Hollywood Dedikleri

Frankie Goes To Hollywood, Onur Hiç Geri Kalır mı? 

Çoğumuzun kafasındaki Hollywood imajı, Amerikan sinema endüstrisinin kümelendiği  Kaliforniya eyaletimizdeki bir bölgedir. Bölge demişken, şehir midir, mahalle midir, sinema stüdyolarının toplaştığı bir arazi midir bilinmez. “Evimiz Hollywood’da” benzeri diziler sayesinde marjinallerin dejenere hayatlar yaşadığı lüks bir semt algısı yaratılmıştır, ama dizinin gerçek ismi “90210 Beverly Hills” olup, yıldızların yaşadığı bu bölge Hollywood’un daha bir dışındadır. 
Hollywood’un ne “olmadığını” açıkladıktan sonra, ne olduğuna bakalım. Efendim, Hollywood aslında Los Angeles şehir merkezinin kuzeybatısında yer alan bir yerleşim bölgesidir. 1870’lerde batıya göç eden ırgatlarca kurulmuş, 1903’te belediyeliğe terfi etmiş, 1910 yılında ise Los Angeles şehriyle birleşerek bir semti haline gelmiştir. Bugün ise, yıldızlı kaldırımları ve birkaç kayda değer sinema salonu dışında pek bir esprisinin olmadığı bir  bölgedir.
Efendim, Hollywood diye bilinen arazi H.J. Whitley isimli girişimcinin kentsel dönüştürmesiyle kariyerine başlamış. Dönemin Ali Ağaoğlusu olan ve “Hollywood’un babası” olarak anılan Whitley ve eşi, bölgeye bugünkü adını verdikleri gibi, sahibi oldukları gayrımenkul şirketi aracılığıyla bölgenin şekillenmesinde büyük rol oynamışlar.

Hollywood, sinema endüstrisi hedeflenerek geliştirilmiş bir bölge olmamış. Hatta ilk yıllarında gayet tutucu bir semt olan Hollywood’da içki servisi/satışı oldukça kısıtlıymış. İronik bir şekilde, sinema oynatan salonların da yasaklandığı muhafazakar Hollywood nihayesi, hedonist Los Angeles ile entegre olduktan sonra ok yaydan çıkmış. Bugün sanırım kişi başı alkol ve sinema tüketiminde dünya liderliğine oynuyorlardır...
Hey gidinin muhafazakar Hollywood'u... Bir de bugünkü reklam tabelalarına bakın...
Hollywood’un sinemacılar tarafından keşfinin ise güzel havalardan kaynaklandığı söylenir. 1910’lara kadar Amerikan sineması New York, New Jersey ve Chicago merkezli imiş. Ama bu bölgelerin yağmuru, sisi, bulutu yönetmenlere illallah dedirtmiş ve sinema dünyası kendine günlük güneşlik yerler aramaya başlamış.

Sonunda bulmuşlar. Los Angeles coğrafyasının güneşinin, ışığının sinema çekimleri için ekstra bir güzel olduğu söylenir olmuş. Hatta, Kaliforniya’nın doğusundaki çöllerden havalanan tozlar sayesinde havada hafif sarımtırak, parlayan bir renk tonu yakalandığı bile iddia edilmiş. Bugün olsa instagram'daki hazır filtrelerle kolaylıkla sağlanabilecek bir renk efekti için insanlar memleketlerini bırakıp binlerce kilometre batıya göçmüşler...
Hollywood'dan Los Angeles şehir merkezine doğru, gün doğumu manzarası. Gerçekten de sanki instagram filtrelerinden çıkmış gibi...
Tabii ki tek sebebin bu olduğuna inanmak saftoriklik olur. Gelelim sinema endüstrisinin Hollywood’a yerleşmesinin gerçek sebebine... Efendim, olayın asıl nedeni, sinema endüstrisinin Thomas Edison’un şerrinden kaçmasıdır. Edison, kinetoskop ve benzer bazı teknolojilerin patentini almıştır ve bazı sinemacılar bu teknolojiyle sinema çekimi yapmaktadır. Batı/kuzeybatı eyaletlerinde Edison’un avukatları akbaba gibi dolanmaktadır ve film çeken sinemacıların ensesine çökmektedir.

