Lüks Değil, Lüksemburg

Bir önceki gezi yazımızda “lüksün anavatanı” olarak Zürih’i tanıtmıştık. Tükürdüğümüzü yalayacak, yazdığımızı yadsıyacak değiliz; ama isminde bizzat “lüks” geçen bir durağımız daha var: Lüksemburg.

Aslına bakarsanız, ülkenin isminin “lüks” ile başlamasının bildiğimiz anlamda lükslük ile ilgisi yok; zaten kelimenin orijinali de “Lucilinburhuc” olarak yola çıkıp Luxembourg’a kadar evrilmiş; ama Lüksemburg’un lüks ile özdeşleştirilmesi, tesadüf de olsa, gayet isabetli bir yaklaşım...

Lucilinburhuc kelimesine ilk kez 963 yılında, Kont Siegfried’in küçük bir kaleyi devraldığı bir takas belgesinde rastlanmış. Zamanın tapu kadastro müdürlüğü, bugünkü kale ve istihkam yapılarının bulunduğu bölgeyi Kont’a devretmiş. Zamanla kale çevresinde gelişen yerleşim ile şehrin temelleri atılmış.

Şehrin ne kadar stratejik bir yerde kurulduğunu ve askeri önemini ancak kale kalıntılarını gördüğünüzde anlıyorsunuz. Ne de olsa Lüksemburg kelimesi zengin bir muhallebi çocuğu imajı yaratıyor. Ama ülkenin tarihi boyunca nasıl bir politik mücadelenin göbeğinde yer aldığını ve nice önemli olaylara tanıklık ettiğini duyduğunuzda şaşırabilirsiniz.
Tarih boyunca hırpalanmış Bock tahkimatı, şehrin cevval geçmişi hakkında ipucu veriyor...

Germen ve Latin dilleri ile kültürlerinin kesişim noktasındaki coğrafyada Kont Sigfried’in ardından Lüksemburg hanedanı boy atmış ve tarih sahnesinde önemli roller kapmış. 14 ve 15. yüzyıllarda Lüksemburg hanedanı üyeleri çeşitli Avrupa ülkelerinde krallık, imparatorluk gibi makamlarda bulunmuşlar.
En son Lüksemburggillerin Sigismund, Macaristan, Hırvatistan ve Bohemya Kralı ile Kutsal Roma İmparatoru ünvanlarıyla hizmet verdikten sonra, erkek varisinin olmamasından dolayı bu makamı kaybetmişler. Sigismund’un ölümünden sonra Burgonya Dükü Lüksemburg’u işgal etmiş ve küçük ülkemiz birkaç yüzyıl Hollanda egemenliğinde yaşamış. Kısacası, ne zaman ki zürriyet kurumuş, hürriyet elden gitmiş. Bizim padişahların en az üç çocuk peydahladığı kadar varmış demek ki...

Lüksemburg, ilerleyen yüzyıllarda stratejik bir kavşak ve çetin bir ceviz olması nedeniyle “Kuzeyin Cebelitarığı” olarak bilinmeye ve Avrupa’nın politik çekişmelerinde önemli bir aktör olmaya devam etmiş. 19. yüzyılda yaşanan Napolyon fırtınası, ardından Belçika devrimi derken 1839 yılında Dükalıktan “Büyük Dükalığa” terfi etmişler (sanırım mühendis/yüksek mühendis veya müşavir/yeminli müşavir gibi bir şey).


Lüksemburg, 20. yüzyılda yaşanan iki büyük dünya savaşından yırtamamış tabii... Tam yanı başındaki Almanya iki savaşta da Lüksemburg’a banko saldırmış, ilk savaşta ülkenin bağımsızlığına ve politik yapısına dokunmasa da, nazi işgali sırasında ülkeyi “Almanlaştırmak” için bayağı çaba sarf etmişler.
Sonunda savaşlar bitmiş, Lüksemburg Büyük Dükalığı “parlamenter demokrasiye sahip bir anayasal monarşi” olarak Avrupa’daki yerini almış. Bu siyasal kavramlar günümüzde çeşitli coğrafyalarda anlam kaymasına uğramış olsa da anlayın işte... 

Lüksemburg, dünyadaki tek “Büyük Dükalık” olarak müstesna bir konuma sahip. Büyük Dükalık, krallıktan bir sonra gelen ünvan; ardından dük, baron, kont, mont, lord vesaire geliyor ki, doğru sıralamasını bilene “sör” ünvanı veriyorlar! Sonuçta, Lüksemburg’a “krallık” demenin biraz abartılı kaçacağını düşünmüşler ve Büyük Dükalıkta anlaşmışlar.

