Mutluluk, Happiness ve Felicita


Aynı veya yakın isimdeki şarkı/kitap/filmler üzerine saçmalamalar konulu ilk çalışmamı geçenlerde After Hours/After Dark/After Midnight için yapmıştım (bkz. blogumun eski sayıları). İsimleri dışında hiç bir ortak özelliği bulunmasa da, sınırları iyice zorlayarak benzerlik bulma konusundaki benzersiz çalışmalarım meyvesini vermişti. Bu sefer de saadeti aramaya çıkacağız ve “mutluluk” konusunda sinema, edebiyat ve müzik alanındaki eserlerden ortaya karışık bir tabak hazırlayacağız. 

İlk olarak sinema alemine dalıyoruz ve “Happiness” (Mutluluk) filminin perde önüne ve hatta arkasına uzanıyoruz. Açıkçası, Happiness dosyası epeydir kafamı kurcalıyordu ve aklıma geldikçe notlar alıyordum. Peki, yazmak için niye bugünü bekledim sizce? Zamanlama manidar değil mi? Evet, oldukça manidar, çünkü filmin en önemli oyuncularından Philip Seymour Hoffman bu hafta sonu evinde ölü bulundu! Hollywood’un en sıra dışı ve yetenekli oyuncularından olan Hoffman, “Happiness”i bulamadığı için mi genç yaşında hayata veda etti?
Afişin sağ alt köşesinde Philipp Seymour hoffman'ı görebilirsiniz
Efendim, “Happiness” ismiyle bilinen filmimiz aslında tam bir “unhappiness” güzellemesi. İsmiyle namütenasip bir şekilde orta sınıf Amerikalının mutsuzluğunu, daha doğrusu mutlu görünümlü umutsuz mutsuzluğunu anlatıyor. Filmin provokatif yönetmeni Todd Solondz mutsuzluğu kafamıza vurmak için öyle şablonlar kullanmış ve tehlikeli sularda gezinmiş ki, filmi çok sevenler kadar yerden yere vuran izleyiciler de hatırı sayılır miktarda...

Amerikan rüyasının mutlu maskeleri ardında yaşananları, seyirciyi rahatsız etmekten çekinmeyecek şekilde suratımıza çarpan Happiness, bir taraftan da çok eğlenceli bir film! “Nasıl oluyor yahu” diyebilirsiniz; ancak orta sınıf Amerikalıların görünürdeki “ideal” mutluluklarının maskeleri ardında bastırdıkları gerçek duygularının, ancak “sapık” eğilimleri ile ortalığa dökülmesi çok manidar!
Saftorik kardeş Joy ve "Mr. Right"
Film, üç kız kardeşin hayatı ekseninde ilerleyen, farklı hikayelerin rastlantı sonucu kesiştiği, çakıştığı, bazen de itiştiği bir anlatım yapısına sahip. Üç kız kardeşten Joy, filmin (görünürde) en ezik karakteri. Tüm iyi niyetine rağmen elini attığı her erkek elinde kalan, son çıktığı adam intihar eden, hayatının aşkını bulamamış, şarkısını yazamamış, yalnız yaşayan bir Amerikalı kızcağız. Kafası bozuldukça söylediği “mutluluk, mutluluk neredesin” şarkısı da bizleri hüzüne gark ediyor nitekim...

Halbuki ablaları öyle mi? Örneğin Trish ablası mesleğinde başarılı bir doktorla evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış, mutlu olamaması için (görünürde) hiç bir sebep bulunmayan bir ev kadını. Diğer ablası Helen ise son derece çekici, uluslararası üne kavuşmuş, kıskanılan, istediği erkeği elde edebilen bir afet-i devran. Ama Joy gibi onlar da mutsuz. Hadi Trish’i anladık da, Helen’e ne oluyor? Helen ise, sahip olduğu şöhrete rağmen kendini “boş ve şişirilmiş” gören, kimsenin onu “kendi olduğu için” sevemeyeceğine inanan, belki de aşağılanmaya hatta tecavüz edilmeye ihtiyaç duyduğunu düşünen bir karakter.
Allen, en büyük fantezisi Helen ile birlikte!
Ve işte bu noktada, üç kız kardeşin kesişim kümesinde Allen (rahmetli Philip Seymour Hoffman) ortaya çıkıyor! Trish’in “başarılı” kocasının hastası, Helen’in mastürbatör telefon sapığı, Joy’un müstakbel sevgili adayı Allen! P.S. Hoffman bu rolde öyle bir döktürmektedir ki, böylesine rezil bir herifi bile bağrınıza basasınız gelir. Seksi, karizmatik ve başarılı yazar Helen’a yönelik fantezilerini iğrenç bulsanız bile, kendini “aşağılatmak” isteyen Helen ona büyük bir imkan sunduğunda, Allen'in fantezilerini gerçekleştirebilecek iradeye sahip olmamasının acınası hali sizleri üzer. Son derece mülayim, mütevazi ve iyi kalpli olsa da, çirkin ve şişman olduğu, yani Amerikan Mutluluğu Standartlarını yakalayamadığı için Allen’dan yüz bulamayan Kristina da seyirciyi önce hüzünlendirir, sonra... sürpriz!