Beni bilirsiniz, patent/fikri mülkiyet konularını çok da kutsal bulmam ve b.kunun çıkarıldığını düşünürüm; tarihte de bu konuyu abartanların başında Edison gelmektedir zaten. Sinemacılar, ülkenin taaa öbür ucunda, Kaliforniya civarında Edison’un avukatlarının borusunun pek ötmediğini keşfetmişler ve faaliyetlerini o bölgeye kaydırmışlar. “Thomaz bize komaz” diyerek Thomas’a meydan okuyan sinemacılar, işler sarpa sardığında kolayca Meksika’ya bile kaçarak paçayı kurtarabilmişler...
Konuyu biraz saptıracağım, ama bu Edison böyle de gıcık bir abimizdir. Zaten “ampul” icadıyla başımıza ördüğü çoraplar bir tarafa, asıl büyük başarısı “mucit” olarak değil, icatlarını patentler ile koruyarak ve ticarileştirerek büyük paralar kazanmasından kaynaklanmaktadır.

Örneğin, gönüllerin kahramanı Nicola Tesla ile giriştiği “AC/DC” akım kavgası unutulamaz. Christopher Nolan’ın Prestige filminde de konu edilen hikayede, Tesla tarafından yaygınlaştırılmak istenen alternatif akıma karşı doğru akımı savunması ve kendi sistemini kabul ettirmek için her yola başvurması bizleri gıcık etmiştir. Sırf AC’nin çok daha ölümcül olduğunu kanıtlamak için elektrikli sandalyeyi icat eden Thomas, savını güçlendirmek için “Topsy” isimli, ölüme mahkum edilen bir fili 6000 Volt AC akım ile cozur cozur kızartmış, görüntüleri filme çekerek kendi teknolocisinin reklamını yapmıştır.

Yaa, işte, sinema dünyası bu Edison’dan kaçarak binlerce kilometre uzaklıktaki Hollywood’u mesken tutmuş. 1910’larda Nestor Filmciliğin ardından, Paramount, Warner Bros, Columbia gibi sektörün babaları 1920’ye kadar Hollywood’a yerleşmiş ve çekimlere başlamışlar. 1950’lere gelindiğinde, Hollywood sinemanın kalbi olarak kafalara kazınmış...
Yine 1950’lerde meşhur Capitol Records’un Hollywood’da cafcaflı bir binada faaliyete geçmesiyle, bölgenin Unkapanı ünvanını da ele geçirmişler. Frank Sinatra’dan Nat King Cole’a; Katy Perry’den ha babam Kaliforniya şarkıları çığıran Red Hot Chili Peppers’a kadar bir çok meşhur sanatçı Hollywood’un simgesi Capitol Records’un yuvarlak binasından çıkmışlar...

Yazının başında demiştik ya, Hollywood aslında bir gayrımenkul projesi olarak doğmuştu; üstüne üstlük eğlence sektörü bu bölgede yoğunlaşınca rant aldı başını gitti. Los Angeles Times’ın sahibi, ve ABD’nin ilk “Donald Trump”ı olan Harry Chandler, emlak şirketinin reklamını yapmak için harfleri 14 metre yükseklikte, binlerce ampul ile aydınlatılan (Edison’un kulağı çınlasın) “HOLLYWOODLAND” tabelasını yaptırmıştır.  

Aslında kısa bir süreliğine reklam amaçlı düşünülen tabela, bölgenin sinema endüstrisi olarak ağırlığını artırması sonucu şehrin simgesi olarak kabul edilmiş. İlerleyen yıllarda restorasyon sırasında emlak projesini simgeleyen “LAND” harfleri kaldırılmış ve “HOLLYWOOD” yazısı şehrin yamaçlarına kazınmış.
1932 yılında Hollywood’a büyük umutlarla gelen ve aradığı şöhreti bulamayan Peg Entwistle isimli kızcağız, “H” harfinin üzerine tırmanıp intihar edince, Hollywood tabelası bir anlamda lanetlenmiş ve sinema dünyasının sahte cazibesinin, ulaşılamayan hayallerin, başarısızlık öykülerinin metaforu olmuş. İlerleyen yıllarda bir kaza sonucu “H” harfi yıkılınca tabela “ollywood” olarak hizmet etmiş ve lehçesel açıdan Trakyalı vatandaşlarımızın büyük ilgisini çekmiş; “Abe, gidelim Olivut’a çekelim filmimizi” sloganının Keşan sokaklarında yankılandığı rivayet edilir...
Holivut Rüyası her zaman güzel sonla bitmiyor; kaldırımlardaki yıldızların önünde farklı hayatlar da yaşanıyor... 
İlerleyen yıllarda bakımsızlıktan yine yıkılmaya yüz tutan tabela, Playboy’un sahibi Hugh Hefner’in girişimiyle, her bir gönüllünün bir harfi yaptırmasıyla tamir ettirilir ve tabela bugünkü görüntüsüne kavuşur. Hugh amcanın o kadar “önemli” işi gücü arasında tabelayla niye ilgilendiğini çözemedim; dev harflerle ilgili bir fantezisi mi vardı acaba?

