İzmir Kitap Fuarı

Japon Yapmış Biraderler, İstanbul ve Ankara Kitap Fuarlarının tozunu attıktan sonra, sıra İzmir’de fırtına gibi esmeye gelmişti. Hava tahminlerine göre İzmir’de o gün büyük bir fırtına zaten bekleniyordu, biz de araya karışıp rüzgarı arkamıza alalım istedik.
İzmir’e ancak günü birlik gidip gelebileceğim için her dakikam kıymetliydi, ama gel de AnadoluJet’e anlat! Bir “uçak arızası” yüzünden iki saate yakın rötar yaptıktan sonra, tamir edilmiş uçağın gerçekten tamir edildiğini umarak havalandık. Uçakta “Malezya Havayolları Sendromu” yaşamamak için kendimi dergiye gömdüm ve sonunda salimen İzmir’in yeni hizmete girmiş, gıcır gıcır havaalanına indik.

İzmir’de havaalanından şehre ulaşmak için bol seçenek mevcut; alandan çıkar çıkmaz binebileceğiniz banliyo treni sizi Alsancak istasyonuna kadar götürüyor. İstasyondan sonra fuarın yapıldığı Kültürpark Fuar Alanına kadar tempolu bir yürüyüş makul görünüyor; hazır beklenen fırtına da uçağımız gibi rötar yapmışken...
Yol üzerinde, Atatürk’ün ülkemizdeki en sıcak heykellerinden birine rast geliyorum. Annesi Zübeyde Hanım’ın yanında, gözlerini İzmir Körfezine dikmiş Mustafa, atamızın sıra dışı betimlemelerinden biri.

Heykelin arkasında fuar alanını gösteren yön tabelaları var; ama gözüme ilişen bir kumrucuda karnımı doyurmazsam fuar boyunca aç kalabileceğimi hatırlıyorum. Kumrucuda kumrular gibi oturan çiftlerin arasından sıyrılıp küçük bir masaya yerleşiyorum ve İzmir’de yenilebilecek yiyeceklerin listesine bir göz atıyorum; kumru, yengen, çiğdem, gevrek, boyoz... Menünün Türkçesi var mı diye soruyorum, ama sadece İzmircesi mevcutmuş.

İzmir’in kendine özgü yiyecek isimlerine az biraz aşinayım, örneğin “kumru” istediğimde tost familyasından bir kayıntı geleceğini biliyorum, ama çeşitleri incelerken “sucuk ve sayaslı kumru” yazısını görünce yabancı dilim yetersiz kalıyor ve sayasın ne olduğunu soruyorum. Üçgen peynirmiş. Güzel, hızlıca bir tane yiyelim ve yolumuza devam edelim...

Az ileride Kültürpark’ın kapılarından birini görüyorum ve içeri dalıyorum. TÜYAP Fuar alanına henüz bayağı bir mesafem varmış, ama parkta yürüyüş oldukça keyifli. Küçüklüğümde fuar alanında “İzmir Enternasyonel Fuarı”nı gezmeye epey bir gelmişliğim var; ülke pavyonlarını gezip broşür ve küçük hediyeler toplamaya çalışır, gazino pavyonlarından uzak dururduk! O yıllarda fuar alanı bana ne kadar büyük gelirdi, ama şimdi bir ucundan diğerine yürüyüverdim işte...
Kültürpark, içinde barındırdığı kültür kadar ağaç ve bitkileriyle de göze batar olmuş! Maşallah, Singapur’da tropik bir bahçeyi gezer gibiyim, dünyanın dört bir tarafından gelmiş nebatatın oluşturduğu bir tünelin içinde keyifle yürüyorum. Önüme ilk çıkan gayrımüslim ağacın pasaportuna merak edip bakıyorum; A-aa, hemşerim çıktı!

