Houston, Problem Yok

-Houston, we have a problem!
-Problem sensin dürzü! Sizi o kadar eğittik, milyar dolarlık aleti elinize verdik, altı üstü 3-5 tane taş getireceksiniz, hala problem!
-Ama Hüstın, oksijen bitiyor, cep telefonu da çekmiyor!
-Tut nefesini birkaç saat, zaten dönüş yolundasınız, salıver aleti yokuş aşşa, az sonra dünyadasınız!

Çoğunuz duymuşsunuzdur, hem Houston muhabbetlerinin hem de sinema dünyasının en meşhur replikleri arasında her daim ilk üçe girer. Biri Hyüstın der demez hepimiz farkında olmadan cümleyi tamamlarız: “we have a problem”. Çoğunuz bu repliğin 1970 yılında, Apollo 13’ün dünyaya dönüşü sırasında yumurtlandığını sanırsınız, ama hadi yine iyisiniz, yanlış bildiğiniz gerçekleri ben düzelteceğim...

Apollo 13’den 134 yıl önce, 1836 yılında Teksas diyarlarında bir nida duyulur: “Houston, we have a problem”. General Sam Houston bıkkınlıkla cevap verir; “Gene ne var, sınırda kaçak Meksikalı mı yakaladınız”. Sam Houston, Teksas Cumhuriyeti’nin başkanıdır, ve evet, 1836-1845 arasında Teksas Cumhuriyeti diye bir ülke var olmuştur.
Ordular, ilk hedefiniz Meksika Körfezidir! 
Houston yine bir problemle karşı karşıyadır; Meksikalılar, kısa bir süre önce bağımsızlığını ilan eden Teksas’a gıcık kapmaktadır. Ne yani, eskiden kendilerinin olan topraklara sınır polisini atlatarak kaçak girmek zorunda kalacaklar, Hollywood’a malzeme mi olacaklardır? Bu durumu kendilerine yediremeyen Meksikalılar, Alamo kalesini kuşatırlar ve kaleyi savunan tüm askerleri öldürürler.

Tabii Teksaslılar altta kalmayacaktır; General Houston adamlarını toplar, San Jacinto savaşında Meksika ordusunun karşısına çıkar. Houston, basit bir kurnazlıkla öğleden sonra saat üç gibi Meksika ordusuna saldırır. O sırada Meksikalı askerler ne yapmaktadır? Tabii ki siesta! Hem de hiç bir nöbetçi, gözcü falan bırakmadan... Bu sırada Meksika Başkanı ve orduların kumandanı olan Santa Anna, “Teksas’ın Sarı Gülü” şarkısıyla tanınan Emily Morgan ile kırıştırmaktadır ve en temel güvenlik önlemlerini bile ihmal etmiştir. Meksikalılara ve sonunda ölüm olsa bile ödün vermedikleri dolce vita hayat tarzlarına hayranım!

Böylece savaş sadece 18 dakika sürer, Meksika ordusunun yarısı telef, yarısı esir olur, Teksas ordusunun kaybı yoktur! Teksas kesin olarak Meksika’nın elinden çıkar, zaten dokuz yıl sonra da ABD çatısı altına girer. Gerisi çorap söküğü gibi gelir ve Meksika-ABD savaşları sonrasında Kaliforniya, Arizona, New Mexico, Utah vesaire ABD’nin eline geçer. Her ne kadar bugün tüm bu eyaletlerde İspanyolca birinci dil olsa da, o yıllar için ağır bir hezimete uğramışlardır...
Bir zamanlar bağımsız cumhuriyet olan Teksas, halen "Yalnız Yıldız Devleti" olarak biliniyor. Katıldığım seminerdeki konuşmacı, "Türkiye ile bayraklarımızın büyük benzerliği..."diye konuşmasına başlayınca kimse bir şey anlamadan birbirine baktı. Adamcağız da "iki devletin bayrağında da tek bir yıldız var" diye açıklama yaptı, ama salondan beklediği tezahüratı alamadı...
Savaşın hemen ardından bölgeye gelen iki New York’lu gayrimenkulcü, TOKİ’yi kafalayarak yeni bir şehrin temellerini atmışlar. Bu yeni şehre kahraman generalimiz Sam Houston’un ismini vererek askerlere de yaranmışlar. 30-40 yıl içinde şehir giderek gelişmiş ve pamuk ticaretinin önemli bir kavşak noktası olmuş.
Teksas'ın en yükseği olan JP Morgan Chase önünde Niels Esperson Binasının zarif silueti görülebiliyor...
20. yüzyılın başlarında Teksaz eyaletinde petrol bulunmasıyla Houston’un konumu giderek güçlenmiş, enerji ve ticaret sektörlerinde ağırlığı artmış. İkinci dünya savaşı, petrol krizleri gibi tarihin dönüm noktalarından güçlenerek çıkan Houston’un “yaşanabilir” bir yer olması önünde önemli bir engel varmış; şehrin sıcak ve nemli iklimi!