Sanırım Philip Seymour Hoffman başka bir çok başarılı filmiyle de hatırlanacaktır, ama Happiness’da canlandırdığı Allen öyle bir karakterdir ki, kolunda iğne ile apartmanında ölü bulunsa “hah işte, bu karaktere böyle bir son çok uygun olmuş” diyebilirsiniz. Hoffman öyle ilginç bir oyuncu ki, bir filmde her görüşümde “lan, bu adamı daha önce izlediydim, ama nerede” duygusu yaratmıştır bende. Bir bakıma, kendini gözümüzün içine sokmadan canlandırdığı karakter ile gönülleri fethetmiştir.
Neyse efendim, filme geri dönersek, bir de üç kız kardeşin anne ve babalarının hikayesi vardır ki, Amerikan Emeklilerinin durumunu çok güzel yansıtır. Anne baba, üç çocuklarını güzelce büyütmüş, maddi bir sıkıntıları olmayan, tonton bir çift görünümündedir. Ama adam evliliğinden “sıkılmış” ve yalnız başına kalmak istemektedir. Anne ise bu durumu anlayamaz; mutlaka adamın hayatında başka bir kaltak olmak zorundadır ve kendini buna inandırmıştır. Yahu, adam sadece “mutsuz”; niye ille de sebebini başkasında arıyorsun?

Film bir yanı ile “American Beauty”ye çok benzetilse de, sertlik derecesi daha yüksek, bir anlamda “mutsuzluğun pornografisi”ni yapan bir filmdir. Ne de olsa karakterlerin çoğunun mutsuzluğunun temelinde cinsel bir sebep yatmaktadır. Tolstoy’un meşhur Anna Karenina girişinden uyarlayacak olursak, “Her mutlu çift birbirine benzer; ama her mutsuzluğun temelinde farklı bir cinsel tatminsizlik yatmaktadır”.
Sinema tarihinin en sempatik telefon sapığı...
Tolstoy’u bırakıp çağdaş bir yazara zıplayalım, Kanada’nın son yıllarda yetiştirdiği en okunası yeteneklerden Will Ferguson’un “Mutluluk” kitabını okuyalım. Will Ferguson, uzun yıllar Japonya’da yaşamış, İngilizce dersi vermiş, bir Japonla evlenmiş, hatta Japonya’da “sakura senzen” peşindeki seyahatini “Hokkaido Highway Blues” başlığıyla kitaplaştırmış bir “meslektaş”ım. Ferguson’un Japonya hatıratı neredeyse benimki kadar (ehem) keyifle okunabilir, tavsiye ederim.
Japonya yazan "meslektaş"ım Will Ferguson!
Böbürlenmeyi bırakıp “Happiness”e döneyim; kitabın iki ana ekseni var. Birincisi, orta büyüklükte bir yayınevinde üçüncü sınıf bir editör olarak çalışan Edwin isimli karakterimizin mutlu/mutsuz hayatı ve midesi bulanarak değerlendirmek zorunda kaldığı kişisel gelişim kitapları; ikincisi de bu kitaplardan birinin dünyayı alt üst ederek bir “mutluluk” salgınına yol açması ve dünyanın çivisinin çıkması.