İsmi Cycas Revulata Thunb olan ağaç kardeşimin memleketi Güney Japonya imiş! İşte, fuarın iyi geçeceğine dair ilahi bir işaret; daha kapıda Japon hemşerilerim tarafından karşılanıyorum. Ohayogozaimasss diyerek yoluma devam ediyorum ve belediye otobüsü kıvamındaki fuarın kapısından içeri giriyorum.
Çınar Yayınlarının standında ekibimizle kucaklaşıyoruz ve derhal mesai başlıyor... Yayınevimin fuara getirdiği kitapların epey bir kısmının satılmış olduğunu görmek maça 3-0 önde başlıyor hissini veriyor bana...

İzmir Kitap Fuarı’nın ayrı bir anlamı var benim için; İzmir’de Japonya’yı, halkını, kültürünü çok seven bir topluluğun bulunduğunu ve son derece aktif olduğunu bilmek ayrı bir enerji veriyor. Nitekim, daha iki ay önce JİKAD’ın (Japonya İzmir Kültürlerarası Dostluk Derneği) semineri için İzmir’e gelmiş ve coşkulu üyeleriyle tanışmıştım.
Fotoğrafta "ruhuna el-fatiha" okuyor gibi görünsek de, ellerimizdeki origamileri sergiliyoruz...
Sağolsunlar, benden desteklerini yine esirgemiyorlar ve fuara renk katıyorlar; hem de ne renk! Önce JİKAD’ın (ve İzmir’in) en pozitif çiftlerinden Güçlü-Yukari ikilisi standımızı şenlendiriyor. “Okonomiyaki”den “go” turnuvalarına kadar birçok konuda sohbet ettiğimiz  Güçlü ve Yukari’nin ardından, İzmir’e geçen gelişimde tanıştığım Katsumi San ile Miyazaki San teşrif ediyorlar...

Şimdiii... Bazen okurlarım bana soruyorlar, “Siz bu Japonları böyle böyle anlatmışsınız, acaba tespitlerinizde bir miktar mübalağa var mı, yoksa gerçekten bu derece ince ve yüksek karakterli insanlar mı” diye... İşte, kısa bir süredir İzmir’de yaşamakta olan dostlarım bu soruya en iyi cevabı veriyor; Miyazaki San, benim olmadığım günlerde bile standımıza gelip origami yaparak ilgiyi çekmeye, kültürünü tanıtmaya gayret etmiş. Benim geleceğim gün de evde onlarca turna kuşu yaparak yanında getirmiş, gelip geçen ziyaretçilere armağan ederek, merak edenlere bizzat yapımını göstererek bana büyük bir destek veriyor.
Fuar boyunca Miyazaki San benim kitabımı, ben de onun origamilerini tanıttık...
İnsanlara bu davranışın herhangi bir beklenti olmadan, sadece içinden geldiği, kendi kültürüne duyduğu sevgiyi göstermek, o kültürü tanıtmaya çalışanlara da manevi bir destek vermek için olduğunu anlatmak kolay değil. Miyazaki San gün boyu (benden fazla) gayret göstererek fuarda bir Japon rüzgarı estirdi ve origamileri ile bir çok minik ziyaretçimizi mutlu etti...