Ancak, iklimlendirme endüstrisinin gelişimi ve klimaların bollaşarak ucuzlaması, birçok şirketi merkezlerini Houston’a taşıma konusunda cesaretlendirmiş. Özellikle petrol ve enerji firmaları Houston’da kümeleşerek bu şirin vilayetimizi dünyanın enerji başkenti haline getirmişler.

Hayatın (özellikle petrol, enerji ve emlak) göreceli olarak ucuz olması, kurumsal Amerika’yı da Houston’a yöneltmiş. Bugün, New York’tan sonra en fazla “Fortune 500” şirket merkezine ev sahipliği yapan Houston’un limanı da ticaret hacmi açısından ABD’nin ikincisi...

Houston’la ilk yakın temasımız enerji sektöründen ziyade, Houston’un en iddialı ikinci iş kolu sayesinde oldu: Sağlık! Teksas Sağlık Merkezi diye bilinen bölge, tıpla ilgili 54 hastane, araştırma merkezi ve enstitü ile dünyanın en büyük sağlık kümelenmesini oluşturuyor. Bugün yaklaşık 75,000 kişinin ekmek yediği Teksas Sağlık Merkezi, Houston’un bu alanda da dünyanın çekim merkezi yaptı.
Aziz milletimizin Texas Sağlık Merkezi ile yakın tanışıklığı, dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın Methodist Hastanesinde 1987 yılında geçirdiği bypass ameliyatı ile olmuştur. “Rabbime sordum Cleveland dedi” sloganı ile şöhret yapan Cleveland yerine Houston’u tercih eden Özal, meşhur kalp cerrahı DeBakey tarafından ameliyat edilmiş, tüm Türkiye’nin dikkati Houston’a odaklanmıştı.

Turgut Özal, ameliyat sonrası bir süre Houston’da kalması gerektiği için yeni gelişen teknolojinin nimetlerine merak salmış, Türk tarihinin uydu aracılığı ile gerçekleştirilen ilk video konferansları Houston-Ankara hattına nasip olmuştu. O zamanların PTT’si (dikkatinizi çekerim, henüz Türk Telekom değil, adıyla, sanıyla PeTeTe) uzun uğraşlarla, birkaç uyduyu birden seferber ederek yayını sağladı.

Houston’daki ses ve görüntü, önce bir uydu aracılığı ile New York’a, oradan da başka bir uydu ile Londra’ya gönderildi. Londra’da ABD yayın sisteminden Avrupa yayın sistemine çevirilen ses ve görüntü tekrar uyduya verildi ve Ankara Gölbaşındaki PTT uydu yer istasyonu tarafından alınarak Başbakanlıktaki toplantı salonuna iletildi. Böyle bir hizmetin bedeli o tarihte saatlik 4000 dolara patlıyormuş. Diyeceksiniz ki, “kardeşim skype var, ücretsiz... akıl edemediniz mi?”

Yaaa, işte teknolojinin gelişim hızı! Altı üstü 1987 yılında, 30 yıl bile öncesi değil, ABD ile Ankara arasında bir video konferans için ne zahmetler çekiliyormuş. Bizim zamanımızda bayramlar... neyse, konuyu saptırmayalım, Turgut Özal’a dönelim! By-pass sonrası Houston’da başbakanımızı en çok etkileyen yerlerden biri de, şehir merkezinin az dışındaki devasa alışveriş merkezi Galleria olmuş. Devasa dediysem lafın gelişi değil; gir içine kaybol türünden...
Turgut Özal Galleria’dan çok etkilenmiş ve “İstanbul’da da bundan bir tane yapalım” demiş. Tabii “küçük Amerika” olma yolunda olduğumuzdan, Galleria’nın da küçük bir modelini yapmışlar. Nereye? İstanbul Ataköy’e; hem de aynı isimle... Böylece, ülkemizin bir AVeMe cenneti olma yolunda ilk adım atılmış.