Kitabın ilham kaynaklarından biri, Ferguson’un bir yayıncı ile sohbeti olmuş. Kişisel gelişim kitapları yazarlarının çok sefil insanlar arasından çıktığını iddia eden yayıncı, “Eğer bu kitaplardan biri gerçekten işe yarayacak olursa işte o gün s.çtık demektir” yorumunu yapmış. Bu yorumun ise iki önemli dayanağı var; çünkü “başarılı” bir kişisel gelişim kitabı, o sektörü tamamen hadım edecek ve ekmek kapısını kapayacak. Çünkü, yeni bir kişisel gelişim kitabının satabilmesinin ilk koşulu, kendinden öncekilerin bir halta yaramamış olması. İkinci dayanak da, bir kişisel gelişim kitabının başarılı olması ve herkesin “kişisel gelişmesi” sonucunda, dünyanın çekilmeyecek kadar b.ktan bir yere dönüşecek olması.
Mutluluk, bir ara Türkçeye çevrilip yayınlandı, halen bulunabiliyor mu, emin değilim...
İşte, Ferguson’un “Mutluluk” kitabı bu olasılık üzerine inşa edilmiş. Baş kahramanımız Edwin, her gün önüne gelen yüzlerce kişisel gelişim kitabını kibarca reddederken, bir gün çok iddialı bir öneri ile karşılaşır. Tupak Soiree isimli bir kaçık, yıllarca Tibet’te inzivaya çekilip meditasyon yaptıktan sonra insanoğlunun tüm sorunlarının çözümünün bir anda kendisine “göründüğünü” iddia etmektedir. “Dağda Ne Öğrendim” isimli kitabının tüm dünyaya “mutluluk” getireceğini söyleyen Soiree, “Live! Love! Learn! (Yaşa! Sev! Öğren!) sloganını kendine şiar edinmiştir. Edwin’in bu slogana cevabı ise, her aklıselim vatandaşımızın da hemfikir olacağı gibi, “Go! Fuck! Yourself!” şeklindedir (çevirisini yapamayacağım... Ama bu kitabın “Eat, Pray, Love”dan önce çıktığını söyleyebilirim).

Ancak Soiree’nin kitabı Edwin’e rağmen basılır... ve inanılmaz bir şekilde tutar! 1000 sayfalık kitap aslında genel geçer zırvalardan ortaya karışık bir derleme tadındadır, ama bir şekilde dünyadaki genel embesillik dalgası ile frekansı tutar ve müthiş bir patlama yapar! Çok kısa sürede dünyanın en çok satan kitabı haline gelen “Dağda Ne Öğrendim”, gerçekten insanoğlunun her derdine derman olur ve dünyayı bir “mutluluk” dalgası kaplar.

Kitap depresyondan şişmanlığa; maddi problemlerden seks hayatına kadar her konuda kesin çözümler getirmektedir. Tüm dünya bir mutluluk salgınına kapılmıştır; artık alkol, sigara, uyuşturucu kullanan kalmamış, insanlar “yüreğinin götürdüğü yere gitmek” için işini gücünü bırakmıştır. Kadınlar, bir anda idol olan Soiree’nin haremine katılmak için birbirini paralamaktadır; istatistiklere göre dünyanın %99.7’si mutludur! Ama ironik bir şekilde, herkesin mutlu mesut olduğu bir dünya çekilmez, berbat bir yere dönüşmüştür. 

Edwin, bu şeytani gidişe bir son vermek için Tupak’ı öldürmeyi kafasına koymuştur! “Dağda Ne Öğrendim” kitabı, herkesi saadete ve sevgiye boğmuş, Amerika'yı beyni yıkanmış mutlu budalalar diyarına çevirmiştir. Şimdi bağzı şer odakları “gerçek hayatta da böyle değil mi” diye sorabilirler; işte onun cevabını da az önce size tanıttığım film veriyor!

Kitaptan daha fazla söz edip spoyler vermeyeyim, ama “kişisel gelişim” dünyasını yerin dibine batırırken (ki, beni az çok tanıyanlar bu konuda Ferguson’a yürekten katıldığımı tahmin ediyordur) yayıncılık dünyasına da muhteşem bir eleştiri getiren “Mutluluk”u şiddetle tavsiye ediyorum. Ferguson’un sarkastik tarzı, ince eleştirileri, zekice tespitleri tadından yenmeyecektir.

“Mutluluk” başlığıyla bir film bir de kitap tanıttık, ama ikisi de mutsuzluğu yücelten yapıtlar olarak bizi ters köşeye yatırdı. Bari içimizi mutlulukla dolduracak bir şarkı bulup bu kötü gidişata bir dur desek... Amerikalılardan umut yok, bari Avrupa’ya dönelim, mutluluğun lisanı sayılabilecek İtalyanca bir şarkı bulalım: Feliçita! Benim kuşak sanırım şarkının ismini duyar duymaz mırıldanmaya başlamıştır:

Feliçita... Anana babana dayına halana limonata!
Feliçita... Oraya buraya çarşıya pazara Zekeriya!

