, bizdeki Kara Muratlara, Malkoçoğullarına denk gelir. Ama Kurosawa’nın stilize ettiği samuray/ronin filmleri bir kaç gömlek daha yukarıdadır tabii... Örneğin, 1960’ta çektiği Yojimbo!

Badigard gibi bir anlama gelen Yojimbo’da ana karakter olan Sanjuro’yu yine Mifune canlandırmaktadır. Sanjuro bir “ronin”dir; yani, boşta gezen samuray... Bir kasabaya gelir, kasabanın sürekli birbiriyle itişen iki haydut aile arasında parsellendiğini görür ve bu kasabadan kendisine iyi ekmek çıkacağını anlar. 

Yojimbo, ilerleyen yıllarda Sergio Leone’ye ilham kaynağı olmuş ve Clint Eastwood’un parladığı “Bir Avuç Dolar” filmine uyarlanmıştır. Zaten kendisine idol olarak John Ford’u alan Kurosawa’nın filmlerinde bir western havası sezilir; üstadın samuray filmleri, vahşi batının daha vahşi Japonya’ya yansıması gibidir. Hatta Yojimbo’da bile kasabanın en zengini, Red Kit’ten alışık olduğumuz şekilde, cenaze levazımatçısıdır! Bir sahnede sokağın onlarca ölü ile dolması karşısında üzülen levazımatçı, "ne var işte, işlerin artacak" yorumuna "Hiç de değil; savaşlar kötüleşip ölümler arttıkça kimse tabutla ilgilenmez" cevabını vererek on puanı hak eder. Kasabanın kötü haydutlarının biraz fazla salak ve beceriksiz olması, Mifune karşısında komik duruma düşmeleri filmin ciddiyetine biraz gölge düşürmektedir...

Yojimbo’yu beğenirseniz, devamı niteliğindeki Sanjuro Tsubaki’yi de mutlaka seyredin. Kötü adamlar yine salak ve sakardır, ama Mifune biraz daha olgunlaşmış ve ciddidir. Ayrıca filmde Japon shogun döneminin dalavereleri, politik çıkar kavgaları, güç ve para savaşları gayet iyi anlatılmaktadır. Kostüm, dekorlar ve detaylardaki özene zaten diyecek yok! 
Kagemusha ve renkli rüyası
Japonya’nın shogun dönemine dair biraz daha dalavere isterseniz, Kurosawa başyapıtlarından Kagemusha’ya geçelim. Kagemusha, yani gölge savaşçı, Japon tarihinin en karışık dönemi olan 16. yüzyılda geçiyor; ölen bir derebeyinin yerine, ona tıpatıp benzeyen bir haydut geçirip ölümünü gizliyorlar. Derebeyi ve haydut rolünde Mifune yok bu sefer; ama üstadın favorilerinden olan Tatsuya Nakadai döktürüyor! Bu filmde de yine olağanüstü bir “rüya” sahnesi izleyiciyi koparıyor...
  
Film çok görkemli, yine destansı savaş sahneleri var, çok büyük bütçe gerektirmiş ve yapımcı firmayla sorunlar çıkmış. Kurosawa’nın çizdiği muhteşem storyboardlar karşısında dilleri tutulan George Lucas, Coppola finansmanın önemli bir kısmını sağlamış. Sağolsunlar, bize de çekimleri 9 ay süren, sırf finaldeki savaş sahnesine 2 ay harcanan bu muhteşem filmi izleyebilme imkanı yaratmışlar. 
Coppola ve Lucas bu çizimleri görünce Kagemusha'ya paraları basmış...
Filmin Japonya prömiyerine katılmak, üstadın elini öpmek için uçağa atlayıp Tokyo’ya giden meşhur yönetmenlerin listesi, Hollywood’un Top 20 listesi gibi... Ancak üstadın bu film için “Kagemusha, Ran filmim için kostümlü bir provaydı” demesi beni biraz üzdü!