Hiç unutmam; Galleria ilk açıldığı günlerde tesadüfen yolumuz Ataköy’e düşmüştü ve köyden indim şehre edasıyla gezmiştik. Amanın, medeniyet işte bu idi, kallavi markaların hepsi ışıltılı koridorlarda yan yana dizilmiş, food court denilen katta yemek kokuları birbirine karışmıştı. Aynı Houston’da olduğu gibi ortada bir buz pateni pisti vardı. Sonradan öğrendiğime göre, Galleria ilk açıldığında büyük markalarımız tarafından kuşkuyla karşılanmış ve birer dükkan kiralamaları için önlerinde diz çökülmüştü. Yaaa, nereden nereye...

Konuyu dağıtmayalım ve Houston’a dönelim; alışveriş Houston’un milli sporlarından biri, çünkü etrafta yapacak pek bir şey yok (eğer kendinizi sanata, müzelere vurmayacaksanız...) İklim bir acaip, boğucu bir sıcakla başlayan gün aniden bardaktan boşanan bir yağmurla sizi ıslatabilir. Paranız varsa gidip Galleria’da harcarsınız, paranız yoksa da... Houston’a niye geldiniz kardeşim?
Pizzacımız ürününün resminden bile o kadar emin ki, "lütfen camı yalamayın" sloganıyla bizi gülümsetmek istemiş. Ama civarda o kadar çok evsiz dolaşıyordu ki, aç kardeşlerimizin camı yalamaması için yazılmış olabilir diye düşünmeden edemiyorsunuz... 
Niye geldiniz derken, bu şehir çok pahalı anlamında söylemiyorum; tam tersine, ABD’nin büyük şehirleri arasında makul olanlarından. Eğer turistseniz, NASA’nın merkezine gidebilir, günübirlik New Orleans’a falan kaçabilirsiniz (ben yapmadım, öyle diyorlar). Onun dışında, kendimi sokaklara vurayım, şehrin kılcal damarlarına sızayım, yerel halkın arasına karışayım diyebileceğiniz bir ortam pek bulunmamakta.

Canınız sıkılırsa kendinizi Teksas'ın medar-ı iftiharı Shiner Bock birasına vurabilirsiniz... Lezizdir!
Zaten Houston oldukça “düz” bir şehir. Her anlamda. Coğrafi olarak da büyük bir düzlükte, hayat da dümdüz akıyor. Şehir bir maket gibi, tarihi bir dokudan, organik bir gelişmeden söz etmek imkansız. “Şuralara gökdelen dikelim, downtown olsun. Şuraya bir üniversite, aha da burası tıp merkezi, şirin mi şirin banliyo evleri, Dalla asfaltında otomobiller, al sana planlı programlı bir şehir” demişler. Kaldığım süre içinde ruhu, kimliği olan, yaşayan bir muhite rastlamadım.

Belki de böyle bir muhite gerek yoktur? Houston’da yaşıyorsunuz, NASA’da, Tıp Merkezinde veya bir enerji şirketinde çalışıyorsunuz. Geliriniz gayet iyi, yaşam nispeten ucuz, eyalet vergisi yok, daha ne istiyorsunuz. Varsın hayat sokaklarda yaşanmasın, herkes hafta sonunu konu komşuyla, bahçesinde barbekü yaparak geçirsin... Şaka bir yana, çoluğu çocuğu ile bahçesinde sakin bir yaşam isteyenler için biçilmiş kaftan...

Houston’da kalışımın son günü pazardı, uçağım akşam olduğu için günüm boştu ve şehir merkezini (downtown) dolaşmak istiyordum. Yukarıda bahsettiğim gibi, Houston şehir merkezi ızgara planında, cetvelle çizilmiş, birbirine dik geniş caddelerden ve kenarına kondurulmuş yüksek gökdelenlerden oluşuyor.
Beni uyarmadılar değil, “şehir merkezinde bir şey yok, hele ki pazar sabahı hiç bir numara göremezsin” diye. Ama dinleyen kim; ille de göreceğim diyerek güneşli bir sonbahar sabahı erkenden kendimi sokağa attım... ve uzun süre bir Allahın kulunu göremeden yürüdüm.