Biz yeniden “lüks” kelimesine dönelim ve coğrafi olarak küçük olan büyük dükalığın nasıl bu kadar zenginleştiğine bir bakalım... Lüksemburg denilince çoğunluğun aklına bankacılık sistemi, vergi cenneti falan geliyordur. Kısmen doğru olsa da, Lüksemburg’un zenginliğinin temeli 19. yüzyıl ortalarında demir madenleri ile atılmış!

Bu zenginlik için Fransa sınırına yakın bölgede keşfedilen minette’e (demir cevheri) minnet duymaları gerek. Bu sayede ülkeye bir iş gücü göçü yaşanmış, demir ekonomisi gelişmiş ve bugün dünyanın en büyük demir çelik grubu olan Arcelor-Mittal’in Arcelor’u bu topraklarda doğmuş.

Lüksemburg’un tarafsız, istikrarlı devlet yapısı, Avrupa kurumlarının inşasında öncü rol oynaması, eğitimli nüfusu gibi faktörler sonucunda 1960’lardan itibaren finans sektörü ülkede güçlenmiş. İsviçre kadar olmasa da, özel bankacılık, portföy yönetimi ve yatırım fonları Lüksemburg’da yerleşmiş. Lüksemburg, Avro bölgesinin (yani, İsviçre’den sonra Avrupa’nın) en büyük bireysel bankacılık merkezi ve dünyanın ABD’den sonra en büyük yatırım fonu merkezi haline gelmiş.

Sadece finansa bağımlı kalmak istemeyen Lüksemburg, medya ve yayıncılık alanlarında da almış yürümüş... Bizim kuşak gençliğinin erotizm ile tanışmasında önemli rol oynayan, hepimizin çat pat Almanca öğrenmesinde katkısı olan efsanevi RTL kanalının Lüksemburg kökenli olduğunu duyduğumda şaşırmıştım doğrusu...

Lüksemburg ekonomisi bununla da yetinmeyip, demiryolu ve havayolu lojistiğinde başa güreşmiş. Küçücük Lüksemburg havaalanı, hava kargoculuğunda Avrupa’nın en büyüklerinden biriymiş. Ayrıca, Amazon, ebay, paypal, iTunes, Skype gibi şirketler de Avrupa merkezlerini Lüksemburg’da kurarak ülke ekonomisini güncellemişler.

Bunlara ek olarak, Avrupa Parlamentosu Sekreteryası, Avrupa Sayıştayı, Avrupa Yatırım Bankası, Avrupa Yatırım Fonu, Adalet Divanı ve benzeri AB Bürokrasisi de Lüksemburg’u mesken tutunca ülke önü alınamaz bir şekilde zenginleşmiş. Son yıllarda doğal gaz geliri ile hoplayan Katar’ın ardından, dünyada kişi başı geliri en yüksek ikinci ülke Lüksemburg olmuş...

Kısacası, bugün oldukça zengin bir muhitteyiz dostlar. Bu zenginliği görmek için şehre geniş açılı bir bakış attığımızda mütevazi bir Orta Avrupa şehri görüyoruz. UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan tarihi şehri gezmeye alt kattan mı, üst katan mı başlayalım diye düşünüyoruz...

Şaka falan değil; Lüksemburg kendine has coğrafi yapısı sayesinde farklı katmanlara kurulmuş özel bir şehir. Ville Basse (alçak şehir) diye bilinen alt kat, Alzette nehri vadisinde yer alan Gründ ve Pfaffenthal mahallelerinden oluşmakta. Tarihi Lüksemburg kalesi de bu eski yerleşim yerlerini koruyup kolluyormuş zaten...
Neumünster Manastırı

Gründ, Alzette nehri kıyısına dizilmiş sevimli evleri ve görkemli Neumünster Manastırı ile masallardan fırlamış gibi bir mahalle. 1600’lü yıllarda inşa edilen manastır kariyerinin önemli bir bölümünü hapishane olarak geçirmiş; bugünlerde ise bir kültür merkezi olarak faaliyetine devam ediyor.
Alzette üzerinde şehrin yansıması

Gründ sokaklarında dolanıp kalenin ve “üst katın” Alzette nehri üzerinde yansıyan manzarasını seyrettikten sonra, nehrin akış yönü boyunca ilerlerseniz şehirden uzaklaşacak ve bir anda derin bir vadide doğayla baş başa kalmanın keyfini yaşayacaksınız.