O zaman dönüp bir de “Ran”a bakalım... Kurosawa’nın samuray filmleri dizisinin muhteşem finali. Kagemusha’dan sonra beş yıl üzerinde çalıştığı büyük proje. Ran, sinema tekniği, olağanüstü çekimler, epik anlatım, vurucu diyaloglar açısından Kurosawa’nın doruk noktaya ulaştığı film. Shakespeare’in Kral Lear’ından esinlenilen bu filmde dürüstlük, gurur, bağlılık/ihanet ve daha nice insana özgü kavram öylesine etkileyici bir biçimde işlenmiş ki... Zaten Orson Welles bile Kurosawa için “Shakespeare’e dokunmaya hakkı olan tek yönetmen” demiş. 

Ve bir de filmin görselliği ve hatta şiirselliği... Her bir sahnesi özenerek çekilmiş, storyboard’lara aktarılmış, sanki binlerce tablonun peş peşe gösterimi ile oluşturulmuş bir film. Kurosawa’nın bir sahnede bulutların istediği görünümü vermesi için 3 ay beklediğini duymuştum! Manzara ve kostümler harika, renkler ve sesler etkileyici, sahneler çok gerçekçi; hatta bu yüzden bazı savaş sahneleri mide kaldırabilir. Ama sabredin, seyredin ve sinemanın niye bir sanat dalı olduğunu bir kez daha anlayın. Görsellikten büyülenirken diyalogları kaçırmayın ve hayatı anlatan şu repliği kafanıza kazıyın: “Dünyaya ağlayarak geliriz, yeterince ağladıktan sonra ölüp gideriz”   

Bu film, Kurosawa’nın dillere destan mükemmeliyetçiliğinin, titizliğinin ve detaycılığının doruk noktası olmuş. Ama bu filme gelene kadar da bu özellikleri yüzünden setlerde terör estirmiş. Eh, ne de olsa Japon! Ailesi de evdeyken filmlerinden başka bir şey düşünmediğini, sürekli kafasında sahneleri canlandırdığını, onların resimlerini yaptığını anlatırmış. Kurosawa, sinemanın edebiyat, resim, tiyatro ve müzik sanatlarını birleştirdiğini söyler, kendini tamamen filmlerinin düşlerine kaptırırmış. 
Ran eskizlerinden bir demet
Tabii bu titizlik ve detaycılığın mali bir yansıması da olmuş! Örneğin, Yedi Samuray’ın bitmek bilmez çekimleri esnasında bütçe birkaç kez aşılmış ve Toho Stüdyoları film projesini iptal etmeye karar vermiş. Kurosawa, bizzat yönetim kuruluna yalvararak projeyi tamamlatmış. Yedi Samuray ile aynı günlerde Japon efsanesi Godzilla’nın da çekiliyor olması, film şirketini iyice zora düşürmüş... Hatta Kurosawa Godzilla’yı da çekmek istemiş, ama üstadın ne kadar masraflı olduğunu bilen şirket kesinlikle kabul etmemiş!

“Eee, Kurosawa bu kadar mı, kariyeri sadece samuray filmlerinden mi ibaret, adamın daha çağdaş dönemden, hayata dair filmleri yok mu” diye sorabilirsiniz. Sordunuz, o zaman anlatayım...

1952 yılına geri dönüp Ikiru’yu (Yaşamak) seyrederek çağdaş filmlerine başlayabiliriz. Ikiru, ölümcül bir hastalığa yakalandıktan sonra kalan hayatına şekil vermeye çalışan bir memuru anlatıyor. Filmde vurgulanan en büyük çelişki, öleceğini bilmeyen bir insanın “yaşamadığı”, öleceğini öğrendikten sonra ise telaşla yaşamaya çalıştığı...

Kahramanımız Watanabe, ölüm yaklaşınca amaçsız yaşamını bir yola sokmaya çalışıyor ve önce vur patlasın çal oynasın bir hayata dalıyor. İçki ve kadınlarla geçen dolce vita bir dönemin ardından istediğinin bu olmadığını, tüketerek değil üreterek, bencillikle değil, başkaları için bir şey yaparak daha mutlu olabileceğini anlıyor. 