Küçük bir parantez açıp origaminin Japonya’da nasıl sahiplenildiğini, tüm Japon vatandaşları arasında bir ortak payda olduğunu hatırlatmak isterim. Japonya’da origami yapamayanları vatandaşlıktan çıkarıyor olabilirler. Her Japon girdiği lokantada yemek yediği çubuklar için çubuk desteği (hashioki) yoksa, çubukların zarfı görevini gören kağıttan hashioki katlayarak kullanır. Yemek sırasında sohbet ederken elindeki peçete ile farkında olmadan turna kuşu yapar.
Hemen her Japon teyzenin çantasında değişik ebatlarda, rengarenk origami kağıtları bulunur. Yurt dışına çıkarken de yanına mutlaka aldığı iki şeyden biri pasaport, diğeri origami kağıdıdır; ülkesi ve kültürü ile ilgili bir konu açıldığında hemen kağıtlarını çıkarıp katlamaya başlar. En son Japonya’ya gidişimde uçakta sake içtiğimi gören yanımdaki teyze hayretini (ve takdirini) yüksek sesle dile getirmiş ve benim Japonseverliğimi desteklemek için çantasından kağıtlarını çıkararak yaptığı origamileri hediye etmişti.
Origami parantezini kapatıp fuara döneyim; fuarın son günü ve pazar olması nedeniyle epey bir kalabalık olan salonda okurlarımla tanışıp sohbet etmenin, kitap imzalamanın keyfini yaşadım. Edebiyat dünyasında yollarımızın sık sık kesişmesinden büyük mutluluk duyduğum, Ankara Fen Liselidaşım Caner de yeni yayınladıkları ortak öykü kitabı vesilesiyle fuardaydı ve görüşme şansımız oldu. 2034 Nobel Edebiyat Ödülü adaylığında kıyasıya bir mücadele verecek olmamıza rağmen keyifli bir sohbeti paylaştık...
Çınar Yayınları’nın bir yazarı olmamdan dolayı standımızın renkli konukları ile bir araya gelmenin keyfi de kitap fuarlarının ayrı bir güzelliği... Yayınevinin sahibi Aydın Ilgaz ağabeyim Rıfat Ilgaz’ın oğlu ve babasının kitaplarını imzalamak, genç kuşaklara onu sevdirmek için hiç yorulmadan çaba sarf ediyor. Edebiyat dünyasında geçirdiği uzun yılların birikimi olan dostları da standımızı ziyaret ederek ilginç anıları, eğlenceli anekdotları ile fuarı şenlendiriyor.

Fuarın kapanışına doğru büyük mizah ustamız Aziz Nesin’in oğlu Ahmet Nesin ziyaretimize geldi ve tatlı bir muhabbetle günün finalini yaptık. Bu keyifli anı bir fotoğrafla çerçevelemek istedik, ama fotoğrafı çeken genç arkadaşım karşısında üç meşhur mizahçıyı görünce (kendime de ne paye çıkardım ama!) heyecandan ekipmanı titretmiş ve buluşmamızı flu bir fotoğraf ile belgelemiş.
İzmir Kitap Fuarınının bir diğer yıldızı da anonsları yapan ablamızdı sanırım. Herhangi bir spikerin “Sayın Ayşe Yılmaz, C kapısında bekleniyorsunuz” şeklinde yapacağı anonsu “Sayın Ayşe Yılmaz, bilin bakalım C kapısına gittiğinizde kiminle karşılaşacaksınız? Size bir ipucu vereyim, çok sevdiğiniz bir dostunuz sizi bekliyor. Belki size bir çay ısmarlayacak, veya fuarı birlikte gezmeyi teklif edecek? Bence siz bu sıcacık teklifi değerlendirin ve C kapısına giderek akadaşınızla güzel bir gün geçirme fırsatını kaçırmayın!” benzeri allayıp pullayarak gün boyunca tüm fuarı gülümsetti.

Neyse efendim, gün boyu fuarda Japon Yapmış biraderlerin fırtınası sürerken dışarıda da korkunç bir fırtına (meteorolojik olanı) yaşanıyormuş. Meğer ara sıra kalabalığın uğultusunu bastıran sesler gök gürültüsü imiş. Dışarıdan gelen kimi ıslak ziyaretçiler, eşine az rastlanır bir yağmurdan zor kaçtıklarını söylerken beni bir telaş aldı; ama neyse ki fuar bitip de dışarı çıktığımda yağmur dinmiş, batmak üzere olan güneş bulutları yırtarak İzmir’i aydınlatmaya başlamıştı.
Sıra geldi havaalanına gitmeden önce yapılması gereken son eyleme; kordon boyunda bir cafe’ye oturarak İzmir’de olduğumuzu hatırlatacak bir şeyler yiyip içmeye... Bu sefer boyoz, kumru, çiğdem gibi yabancı isimli yiyeceklerden uzak duruyoruz ve midye, patates, bira gibi günbatımı ile iyi giden, kulağa oldukça aşina gıdalarla masayı donatıyoruz...

Bir sonraki fuara kadar kitap kokulu günler dileriz efendim...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"