Hollywood’un yüksek tepelerindeki tabelalardan aşağıya, cadde seviyesine inelim ve yine boynumuzu bükerek, yerlere bakarak yürümeye devam edelim... Daha önce de yazdığım gibi, Hollywood’da görmeye değer şeyler yerlerde süründüğü için sürekli gözünüz kaldırımlarda gezmek durumundasınız:


Hollywood’un “Walk of Fame” kadar ilgi çeken bir diğer kaldırım uygulaması da, ünlülerin el-ayak izlerinin betona kazındığı Chinese Theater avlusu... Chinese Theater, Hollywood’da mistik temalı sinema salonları yapma sevdasındaki Syd Grauman’ın “Mısır Tiyatrosu”ndan sonraki çılgın projesi ve Hollywood Bulvarı’nın en civcivli noktasında Budist tapınağı gibi parlıyor:
Ancak kimse Çin mimarisinin Los Angeles soslu taklidini incelemek için kafasını kaldırmıyor, çünkü herkes yere kazınmış imza, el ve ayak izleri arasından hayranı olduğu sanatçıyı bulmak üzere boynunu bükmüş:
Michael Jackson'un el, ayak ve hatta eldiven izleri en fazla müşteri toplayan parsellerden...
Biz de çocukluğumuzda yeni dökülmüş beton bulduğumuzda imzamızı atar, ayağımızla basardık, ama polis ve bekçiye yakalanmamaya çalışırdık. Günümüzde Olivut yıldızlar bırakın saklanmayı, kamera ve gazetecilerin önünde betona ayak basıyor. Baksanıza, Uzay Yolu mürettebatı topluca el izi olayına girmiş. Halbuki ben Mr. Spock’tan çimentoda kulak izi bırakmasını beklerdim:
Chinese Theater’dan birkaç blok uzaklaşıp daha gariban muhitlere yaklaşınca, kaldırım üzerinde yasa dışı bir çalışma gördüm sonunda... Az ileride büyük yıldızlar flaşlar eşliğinde, kibirle sırıtarak çimentoya basarken, mahallenin çocukları aynı bizim gibi, buldukları bir kaldırım yaması üzerinde LAPD'den habersiz heveslerini gidermişler:
Hayat işte, dünyanın en ışıltılı şaşaasının iki sokak gerisine geldiğinizde size gerçek yüzünü gösteriyor. Ama Hollywood burası, sattığı hayallerin geliriyle ayakta duran bir müessese. Bu yüzden, Hollywood rüyasını parlatan örnekleri zihnimize kazımak, öncesinde de yerlere kazımak zorunda:
İşte, Chinese Theater’in 100 metre ilerisindeki Hollywood Highland alışveriş merkezinin girişine geldik. AVM’nin zeminine, mozaikler ile Hollywood’daki çeşitli başarı öykülerinin, genelde mizahi ve cezbedici özetleri işlenmiş. Kimisi bir artiste, kimisi yönetmene, senariste, müzisyene ait kısa öykülerin hepsi mutlu sonla bitiyor:
Tabii bu şirin hikayelerin gerçeği ne kadar yansıttığı tartışılır. Yukarıda tanıttığım Peg kızımızın başına neler geldi de kendini Hollywood’un “H”sinin tepesinden attı? Müjde Ar’ın oynadığı Arabesk filmi ile benzerlik kuracak olursak, kimbilir kaç artiz adayı Kaliforniya’da bir bara girip “Ağalar, beyler, Olivut ne tarafta” diye sordu ve “Gösterelim anam!” cevabı ile karşılaştı?