Ona bu kararı verdiren ise hayat dolu bir kız olan Toyo... Bir restoranda yaptıkları konuşmadan sonra Watanabe’nin “insanlar için bir şey yapacağım” kararı vermesiyle birlikte, yan masada süregiden bir yaşgünü partisinde “happy birthday to you” çalmaya başlaması çok manidar bir sahne idi.

Nitekim, yaşarken ölü olan Watanabe, tam ölürken yaşamaya başlıyor ve hayatına bir anlam katıyor. Hatta Watanabe filmde ölüyor ve gerçekten “yaşadığı” hayatını ölümünden sonra, arkadaşlarının onunla ilgili anıları üzerinden izliyoruz. Yaşam/ölüm ikilemini, hatta bu iki kavramın zıtlığını değil tamamlayıcılığını o dakikadan itibaren anlıyoruz.

Watanabe hayatının kalan kısmını eskiden bir çamur deryası olan boş bir alanın park yapılması için mücadeleye adıyor. Bu arada, bu çamur deryasının “Sarhoş Melek” filminde başrolü oynayan, “hayatı” yutan çamurluk olduğunu varsayabiliriz. Watanabe, bu alanın park yapılması için eskiden parçası olduğu bürokrasi ile büyük bir savaşa giriyor.
Watanabe'nin parçası olduğu bürokrasi ile "ölümüne" mücadelesi...
Vücudunu kanser saran bir adamın toplumu saran bürokrasi kanseriyle mücadelesi. Bu mücadeleyi, onu anmak için bir araya gelip içen, içtikçe açılıp bülbül gibi öten arkadaşlarının tartışmalarından izliyoruz. Kafaları güzelleştikçe Watanabe’nin yaptıkları ve onu bu yola iten olguları daha iyi anlamaya başlıyorlar. Demek ki bize de kafası kıyak nesiller lazım...

Ikiru’dan sonraki çağdaş, samuraysız filmimiz için 1970’e gidip Dodeskaden’i seyredebiliriz. Dodeskaden, Japonya’nın hızla sanayileştiği dönemde şehrin varoşlarında bir çöplükte yaşayan bir grup insanın hazin öyküsü. Drunken Angel filminde tanıştığımız, Ikiru’da kurutulan çamur ve çöplük, Dodeskaden ile geri dönüyor...
Dodeskaden ne demek? Filmdeki çocuk kahramanımızın raylarda ilerleyen bir treni sesle betimlediği tekerleme... Kendini tren sanan, hayatına bir anlam katmak için her gün düzenli sefere çıkan Roku-chan’ın raylardaki tıkırtısı: Do-des-ka-den, do-des-ka-den! Kafayı trenle bozmuş, evinin duvarlarında olağanüstü tren resimleri olan Rokuchan, filmde bam telimizi titreten karakterlerden biri.

Roku-chan beni ziyadesiyle etkiledi, çünkü Japonya’da yaşadığım sıralarda bir benzerini tanımıştım. Tokyo’nun meşhur Yamanote hattında trenlere binen bir meczup arkadaşın tren dublajı çok dokunaklı idi... Trenler artık çok hızlıydı ve raylar üzerinde eskisi kadar melodik tıkırdamıyordu; bu yüzden genç arkadaşımız trenin ivmelenme ve frenleme seslerini “ııınnnnn” diye taklit ederek gün boyu treni “sürüyordu”... Birkaç istasyon gittikten sonra ağlamaklı bir ifade ile trenden iniyordu. Kendisine iki-üç kez denk gelmiştim...