Sanırsınız kıyamet sonrasını anlatan holivut yapımlarından birini yaşıyorum. Hani sokaklarda dolaşırsınız, terk edilmiş gökdelenlerin arasından sert bir rüzgar eser, binaları sarmaşık kaplamış, sokaklarda vahşi hayvanlar cirit atmaktadır... İşte, sarmaşık ve hayvan dışındaki film atmosferi bir pazar sabahı Houston’da aynen yaşanmaktaydı.
Houston'un en ana caddesinden dakikalarca tek bir araba geçmedi! Sanırsınız eski usul nüfus sayımı ve sokağa çıkma yasağı var... 
Dediklerine göre, downtown tamamen iş ve ticaret merkezi, gördüğüm binalarda konut yok denecek kadar az, herkes banliyolardaki evinde barbeküyü tutuşturmakla meşgul. Pazar günü sokaklarda kimseyi göremeyecek, hatta bir şeyler yiyip içecek, açık bir cafeye bile rastlayamayacaktım. Otellerde kalan turistler mi dediniz, onların da pek dışarı çıkası yoktu anlaşılan...

Ama ilginç bir tecrübeydi doğrusu; 6 şeritli caddenin ortasına çıktım, bir önceki gece trafiğin kitlendiği yolda tek bir araba olmamasının keyfiyle üçüncü şeritten yürüdüm. Elimdeki haritaya bakarak ve pek bir şey göremeyerek yürümeye devam ettim. İlk hedefim, Hermann meydanı ve City Hall dedikleri binaydı. Bina, 1930’ların “hökümat binası böyle olur işte” havasında bir ciddiyet abidesi.
Şöyle bir göz attıktan sonra, yandaki “Tranquility Park”a geçiyoruz. Bu park, adını Apollo 11’in ayda indiği “Tranquility (Sükunet) Denizi”nden alıyor. Apollo 11 aya bir pazar sabahı indiyse, kalabalık açısından Houston şehir merkezinden bir farkı olmadığını şaşırarak görmüşlerdir. Ay yüzeyinden esinlenilen parkta, Apollo 11’in yakıt depolarını simgeleyen silindirlere bakabilirsiniz.
Sükunet parkı kesmediyse iki blok güneye inip Sam Houston parkında turlayabilirsiniz. Parkın içinde, Houston tarihinin kayda değer bazı yapılarını görebilirsiniz; ama Houston tarihi 150 yıl bile geriye gitmediğinden beklentiniz fazla yüksek olmasın.
Parkın en göze çarpan manzarası, 1891’de yapılan St. John kilisesinin Houston gökdelenleri arasında boğulduğu görüntüdür. Ahşaptan mamul küçücük bir bina olan St. John, Guns’n Roses’in “November Rain” klibinde, Slash’in önünde solo patlattığı kiliseye benzer; gözünüzde öyle canlandırın işte...
Sam Houston Parkı, şehrin yegane akarsuyu olan Buffalo Bayou’nun kenarında yer alıyor. Elimdeki haritada su boyunca bir yürüyüş yolu olduğunu görünce heyecanla su şırıltısına doğru yürüdüm, fakat heyhat! Yürüyüş yolu, otobanın gölgesinde kalmış ve üstünüzde vızıldayan arabaların sesinden tedirgin oluyor, bu kuytuda birisi bıçağı takar mı diye ayrıca korkuyorsunuz.
Zaten Buffalo Bayou mavili yeşilli, keyifli bir su değil; çamur gibi akan bir bulamaç. Ne yapalım, elimizdeki malzeme bu diyerek yürümeye başlıyoruz. Bir süre sonra nispeten genişçe bir düzlükte ayakta duran bir insan silueti görüyorum ve sonunda pazar sabahı sokakta yürüyen bir vatandaşa rastlamanın mutluluğuyla yanına gidiyorum. Kıpırdamadan dikilen vatandaşı yakından tanıyorum, George H. W. Bush karşımda!
Önden uyarayım, H.W. Bush, jünyör değil, senyör olanı; yani baba. Houston halkı, uzun yıllar kentlerinde yaşamış, profesyonel hayatının ekseriyetini burada geçirmiş H.W. Bush’u güzel bir heykelle onore etmişler, ama oğlunun heykelini dikecek kadar kendilerinden geçtiklerini sanmıyorum.