Evet, doğru hatırladınız, Al Bano Romina Power ikilisinin efsane şarkısı Feliçita (Mutluluk), çocukluğumuzun en popüler uyarlamalarından biriydi. İtalyancanın şiirsel fonetiği ile her Türk gencinin doğuştan sahip olduğu “İtalyanca Uydurmasyon Yeteneği”nin birleşmesi sonucu Feliçita varyasyonları uyarlayıp gülmekten çatlardık. 

Al Bano Romina Power ikilisini hatırlamamak olmaz! Bir zamanlar ülkemizde de gereksiz derecede popüler olmuş San Remo Müzik Festivali'ni, Feliçita ile kazanan ikili ilerleyen yıllarda İtalya’yı Avrovizyon’da temsil etmiş, ancak boylarının ölçüsünü almışlardır.

https://www.youtube.com/watch?v=ObYzR3ijtpU&feature=youtube_gdata_player

Boylarının ölçüsü demişken, ikilinin esas oğlanı Al Bano, oldukça güdük, dört göz bir arkadaşımızdır. Sesi Allah için gayet gür ve oturaklıdır, hatta bu özellikleri ile bende bir Çetin Alp imajı bırakmıştır. Hem Çetin hem de Al Bano, güzel seslerine rağmen dünyanın hafızasına örovizyonzede olarak kazınmanın haksız şöhretini paylaşmışlardır.

İkilinin bir ortak özelliği de, tipleri ile ters orantılı, gayet hoş hatunlar ile evlenmiş olmalarıdır. Çetin Alp, İngiliz asıllı Suna Yıldızoğlu’nu bulmuşken, Al Bano’nun karısı ve müzikal partneri Romina Power, o dönemlerde biz zavallı gençlerin büyük hayranlığını kazanmıştır. Hatta ergenlik dönemimizin olanca çirkinliğini yaşarken Al Bano’ya bakıp “bu adam Romina Power’i tavlamışsa, bizim için de umut ışığı sönmemiş demektir” yorumunu yapmışızdır.

Sonuçta hem Al Bano, hem de (rahmetli) Çetin Alp evlilikte “feliçita”yı bulamamış, ikisi de güzel eşleri tarafından terk edilmenin hüznünü yaşamıştır... Da, konu “mutluluk” demişken yine iki erkeğin hüzünlü mutsuzluğuna saplandık; tekrar Feliçita’ya dönelim. Şarkı gayet basit sözlere sahiptir; 3,5 dakika boyunca “mutluluk şunu yapmaktır, mutluluk bunu etmektir” diye “kişisel gelişim” tarzı bir reçete sunmaktadır:     

felicita e tenersi per mano andare lontano.
mutluluk,el ele tutuşarak uzun süre yürümektir

felicita e un cuscino di piume l'acqua del fiume che passa e va
mutluluk kuş tüyünden yastıktır, ırmağın akan suyudur

felicita e un bicchiere di vino con un panino.
mutluluk, sandviç ile bir kadeh şaraptır

felicita e uns spiaggia di notte l'onda che batte.
mutluluk, geceleyin dalgaların çarptığı bir sahildir.

Şarkıya genelde Al Bano davudi bir sesle girer ve ilk mısraları söylerdi. Ardından Romina Power saçlarını savurarak sahne alır ve “Feliçita” reçetesini paslaşarak okurlardı. İtalya’dan sonra en tanındıkları ülke muhtemelen Türkiye idi ve fırsat buldukça Çeşme’ye falan gelirlerdi...
Romina Power’da pek bir İtalyan tipi yoktu aslında; bariz bir Hollywood güzeli havası taşıyordu. Sonradan öğrendik ki, kendisi ABD’li meşhur jön Tyron Power’in kızıymış! Genç yaşlarda kendini Avrupa’ya atmış, biraz sinema biraz müzik derken Al Bano ile evlenmiş ve çoluk çocuğa karışmış...

... Ama dört çocuğuna, kariyer ve şöhretine rağmen “Feliçita”yı bulabilmiş mi? Hayır. Çünkü en büyük kızları olan Ylenia, 1994 yılında New Orleans’ta kaybolmuş. Bazı görgü tanıkları kızın kendini Mississipi’ye atarak intihar ettiğini, bazıları da gizli saklı hayatını sürdürdüğünü, manastıra kapandığını vb. iddia ediyor. Sonuç ne olursa olsun, Romina çocuğunu kaybetmiş olmanın mutsuzluğu ile yaşamaya devam ediyor.