Neyse, işin dram tarafını bir kenara bırakıp AVeMe’mizin içinde dolaşalım. Hollywood’dayız diye aklınızı başınızdan alacak bir alışveriş merkezi ile karşılaşacağınızı sanıyorsanız çook yanılıyorsunuz! Hollywood Highland Ankara’da olsa, ahan da yemin ediyorum, kapısından girmeyeceğiniz orta halli bir alışveriş merkezi. Ama havası, suyu, muhiti güzel, gelmişken uğrayıp ucuza bir pizza yiyebilirsiniz:
Bu AVeMe'ye bizim Ankara Belediyesi bakkal ruhsatı bile vermez! 
AVeMe’mizin hemen yanında dünyaca meşhur Dolby Theater, diğer adıyla Kodak Theater var. Her yıl Şubat ayı sonunda bir pazartesi sabaha karşı uyumamaya çalışarak izlediğimiz Akademi (Oskar) ödül töreni burada yapılıyor:
Eğer Oskar günü buraya geldiyseniz bir miktar şamata tecrübe etme şansınız olur. Onun dışında bir gün gelirseniz, hallice bir Tunalı Hilmi akşamından fazlasını beklemeyin. Ama hiç olmazsa Dolby Theater’in bulunduğu pasaja girebilir, kırmızı halılar döşenmiş merdivenlerinde hayran olduğunuz artizin salınarak yürüdüğünü hayal edebilirsiniz...
İşte, oskar almaya gelen yıldızlarımız bu merdivenleri tırmanıyor, Jennifer Lawrence ise her seferinde tökezleyip düşüyor...
Hollywood hakkındaki en acı gerçek budur işte; dillere destan muhitimizde artizlerin, yönetmenlerin, senaristlerin cirit attığını sanmayın; o yüce idollerimiz ancak oskardan oskara buralara uğrar...

Holivut’a gelmişken sıkı bir ekşın’a şahit olmak çok kolay değil, ama imkansız da değil! Meşhur stüdyolara yakınlığından dolayı ara sıra Holivut sokaklarında film çekimleri yapıldığı oluyor. Benim de şansıma, kaldığım iki gün içinde bir çekim yakalama şansım oldu...
Çekimler sırasında caddeler bir süre trafiğe kapatılabiliyor; ama iş yerleri ısrarla "açık" olduklarını vurguluyorlar! 
O gün toplantılarımızı yapıp yorgun argın otelimize dönerken korkunç bir patlama sesiyle havaya zıpladık. Otele doğru gelirken bazı yolların kapatıldığını, itfaiye araçlarını falan görünce aklıma mini bir 11 Eylül gelmedi değil. Sonradan öğrendik ki, o gece Hollywood Bulvarı'nda Chinese Theater önünde bir çekim varmış! Şansıma, tam da Chinese Theater’in karşı çaprazındaki Roosevelt Otel’de, o yöne bakan bir odada kalıyorum!

Hemen odama çıktım ve çekimleri seyretmeye başladım; Chinese Theater önünde müthiş bir patlama oluyor, ortalık ana baba günü, bir araba kovalama sahnesi var, araç spin atıp başka bir arabaya çarparak duruyor falan.

Yavaş yavaş Holivut’un başarısının sırrına ermeye başlıyorum; ekip işini o kadar ciddiye alıyor, öyle bir dikkat ve profesyonellikle çalışıyor ki şapka çıkarırsınız. 10-15 saniyelik araba kovalamaca sahnesi öncesinde, rol alacak arabalar defalarca cadde boyunca gitti geldi, prova yaptı, yönetmen yardımcısı her provadan sonra uyarılarda bulundu, çarpma esnasındaki spin hareketi boş yolda defalarca denendi.
Caddeyi sulayalım ki rahatça kayın, kaza yapın...
Sıra artık çekimlere geldi; büyük bir arazöz caddeyi boydan boya suladı. Böylece kazaya karışacak arabalar ıslak yolda daha rahat spin atabilecekti. Çekim başladı, her şey planlandığı gibi 10-15 saniye içinde mükemmelen gerçekleşti, ben de 10. kattaki penceremden keyifle seyrettim. Çekimlere ara veriyoruz dediklerinde hemen sokağa fırlayıp ekibin arasına karışmanın, etrafı kurcalamanın fırsatını aradım...