Corç Buş, aslen Pensilvanyalı (pardon, dilim sürçtü, Masaçusetsli) olsa da, petrolcü bir iş adamı olarak uzun yıllar Houston’da yaşamış ve bu vilayetimizden kongreye seçilmiş bir politikacı. Tabii politika yılları öncesinde, ikinci dünya savaşında bir pilot olarak Caponya adalarını bombalamış, uçağı düşürülmüş, ama sağ salim kurtularak ileriki yıllarda Başkan olmuş.
Corc Buş, Berlin Duvarı'nın yıkılmasına tanıklık eder, "benim sayemde oldu" tafrasıyla bakınırken...
Heykelin etrafındaki rölyeflerde Bush’un hayatındaki bazı önemli dönüm noktaları tasvir edilmiş; savaş pilotluğu, kongrede yemin edişi, Gorbaçov ile birlikte Berlin duvarı’nın yıkılışına tanıklık edişi ve yakından tanıdığımız oğlunun Başkanlık törenine katılışı (katılmaz olaydı!) gibi.

Bu noktadan itibaren çamursu Buffalo Bayou boylarından ayrılıp şehrin merkezine doğru ilerliyoruz. Houston’ın en eski bölgelerinden “Market Place” civarındayız; ama tekrar hatırlatayım, şehrin en eski yerleşim bölgeleri en fazla yüz yıllık falan... Yine de bölgede bir eskimişlik, dökülmüşlük havasının hissedilmesi, ABD’nin en zengin şehirlerinden biri olmasına rağmen insanı şaşırtıyor!
Market Place’den şehrin en ana caddesi olan Main Street’e çıkıyoruz. Vakit öğlene yaklaşıyor, ama sokaklarda halen bir Allahın kulu yok! Cadde boyuca yayıla yayıla ilerliyor, şehrin en bir yeşillikmiş gibi görülen bölgesi olan “Discovery Green”e yaklaşıyoruz.
Çok büyük bir kongre merkezinin önünde yer alan bu eğlencelik/dinlencelik alanda çocuk ve köpek gezdiren birkaç aileye rastlayınca ümitleniyorum ve yaşam belirtilerinin artmasını bekliyorum. Manzaralar son derece rekreasyonel; bahçesinde barbekü yapmayan birkaç aile yayılmış çayıra, mevlam kayıra... Ama benim karnım aç ve şimdiye kadar önünden geçtiğim bütün kafe restoranlar kapalı!
Az yukarıda alışveriş merkezimsi bir bölge var, oraya doğru seğirtiyorum ve açık bir (1) mağazaya rastlıyorum! Az ilerisinde bir Meksika lokantası var, evet, kapısı açık! Son derece şık, afili bir yer ve pazar öğlen iki veya üç masaya hizmet veriyor, beni de beslemeyi kabul ediyorlar! Zaten yöre olarak Tex-Mex mutfağı sınırları içindeyiz, keyifle bir burrito lüpletiyorum, porsiyonlar ABD standardında, üç gün bir şey yemesem dayanırım...