Ama sonuçta küçük bir şehirdesiniz... Biraz daha ilerleyince Pfaffenthal muhitine varacak, derin vadiden çıkarak bir miktar düzlüğe ulaşacaksınız. Başınızın üstünden geçen devasa viyadük sizi ürkütmesin; şehrin vahşi coğrafyası, kıvrılarak akan Alzette’in oluşturduğu derin vadiyi aşmak için viyadükleri şart koşmuş.

Önünüze çıkan dik yokuşlardan deneme yanılma metoduyla yukarı tırmanmaya ve şehrin üst katına ulaşmaya çalışabilirsiniz. Kaybolmadan Ville Haute, yani yüksek şehre varabildiyseniz Bock tahkimatlarını bulmaya çalışın. Pont de Chateau köprü-viyadüğünün üstüne tırmandığınızda şehrin büyük kısmını kuşbakışı görebileceğiniz çok güzel bir noktadasınız demektir...
"Kuşbakışı" Lüksemburg manzarası

Bock tahkimatları, Lüksemburg’u “muhallebi çocuğu” sınıfından kurtarıp “sert delikanlı” imajı kazandıran akla ziyan bir yeraltı dehlizler sistemidir. Dile kolay, şehrin altında tam 23 kilometre uzunluğunda tahkimat tünelleri kazarak şehir savunmasının omurgasını oluşturmuşlar. 23 kilometre dediğin neredeyse ülkenin bir uçtan diğerine mesafesi; bu tüneller sayesinde tarih boyunca Lüksemburg’u ele geçirmeye çalışan ordulara dünyayı dar etmişler.
Bock tünellerinden şehre dikiz...

Tahkimatlar şehrin alt katının üstünde ve üst katının altında yer alıyor. Zannedersem yılın belli bir döneminde turlarla gezilebiliyor. Vaktiniz yoksa, tünellerin girişinde biraz dolanıp rutubetli havasını kokladıktan sonra tekrar şehre çıkın; kale surları boyunca dolaşarak Alzette Vadisi’nin güzel manzaralarını yakalayın.

Artık dubleks şehrimizin üst katındasınız. Grand Dük’ün Sarayı’nın, Büyük Katedralin, şehir meydanının, yeme-içme ve alışveriş mekanlarının bulunduğu bölgedesiniz. Zaten hepi-topu yarım kilometrekarelik bir alan, artık benim rehberliğime ihtiyacınız yok; isteseniz de kaybolamazsınız, kendinizi sokaklara vurup keyfinizce takılın...


Place d’Armes olarak bilinen şehrin ana meydanında rahatça vakit geçirebilir, hava güzelse cafe ve restoranların meydandaki masalarında oturabilirsiniz. Meydanın ortasına kurulmuş olan sahnede bir konsere denk gelme ihtimaliniz oldukça yüksek; havada konser kokusu alıyorsanız biraz bekleyin derim.

Lüksemburg'da sokak çalgıcılarının yerini sokak senfoni orkestraları almış! Refahın gözünü seveyim...
Şehrin hem alt katını, hem üst katını gezdim, şimdi ne yapsam diye düşünüyorsanız, üst katın devamında, vadinin karşı yakasında yer alan, şehrin iş ve uluslararası bürokrasi merkezi Kirchberg’e gidebilirsiniz. Ama bu bölgede modern binalar, camlı çelikli iş merkezleri ve ciddi görünümlü amcalar ve teyzeler dışında pek bir şey göremeyebilirsiniz.

Ama önemli olan Kirchberg’de bulunmak değil, oraya giderken Charlotte köprüsünden geçmek. 1960’larda, şehir merkezi ile yeni inşa edilen AB Kurumlarını bağlamak için inşa edilen bu görkemli köprü, aşağı mahallenin üzerinden geçiyor ve tarihi kale bölgesine doğru nefis manzaralar sunuyor. Köprüden aşağı, yemyeşil vadiye doğru baktığınızda içinizden bungee jumping yapma isteği geçebilir; ama köprünün kenarlarını pleksiglas korkuluklarla kapatarak bu coşkuyu engellemişler.
Geçme Charlotte Köprüsünden, ürkütürsün piyasaları!


Meğerse köprüden bugüne kadar çok fazla atlayan olmuş; ama ayaklarına ip bağlamadan! Köprünün intihar skorunun 100 kişiden fazla olduğunu duymuştum. Dünya üzerinde intiharı ile meşhur nice mekanlar vardır elbette, ama bu sayıyı Lüksemburg’un nüfusu ile oranlarsak çarpıcı bir rakama ulaşabiliriz!