Çekim bölgesine getirdikleri büyük bir vinç yardımıyla, birkaç metre çapındaki devasa bir ışıldağı 20-30 metre yükseğe asmışlardı. Saat gecenin onu olmasına rağmen ortalık gündüz gibi aydınlıktı. Sokaklar kameradan, kablodan, mikrofondan geçilmiyordu; bu kadar teçhizatı hangi ara o bölgeye getirip kurdular aklım almadı... Oyunculuk ve yönetmenlik ayrı bir sanat, ama “yapımcılık” denen kavramın önemini daha iyi anladım...
Aynı "filmlerdeki gibi" bir kaza yaptılar...
Az ilerimde meşhur yönetmen koltuğunu gördüm ve hemen olay mahalline aktım. Oradaki elemana hangi yönetmenin ne filmi çektiğini sordum; Shane Black abimizin “Iron Man 3” filmini çektiğini, başrollerinde Robert Downey ile Gwyneth Paltrow’un olduğunu söyledi. Bu arada, karşı kaldırımda bulunan 150-200 kişilik kalabalığın figürasyon olduğunu, hiç birinin tesadüfen oradan geçen bir vatandaş olmadığını öğrendim.

Filmde 2 saniye görünecek bir karakter için bile figürasyon tutulmuş; kaza ve patlama sırasında kim bağıracak, kim havaya sıçrayacak, kim düşüp bayılacak önceden planlanmıştı. Herhangi bir gece Chinese Theater önünde zaten o kadar bir kalabalık bulabilir, onları patlama sahnenizde kullanabilirsiniz; ama hiç bir şey şansa bırakılmamış.
Hollywood Bulvarında sürekli meşhur film karakterleri kılığına girmiş sokak sanatçılarını görebilirsiniz. Iron Man çekimlerinden önceki gece de, Iron Man ve Captain America caddeye çıkmış sohbet ediyorlar...
O sırada yapım ekibinden bir arkadaş omzumdan dürtüp “Are you with us?” (bizim ekipten misin?) diye sordu. Meğerse figürasyona bir şeyler yiyip içmeleri için yakındaki bir restoranda geçerli kupon dağıtıyorlarmış. Kısa bir süre “yes” ve “no” demek arasında bocaladım, sonunda korkak ve konzervatif kişiliğime yenilerek “no” dedim.

Zaten o kalabalıkta kimsenin birbirini tanıdığı yok, “yes” diyerek araya karışsam, o kalabalıkta sivrilip soluk benizli Gwyneth ile tanışsam, gözüne girip filmde sıkı bir rol kapsam bugün belki de çok farklı bir yerdeydim, ve hatta üzerinde yürüdüğüm Hollywood Bulvarına yıldızımı dikmekteydim... Heyhat, Hollywood rüyam kısa sürdü ve hüzünle noktalandı...
Hollywood'da bol bulabileceğiniz şeylerden biri de sinema salonu; El Capitan da Walt Disney stüdyolarının sahip olduğu bir salon. Yer göstericileri Goofy ile Donald Duck olabilir... belki...
Kaçırdığım fırsatın acısını bastırmak için Hollywood Bulvarı boyunca yürümeye devam ettim. Bulvarın en civcivli bölgesi olan birkaç blok boyunca müzik eksik olmuyor. Caddelerdeki hoparlör ve ses sistemi sayesinde her daim bir musiki çınlıyor kulağınızda; özellikle Michael Jackson sürekli çalıyor.

Cadde boyunca sıradan birkaç cafe-restaurant dışında çok özel bir mekan göremiyorsunuz. Eh, koskoca yıldızlar bu turist yığınının içinde yiyip içecek değiller ya... Onlar Beverly Hills ve civarlarında gözlerden ırak mekanlarda takılıyorlar. Bulvar üzerinde en fazla rastlayacağınız ticarethane, hatıralık eşya dükkanları. Hepsi de Oscar heykelciği satmakla meşgul; en iyi anne, en iyi baba, en iyi sevgili, en iyi patron... Seç seçebildiğince, 3-5 dolara senin de oskarın olsun. 

Yine de cadde üzerinde Hemingway cafe bar gibi, en azından ismiyle heyecan uyandıran birkaç mekan var. Bir de tabii Scientology tarikatının büyükcene bir merkezi Hollywood Bulvarı üzerinde; buralarda potansiyel müşteri, ruhsal tatmine ulaşamamış meşhur artiz gırla gidiyordur tabii...

 

Trafik olabildiğince sakin, cadde üzerinde piyasa yapmak amacıyla gezinen lüzumsuz tipler gözüme çarpmıyor. Hatta, egzantrik araba yapmış zibidi gençler caddede turlayacağına bir kenara park edip mekanizmalarını gelene geçene sergiliyorlar:
Nedenini merak ediyorum ve öğreniyorum; polis, aynı arabanın dört saat içinde caddeden iki defadan fazla geçmesini yasaklayan bir “anti-piyasa” düzenlemesi getirmiş! Kontrolü nasıl sağladıklarını bilmiyorum, ama sonuçta bir huzur gelmiş. Bu yüzden zampara gençlerimiz şanslarını kaldırımda yürürken deniyor.