Tekrar ana caddeye çıkıyorum ve şehrin metrorail dedikleri tek raylı sistemine binerek Hermann Parkı, Rice Üniversitesi ve müzeler bölgesine gitmeye karar veriyorum. Ortalama Amerikalının her yere araba ile gittiği, sokaklarda yürüyene pek rastlanılmayan Houston’da Metrorail "renkli" Amerikalının hizmetinde; vagondaki tek beyaz olarak Hermann Parkı durağında zıplıyorum.
Hermann Parkı göz alabildiğince büyük bir yeşillik alan. Parka Sam Houston amcamızın “Ordular, ilk hedefiniz Meksika Körfezi” diye buyurduğu heykelin altından girebilirsiniz. Park, Houston’un prestijli banliyölerine daha yakın olduğu için daha kalabalık ve cıvıltılı; şehir merkezinin ürküten ıssızlığından sonra çayıra yayılmış insan görmek sevindiriyor.
Büyük bir göletin çevresinde yayılan insanların arasından geçerken büyük bir Japon bahçesinin varlığını keşfediyor ve tabii ki içeri burnumu uzatıyorum. Arazi konusunda sıkıntı çekilmediği için Tokyo’daki bir Japon Bahçesinden daha geniş bir alana yayılmış bahçede memleket hasreti giderdikten sonra Rice Üniversitesi Kampüsüne doğru yöneliyorum.
Houston’ın, ve hatta Amerika’nın güneyinin en prestijli üniversitesi olan Rice, Hermann Parkı ve Teksas Sağlık Merkezi ile komşu. Bu konu beni fazla ilgilendirmiyor, bu yaştan sonra girip okuyacak değiliz, ama nefis bir kampüse sahipler. Nasıl ki Ankara’da dolaşmak, nefes almak, keyiflenmek için en popüler seçeneğimiz ODTÜ kampüsü ise, Houston’da da bir numaralı kaçamak mekanı Rice kampüsü diyebiliriz.
Üniversite kampüsü hem botanik, hem de mimari olarak gayet çekici. Akdeniz ve hatta Bizans mimarisinden esintiler taşıyan kampüsü oldukça beğendim. Daha önceki yıllarda gezdiğim ve ABD’de kampüsü ile şöhret yapmış Stanford’dan hiç de aşağı kalır yanı olmadığını iddia edebilirim.
Rice Kampüsünün az ilerisinde Rice Village yer alıyor ki, Houston’un görülesi muhitlerinden olduğu söyleniyor. Dev ağaçların şemsiye görevi yaptığı bir caddeden yürüyerek gidilebiliyor. Ağaçların güneşten koruyan yapraklarına teşekkür ederek Rice Village’e varıyorum, ama iki üç bloğa yayılmış birkaç mağaza ve restoran dışında bir esprisine rastlayamıyorum. İnsanları sokağa, dış mekana, kaynaşmaya davet eden bir “köy” havası yok!

Gerisin geri metro durağına yürürken Houton’un dengesiz havası kendini gösteriyor ve bardaktan boşanırcasına bir yağmur başlıyor! Bardak ile yağmurun evliliklerini bitirdiği esnada, beni yakıcı güneşten başarıyla koruyan dev ağaçlar çaresiz kalıyor ve sırılsıklam metroya biniyorum.
Kurumak için sıcak, keyifli bir mekan arıyor ve Houston’ın meşhur müzeler bölgesinde karar kılıyorum. NY, Boston, Washington gibi kuzeydoğu şehirleri sanat konusunda alıp yürümüş olsa da, güneyde Houston’un müzeleri ile büyük sükse yaptığını duymuştum.

Güzel Sanatlar Müzesi’ne kapağı atıyor ve giriş ücreti için istenen 10 doları, cebimdeki 50 centlik bozukluklarla ödemek istiyorum. Metro bileti almaya çalıştığım otomat 20 dolarımı öyle bir bozdu ki, cebimde yarım kilo demir para ile dolaşıyorum. Müze gişesine bozukluklarımı yığınca görevli (nedense) dehşete kapılıyor, “Ben bunlarla uğraşamam, buyurun girin, keyfinizce gezin” diyerek beni beleşe içeri alıyor.

Bu taktiği ileride denemek üzere bir kenara yazıyorum ve müzeyi gezmeye başlıyorum. Gerçekten çok zengin bir koleksiyonları var; Knidos nüfusuna kayıtlı Afrodit’in orijinal bir heykelinin burada bulunması içimi burkuyor.
Müzenin hit parçalarından biri, meşhur Afro-Amerikan ressam Henry Tanner’in “Annunciation” (tebliğ, bildirme) isimli tablosu. Bu tabloda, Cebrail’in Hz. Meryem’e “bir mesih annesi olacağı”nın bildirilmesi resimlenmiş. Ama benzer temalı yüzlerce tablodan farklı olarak, Cebrail vücuda gelmiş bir melek değil, çok parlak bir ışık huzmesi olarak betimlenmiş. Meğerse Tanner bu tablodan kısa bir süre önce Nikola Tesla’nın büyülü gösterilerine katılmış ve elektriğin parlak dünyasına şahit olmuş; ilahi haberciyi de ışık olarak resmetmiş...
Müzede her zevke hitap eden, çok geniş bir yelpazeden resimler mevcut. Paraya kıyan Houston’lular, Claude Monet’den Picasso’ya kadar birçok ünlü ressamın eserlerini müzede toplamışlar.  
Müzenin en ilginç koleksiyonlarından biri ise, eski uygarlıkların altına atfettikleri anlam ve verdikleri önem ile ilgiliydi. Kolomb öncesi Orta ve Güney Amerika, Afrika ve Endonezya uygarlıklarında altın dediğimiz element çok daha farklı anlamlar ifade ediyormuş.