Ama filmde bana en çok dokunan karakter evsiz bir baba oğul idi. Belli ki bir miktar görmüş geçirmiş, kültürlü biri olan baba sürekli ileride oturacakları ev hayali ile küçük oğlunu avutuyordu. Oturacakları ev mutlaka batı tarzı ve betonarme olacaktı; Japon evlerine benzemeyecekti. Bahçesi, kapıları, dekorasyonu... hayalindeki detaylar iç parçalayıcı olduğu gibi, Japon tarzının “zayıflıklarından” uzak olmalıydı. Açlıktan ölmemek için oğlan lokantalardan dileniyordu, ama bir gün hastalandı ve... Daha anlatmayayım, ama baba ile oğlunun hikayesine ağlamayan gelsin yüzüme tükürsün yani! 
Bu babayla oğulun hikayesi var ya... Tek rakibi "Bisiklet Hırsızları"ndaki Bruno ve babasıdır diyebilirim.
Annesi hastanede yatan ve geçinmek için yorgunluktan bayılana kadar yapma çiçek yapan genç kız, tüm varlığını kendini soymaya gelen hırsıza “ihtiyacı olduğu için” veren yaşlı Japon’un bilgeliği, çöplükte yaşamanın hırsıyla kocasını boynuzlayan varoş güzeli ve daha nice karakterler...

Aslında Dodeskaden deneysel bir film; Kurosawa titizliği ve yüksek bütçelerinden dolayı eleştirilince, çok az bir bütçeyle ve 28 günde bu filmi (ilk renkli filmini) çekmiş. Eh, sırf 3 ay uygun bulut beklediği filmlere göre büyük bir fark tabii... Film oldukça ilgi görse ve Oskara aday olsa da gişede feci çuvallamış! Kurosawa, mükemmeliyetçiliğinden ödün verdiği filmin başarısızlığı üzerine depresyona girerek bileklerini doğramış ama ölmemiş. Siz gişe fiyaskosuna aldırmayın, bu filmini de mutlaka seyredin! 

Bunun üzerine Kurosawa yeniden titizlenmeye başlamış ve dört yıl boyunca nakış gibi dokuyarak muhteşem bir başyapıt ortaya çıkarmış: Dersu Uzala! Film, 1975 yılında en iyi yabancı film oskarını kazanmış, ama bir Rus filmi olarak! Çünkü film Sibirya’nın derinliklerinde geçiyor ve bir Japon-Rus ortak yapımı...

Filmde, Sibirya ormanlarında keşif yapmak için görevlendirilmiş bir Rus subay ile ormanlarda yaşayan Dersu Uzala adlı avcı arasında gelişen dostluk olağanüstü manzaralar eşliğinde anlatılıyor. Hikaye yaşanmış olaylara dayanıyor ve Vladimir Arseniev’in kitabından uyarlanmış. Dersu Uzala’nın saflığı, temizliği, doğa sevgisi, hümanizması seyredenleri insanlığından utandıracak seviyede...

Şamanizm ve akrabası şintoizmin düsturlarını her an hissedebileceğiniz filmde doğayla savaşarak değil, doğa ile birlikte yaşamak kavramı anlatılıyor. Nitekim Dersu, ırmağın, ateşin, ağacın ruhu olduğuna inanıyor. Yaşamak için porsuk avlasa da, gereksiz yere hiç bir nesneye zarar veremiyor; nişancılığını göstermesi istendiğinde, boş bir şişeye ateş etmeye bile kıyamıyor! Geçenlerde bir dergide okumuştum, Sibirya yerlileri yemek amaçlı avladıkları hayvanlar için “avlamak” veya “öldürmek” gibi bir kelime kullanmazlarmış. Bu eylemi, “almak” anlamına gelen bir kelime ile (mecburiyet karşısında doğadan ödünç almak gibi) ifade ederlermiş.

Dersu da dağlarda dolaşırken rast geldiği bir kulübeye tuz, pirinç ve kibrit bırakıyor; kendisinden sonra o kulübeye gelmesi muhtemel, hiç tanımadığı birisine iyilik yapmak için. Hal böyle iken, avladığı porsukların parasını saklaması için emanet ettiği Rus askerinin parayı iç etmesine bir türlü anlam veremiyor. Niye ki? Filmde 40 yıldır dağda dolaşan ve hiç insan görmeyen bir karakterin naifliği sonucunda kafama dank ediyor: Ne kadar az insan görüyorsak, o kadar insan kalabiliyoruz; ne kadar fazla insanla muhatap olursak da o derece insanlığımızdan sıyrılıyoruz.   
Film ilerledikçe, yaşlanan ve doğada hayatta kalma yetileri zayıflayan Dersu’yu şehirde yaşamaya götürüyorlar. Kendi deyimiyle bir kutuya tıkılan Dersu, şehirdekilerin suya ve oduna para ödemesine anlam veremiyor! Şehirde asla yaşayamayacağını anlıyor, tekrar doğaya dönüyor ve orada ölüyor. Öyle ki, doğanın kucağında ölmesine seviniyorsunuz. Olağanüstü manzaralarla süslü, belgeselimsi bu filme rast gelirseniz sakın kaçırmayın!