Köprüden Alzette vadisini seyrederken insanların böyle bir refah ülkesinde niye intihar edeceğini düşünüyorsunuz. Sanki o köprü orada olmasa kimse canına kıymayacaktı gibi bir fikre kapılıyorsunuz. Acaba ne olmuştu, Kirchberg’de çalıştıkları bankaların fonları iflas etmiş, deniz taşımacılık şirketlerinin Karadeniz’de gemileri mi batmıştı?

AB Bürokrasisi, Lüksemburg kalesi ve tünellerinin üstüne inşa edilmiş...
Dünyanın en zengin ülkesinde, intiharların bile ne kadar nezih olacağını, insanların yemyeşil vadilerden akan pırıl pırıl suların çevresinde inşa edilmiş görkemli ortaçağ binalarının üzerine kendini bırakacağını düşünerek köprüden geçiyor ve kendimizi John F. Kennedy Caddesinde buluyoruz.

AB Bürokrasisinin göbeğinden geçen caddenin adının Kennedy Caddesi olması manidar değil mi? Ankara’nın en nezih caddelerinden birine ve İstanbul’un güzelim sahil yoluna da “Kennedy Caddesi” ismini verdiğimiz düşünüldüğünde pek de şaşırtıcı sayılmaz. Tabii Lüksemburg’un durumu daha farklı; 2. Dünya Savaşı’nda ülkeyi Nazi işgalinden kurtaran da Amerikan Ordusu olmuş. Halen Lüksemburg şehir merkezinin yakınlarında bir ABD Askeri Mezarlığı bulunmakta. Avrupa’nın kurtarıcısı efsane General Patton’un da burada yattığını duymuştum.



Zaten az bir nüfusu olan Lüksemburg’un ikinci dünya savaşı sonrasındaki ekonomik atılımı için epey bir işgücü ithaline gereksinimi olmuş ve ülke büyük ölçüde göç almış. Halen ülke nüfusunun %44’ünün yabancılardan oluşması kayda değer bir istatistik; yabancıların üçte birinden fazlasının da, Fransa, Almanya, Belçika, Hollanda dururken, Portekiz asıllı olması işin ilginç yanı.

Yani neredeyse Lüksemburg, Brezilya ile aynı dili konuşacakmış; ama ülkede geçerli diller arasında Portekizce yok. Almanca, Fransızca ve Lüksemburgca resmi diller; halk, Lüksemburgcayı kendi arasında konuşuyor, ama orijinal dilleri yazılı alana pek girmiyor. Kamusal alanda Fransızca ağır bassa da herhangi bir resmi işleminiz için üç dilden herhangi birinde başvuru yapabiliyorsunuz.


Ülke nüfusunun yarıya yakınının yabancı olması yanı sıra, komşu ülkelerde yaşayan ve her gün Lüksemburg’a çalışmaya gidip gelen bir nüfus da mevcutmuş. Haliyle, dünyanın en zengin ülkesinde emlak fiyatları ve kiraları okkalı seviyede yüksek; bu durumda, her gün tren ve arabayla Almanya, Fransa ve Belçika’dan işe gelen bir güruh var. Çalışmak için her gün ülke değiştirmek kulağa külfetli gelse de, kaybettikleri zamanın İstanbul trafiğinden çok daha az olduğuna eminim! Tabii Lüksemburg çok pahalı olsa da, bazı avantajları yok değil; özellikle petrol, sigara, alkol vb. üzerindeki vergilerin çok düşük olması sebebiyle, insanlar Lüksemburg’a depo fullemek için bile gelirmiş...

Depoyu doldurduktan sonra Lüksemburg şehir merkezi dışına çıktığınızda sizi harika bir doğa bekliyor olacak... Ben şahsen gördüğümden değil, ama elime geçen bir Lüksemburg Turizm kitapçığından gördüğüm kadarı ile görülecek çok güzel yerler var. Ülkede gezilecek-görülecek yerleri anlatan, muhteşem fotoğraflarla bezeli kitap tam (sıkı durun) 76 sayfa!


Yahu, ülke kabaca 40x60 kilometre ebatlarında, 76 sayfalık görülecek ne olabilir? Hani hiç bilmeyen biri kitapçığı incelese, yüzlerce fotoğrafa baksa, takriben Türkiye büyüklüğünde bir yer sanabilir! Halbuki ülkeyi arabayla gezerken hız limitlerini biraz aşacak olsanız, fren mesafesinde başka bir ülkenin sınırlarına girebilirsiniz. O yüzden dikkatli olalım, özellikle küçük ülkelerde hız sınırlamalarına riayet edelim...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"