Örneğin, eski Amerikan uygarlıkları altının maddi öneminden ziyade ruhani değerine takılmışlar. Altını hiç bir zaman paraya dönüştürerek değiş-tokuş aracı olarak kullanmamışlar; onlar için altın, tanrıların madde olarak dünyaya yansıması ve güneşin enerjisini temsil ediyormuş. Altını sadece süs eşyaları veya dini ritüel aksesuarları için kullanılmışlar.
Aynı dönemlerde Afrika’da altın güç ve prestijin sembolü olmuş. Özellikle Batı Afrika’da, Gana ve civarında altın, gösterişli mücevherler yapımızda ve kılıç, kama, hançer gibi silahların imalinde kullanılmış.
Endonezya’nın antik isimlerinden biri olan Svarnadvipa, “Altın Adası” anlamına geliyormuş ve Endonezya’da da altın doğa üstü güçleri olduğuna inanılan bir madenmiş. Altının son derece yakıcı ve tehlikeli bir “güneş enerjisi” taşıdığına inanılıyormuş ve bu enerjiyi insana transfer edebileceği düşünülürmüş.
Altın üzerine bu ilginç sergiyi gezerken, altına atfedilen güneşin parlaklığı ve enerjisi sayesinde Houston yağmurunun ıslaklığı kurudu gitti. Ben de kendimi dışarı atıp karşıdaki Modern Sanatlar Müzesine daldım. Beleşe gezmek için bozuk para yığınıma davranacaktım, ama giriş zaten ücretsizmiş.
Müzenin koleksiyonu sık sık değişiyormuş, benim şansıma Güney Afrikalı sanatçı Jane Alexander’in “Surveys” (Anketler) başlıklı sergisi denk geldi. Alexander’in “insan olan ve olmayan hayvanlar arasındaki geçirgen sınırlar” temalı, otoriteyi, ayrımcılığı, kısaca hayatın sertliğini sorgulayan çalışması gayet etkileyici idi. 
Dışarı çıktığımda hava tekrar düzelmişti ve açık hava heykel sergisini de görebildim. Soyut heykellere bakarak, ne isim verilmiş olabileceğini tahmin etmeye çalışıyor ve feci şekilde çuvallıyorsunuz. Zevkli bir uğraş, tavsiye ederim...
Örneğin, bu heykelin adı "Çift Daireli Gözcü" imiş; tahmin edebilir miydiniz? (tek daireli olsa, neyse...)
Genelde Teksas'a maço, kovboy, et yiyen, silah kullanan, kıro ve “redneck” imajı yakıştırıldığından, Houston’daki bu sanat yoğunluğu şaşırtıcı ve memnun edici düzeyde. Teksas eyaleti Cumhuriyetçilerin kalesi olarak bilinse de, Houston şehrinin kozmopolit ve eğitimli yapısı, şehirde Demokrat ve Cumhuriyetçilerin kafa kafaya bir dengede gitmesi sonucunu doğurmuş.

Örneğin, Houston’un üst üste üç dönemdir seçilen Belediye Başkanı Annise Parker, demokrat partiden ve kadınlardan hoşlanan bir kadın. “Maço” Teksas eyaletinde Annise hanım ve karısı Kathy, evlat edindikleri çocukları ile birlikte mutlu bir hayat yaşıyor, Houston’u da başarıyla yönetiyormuş.

Bu kadar dedikodu yeter, benim artık uçağa yetişmem lazım, ama halen gezmeye vakti olanlar için NASA’nın merkezine gitmeleri ve ziyaretçi merkezinde uzay rüyalarına dalmaları tavsiye ediliyor.

“Houston, we have a problem”
“ Problemin parçası olacağına çözümün parçası ol! Hep şikayet hep şikayet, uzaya gittin, eşek yüküyle harcırah kaldırdın, hala dırdırlanıyorsun!”
“İyi de oksijenim bitti!”
“Bana mı sordun küçücük modülde fosur fosur nefes alırken, Atılgan’da mı zannettin kendini, Mr. Spock bozuntusu...”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"