Dersu Uzala sonrası Kurosawa’nın en etkileyici samuray-dışı filmleri, yazımın başında  değindiğim Dreams ile Richard Gere’in de rol aldığı Ağustos’ta Rapsodi... Film çekilirken kariyerinin zirvesinde olan ve milyonlarca dolardan aşağı adım atmayan Richard, yönetmenin yine bütçesel sıkıntılar çektiğini duyunca “Kurosawa ile çalışmak için üste para bile veririm” diyerek Japonya’ya koşmuş...

Film, atom bombası dehşetini savaş sahnelerine ihtiyaç duymadan, o yılları yaşamış yaşlı bir teyzenin torunlarıyla ilişkisi çerçevesinde anlatıyor. Tabii Japon halkının tarihinden, geçmişinden kopmuş olduğu, 50 yıllık bir felaketin bile böylesine kolay unutabileceğinin de eleştirisini yaparak. Filmi seyrederken mendilleriniz yine yakınlarda olsun...

Ve gelelim Kurosawa’nın jübilesine; Madadayo! İkinci Dünya Savaşı öncesinde emekliye ayrılıp kalan ömrünü yazar olarak sürdürmek isteyen, öğrencileri tarafından çok sevilen bir profesörün dostluk, bilgelik ve insanlık dolu öyküsü. Savaşta evi bombalanan profesör ve karısı her şeylerini kaybedip küçük bir kulübede yaşamaya başlarlar. Onu çok seven öğrencileri ise bir araya gelip hocaları için bir ev yaptırırlar. 
Profesörün kulübesinin dört mevsim eskizi... Japon kültürü ve mevsimler deyince ayrı bir başlık açmak lazım!
Yavaş tempolu, belki birçokları için sıkıcı olabilecek film, profesörün hayat üzerine ince esprileri, dokunaklı hikayeleri ve yerinde tespitleri ile acelesi olmayana büyük keyif verir. Çocuk ruhlu, iyimser ve neşeli profesörümüzün ziyaretine gelen öğrencileri ile tatlı sohbeti doyumsuzdur: "Dağda inzivaya çekilen keşişten farkım, o akan suyun tatlı şırıltısını dinlerken, benim duyduğum tek su sesi bahçe duvarıma işeyenler". Çok sevdiği kedisinin kaybı sonrası içine düştüğü duruma hüzünlenecek, evinin arkasındaki havuzcuğun Pasifik Okyanusundan büyük olup olmadığı tartışmasında ise doğu felsefesinin inceliği ile ısınacaksınız.

Savaş sonrası Japon toplumundaki değişimin arka planda ince ince işlendiği filme ismini veren “Madadayo” tekerlemesine gelecek olursak... Profesörümüz, her yıl öğrencilerinin verdiği bir partide yaşgününü kutlar. Öğrencileri ona “Hazır mısın” anlamında “Maada Kai” nidasıyla seslenirler. Yaşlı profesörümüz, “Mada dayooo” (henüz hazır değilim) diyerek onları cevaplar. Eh, neye hazır olup olmadığını da siz anlayın, bana yazdırtmayın. Ama sonunda bir gün, profesörümüz kendini “hazır” hisseder ve film yine Kurosawa’nın fırçasından dökülen muhteşem bir “rüya” sahnesi ile biter. Ve bu film, bu son rüya ile Kurosawa üstad sinema dünyası ile vedalaşır. 