Janti bir gencimiz az önümde yürüyen 3-4 kişilik bir kız grubunu radarına alıyor ve kırmızı ışıkta durduğumuzda yanlarına yaklaşarak cep telefonundaki bir resmi gösteriyor. Resim, Lady Gaga bir cafeye girerken çekilmiş ve eleman bu resmi birkaç gün önce bizzat kendisinin çektiğini iddia ediyor. Kızlar auuvvv, vovv nidalarıyla elemanı tebrik ediyorlar ve sohbet başlıyor. E kardeşim, internetten “cafeye giren lady gaga” fotoğrafı aratsan yüzlercesi çıkar; birini cep telefonuna indir, sonra gelsin kızlar... Bu kadar mı kolaymış yahu?
Hollywood caddelerinde geç saatte kokoreç bulamasanız bile, mütevazi bir sosisli tezgahına rastlayabilirsiniz...
Neyse, konuyu dağıtıp aklınıza kötü şeyler getirmeyeyim; yaya geçidinden karşıya geçiyoruz ve elemanı kızlarla bırakıyorum. Az ilerimde üzerinde “Hollywood Museum” yazan bir bina var. Gece olduğu için müze kapalı, ama en azından vitrinine bakıyorum. İddialara göre, bu özel müzede sinema tarihine geçmiş, popüler filmlerde kullanılan meşhur aksesuarlardan bazıları, onun şapkası, bunun eldiveni şeklinde sergileniyormuş.

Sergiden ziyade binanın kendisi ilgimi çekti; çünkü burası Max Factor’ün eski binası imiş. Makyaj ve kozmetik tarihine geçen Max Factor (ki, kendisinin “Elizabeth Arden’li fıkrası çok meşhurdur, ama ısrar etmeyin, anlatamam...) uzun yıllar Hollywood’un göbeğindeki bu binada ünlü yıldızlara hizmet vermiş.
Asıl adı Maksymilian Faktorowicz olan Polonyalı kahramanımız, önce Rus Çarlığına göç ederek Çar 2. Nikola ve ailesinin güzellik uzmanlığına kadar yükselmiş. Ancak, yaklaşan devrim ve komünist dönemde bir makyaj uzmanı için işlerin kesat olma riski karşısında ABD’ye tüymüş.

ABD’lilerin heceleyemediği ismine makyaj yaparak Max Factor diyen kahramanımız, kozmetik konusundaki dehası, mesleğin hem kimyasından, hem estetiğinden çok iyi anlaması ile hızla sivrilmiş, ve hatta “make-up” teriminin mucidi olmuş. Özellikle sinema çekimlerinde kullanılan özel makyaj malzemelerini geliştirerek sektörün vazgeçilmezi haline gelmiş ve sinema endüstrisine katkılarından dolayı oskar kazanmış!
2. Dünya savaşı yıllarında işkence gören değil, yapan nadir Polonyalılardan Max Factor...
“Sokaktan geçen her kızın makyajla bir sinema yıldızı gibi görünmesini sağlayabilirim” sloganıyla meşhur olan Factor, mesleğinin anatomik boyutuna da el atmış ve icat ettiği “güzellik mikrometresi” ile, kadınların yüzündeki milimetrik kusurları tespit ederek bu hataları giderici makyaj uygulamaları geliştirmiş. Üstte resmini gördüğümüz, belki de Stanley Kubrick’e “A Clockwork Orange” filmi için ilham veren işkence cihazı 1930’larda Hollywood’da meşhur olmuş.

Max Factor’dan Thomas Edison’a, nice meşhur simanın bir hikayesinin olduğu Hollywood’un ışıltısına kapılıp kendinizi kaybetmeyin sakın... 60 yıl farkla da olsa, aynı otelde kalıp aynı havuzda yüzdüğümüz Marilyn Monroe ablamız Hollywood’a en doğru teşhisi koymuş zamanında: “Hollywood’a gelen bir kızın saç modeli, meziyetlerinden daha önemlidir. Burada kim olduğunuza değil, nasıl göründüğünüze bakarlar. Hollywood’da bir öpücüğünüze binlerce dolar öderler, ama ruhunuz 50 cent bile etmez”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"