Mutluluk, mutsuzluk, feliçita ve kaybolan çocuklar demişken, konuyu “Feliçita Mehmet”e getirmemek olur mu? Tabii ki olmaz! Sanırım 1980’lerin ortaları; efsane televizyon yapımcımız Ertürk Yöndem TRT’de “Perde Arkası” isimli programını yapıyor, sokak çocuklarını konu ettiği bir programda yolu Beyoğlu’nun arka sokaklarına düşüyor. Yöndem, mikrofonu bir tenekede yaktıkları ateşte ısınmaya çalışan çocuklara uzatıyor.
Kahramanımız “Feliçita Mehmet” mikrofonu alıyor, ve yukarıda tarif ettiğim “Her Genç Türk Erkeğinin Feliçita Uydurmasyon Yeteneği” ile paralel bir şekilde, uydurma sözlerle, titreye titreye bir Feliçita patlatıyor. Mehmetçik şarkısını o kadar içten okuyor ki, tüm Türkiye ekran karşısında kilitleniyor.
Fotoğraf Feliçita Mehmet'e ait değil :((
Mehmet'in şarkıyı söylerken gözlerimin önünden gitmeyen titreyişi üşüdüğünden midir, kaçtığı evini, terk ettiği kardeşlerini özlediği, göz yaşlarını zor zapt ettiği için midir bilememiştim. O yıllarda ona yakın bir yaşta (13-15?) olan bendeniz sıcacık yuvasında, annesinin dizinin dibinde “mutlu mutlu” otururken, evinden kaçmış bir yaşıtımın İstanbul sokaklarında, muhtemelen hiç bulamayacağı mutluluğu “feliçitaaa” haykırışlarıyla çağırması öyle bir içime oturmuştu ki, bir daha da iflah olmadım! Ulan, öyle bir sahneydi ki, ne yukarıda bahsettiğim Todd Solondz’un “Mutluluk” filminde, ne de Inarritu’nun bol dramalı başyapıtlarında böylesine oturaklı bir kurguyu tasarlayamazsınız.

Feliçita Mehmet, Adana’da dağılan bir aileden, fakirlikten kaçarak 11 yaşında İstanbul’a gelmiştir ve sokaklarda yaşamaktadır. Çöplerden buldukları ile karnını doyurmakta, soğuktan korunmak için sokak köpeklerine sarılarak uyumaktadır. Birkaç kez polise enselenip Adana’ya götürülecek gibi olsa da her seferinde kaçmayı başarmış, sokaklarından koparılmayı, yetiştirme yurduna verilmeyi hiç istememiştir. Yanlış hatırlamıyorsam, bir şekilde eline geçen eski bir walkman’de denk gelip dinlemiş ve ezberlemiştir Feliçita’yı...    

Ardından Perde Arkası’nın o iç parçalayıcı jenerik müziği girer. Hazır nostaljiden vurmuşken hatırlatayım; Vangelis’in “To the Unknown Man” isimli enstrümantal parçası, klavye ve davullarla hafif hafif başlar, trampetlerin devreye girmesi ile coşup zirve yapar; bir anlamda Ravel’in Bolero’suna benzer... Müzik kafamıza öyle kazınmış ve Ertürk Yöndem ile özdeşleşmiştir ki, parçayı yıllar sonra duyduğumuzda bile sebepsiz yere yüreğimiz burkulur ve ağlamaya başlarız. 
O sırada Ertürk yöndem’in Al Bano ile yarışacak davudi sesini ekolu bir şekilde duyarız: “Feliçita Mehmet yalnız değil... Sokaklarda daha binlerce Feliçita Mehmet var”. Ardından reklamlar girer, güzel kızlar, gülümseyen erkekler bizlere mutluluk için sahip olmamız gerekenlerin listesini coşkuyla hatırlatır. Bir iki kez daha iç çektikten sonra Feliçita Mehmet’i çöpleri ve köpekleriyle baş başa bırakır, mutlu dünyamıza geri döneriz.


Yahu, ismi “mutluluk” olan bir film, bir kitap bir de şarkı tanıtacaktım, ama yazı tamamen kontrolden çıkıp mutsuzluğa övgü şeklinde evrildi. Güya sizi gülümsetecek, keyiflendirecek, “mutlu” edecektim. Canınızı sıktıysam kusura bakmayın, ama bu dünyada mutsuzluktan bahsetmeden mutluluğu anlatmanın yolu yok sanırım...    

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"