Evet, Akira Kurosawa’yı anlatmaya “Rüyalar” ile başladık, rüya ile bitirdik. Ama bu kadar rüya da karnımızı acıktırdı doğrusu... Konuyu biraz değiştirecek olursam, Kurosawa’nın beni en çok etkileyen yanlarından biri olan gurmeliğine kayabilirim. Nitekim, film setlerinde kurulan abartılı ve zengin sofralar da yönetmenin titizliği kadar meşhur olmuş. Kendimde herhangi bir resim veya sinema pırıltısı göremediğim için, üstatla ortak bir nokta bulmuş olmak hoşuma gitti.

Kurosawa’nın film setlerindeki ziyafetlerine katılamasam da, ağız tadını paylaşabileceğim bir mekân keşfettim. Tokyo’da meclis ve başbakanlık konutunun hemen arkasına konuşlanan “Restaurant 9638” (9-6-3-8 = ku-ro-sa-wa), tamamen ünlü yönetmenin ağız tadına sadık kalınarak açılmış. Ailesinden ve arkadaşlarından ustanın sevdiği yemekler, soslar, tarifler, hangi malzemeyi nereden tercih ettiği öğrenilerek özgün bir Kurosawa mutfağı yaratılmış.

Kurosawa et ürünlerini çok seviyormuş; özellikle Japonya’nın en güneybatısında yer alan Kagoshima’nın öküz ve domuzlarına bayılırmış. Bu yüzden restoranın her türlü et ihtiyacı o bölgeden sağlanıyor. Sobayı da (bir çeşit erişte) çok seven Kurosawa’nın ağzına layık soba pişirilmesi için özel bir usta bulunmuş, gerekli un ve tahıl ürünleri halen taş değirmenlerde elle öğütülen çiftliklerden özel olarak getirtilmiş. Fiks menülerde yer alan küçük mezeler yönetmenin tercih ettiği şekilde  hazırlanmış. 
Restoran 9638; adeta bir Kurosawa müzesi
Restorana bir öğlen vakti, lisan sorunu yaşamamak için Japon bir arkadaşımı yanıma alarak gittim. Arkadaşım böyle bir restoranın varlığından haberdar olmadığı, bir gaijin’den öğrendiği için şaşkınlık ve haset duyuyordu. Restore edilmiş geleneksel Japon mimarisi tarzında üç katlı ahşap binaya girdiğimizde kendimizi bir film setinde bulduk. Kurosawa filmlerinde rol almış birçok eşya salonları süslüyordu. Duvarlarda Kurosawa’nın resimleri vardı. Binanın kendisi Yojimbo filminin setinden sökülüp getirilmiş gibiydi. Restoran, konumu nedeniyle politikacı ve gazeteci kaynıyordu.

Kendimize ortalama birer fiks menü sipariş ettik. Arkadaşım yemeklerde bir miktar kurobuta bulunduğu konusunda beni uyardı. Kurobuta, kelime karşılığı olarak “siyah domuz” anlamına geliyor. Özellikle Kyushu adasında yetiştirilen bu domuzlar, siyah renkli derileri, daha sık, az yağlı ve lezzetli etleriyle birer efsane olmuşlar. Dünya domuzlar liginde birinci sıraya oturan bu hayvancıkların eti çok leziz, çok pahalı ve prestijli. Yeseniz domuz demezsiniz, o derece değişik bir lezzet...
Kurosawa mutfağının Azabujuban şubesi. Yolu düşecek olanlar beni arasın, koordinatlarını vereyim...
Biz de yemeklerimize yumulduk, önümüze gelen az miktar-çok çeşit menümüzü silip süpürdük ve tadı damağımızda kalmış bir halde mekânı terk ettik. Daha sonra, restoranın sadece soba çeşitleri üzerine odaklanan küçük bir şubesini de Azabu Juban yakınlarında keşfedince iyice keyfim yerine geldi, ara sıra ziyaret edip üstadı andım... Sonuçta düşlerimin resmini yapamadım, düşlerimin filmini çekemedim; elimden tek gelen, düşlerimin yemeğini yemek oldu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"