Sıradaki Şarkı: Electric Eye/In The Sky

Kasırga misali savrulan gündemimizin kritik sorularından biri, bizi TİB mi dinlesin, MİT mi dinlesin, hangisi daha iyi dinler, illaki biri dinlesin mi, yoksa kimse kimseyi dinlemesin mi, dinlemek insan haklarına ve mahremine aykırı mı, yoksa bazı suçları önceden önleme konusunda etkili ve gerekli mi? “Büyük bir birader” biz insancıkları her daim gözetip, (kendince) doğru yoldan çıkanları silkelemeli mi?

Tüm bu sorulara cevap bulmak hiç kolay değil. Zaten tarih boyunca politikacılar ve sosyologlar kadar edebiyatçılar ve müzisyenler de konuya yakın ilgi göstermişler ve beyin fırtınaları koparmışlar. Bu konudaki en bilindik distopya tabii ki George Orwell’in 1984’ü olmuş. Bizleri 24 saat izleyen büyük biraderin dizginlerimizi kontrol etme ve gerçekleri “toplum yararına” yeniden tanımlama yeteneğini hep takdir etmişizdir.
Tabii sürekli gözetlenme hali yüce dinlerde de yer bulmuş kendine. Her an ve her yerde var olan yaratıcı insanları sürekli gözetlemektedir. Eh, hırslı ve bencil insanoğluna vicdan ve adalet duygusunu aşılayamazsanız, sürekli izlenme paranoyası ve yaptığı hıyarlıkların hesabını verme korkusunu yerleştirmeniz gerekir.

“Dikkat et, gözüm üzerinde” temasının müzik alemindeki örneklerinin başında “Eye In The Sky” gelir diyebilir miyiz? Bir inceleyelim bakalım… Efsane topluluk Alan Parsons Project’in (APP) aynı adlı albümünün ikinci parçası olan “Eye In the Sky” der ki;

I am the eye in the sky
Looking at you
I can read your mind
I am the maker of rules
Dealing with fools
I can cheat you blind
And I don't need to see any more
To know that
I can read your mind, I can read your mind

Evet, nakarat kısmına baktığımızda uhrevi bir gözetleyenin varlığını hissediyoruz sanki. Bizi yukarıdan seyreden her yerde hazır ve nazır bir güç, kuralları koyduğunu ve zihnimizden geçeni bile okuduğunu tebliğ ediyor. Hadi bakalım, biri bizi gözetliyor!

Aslında şarkının nakarat dışında kalan ana gövdesine baktığımızda, konunun pek de gözetlenmemiz ile ilgisi olmadığını görüyoruz. Aslında sanatçımız burada terk ettiği sevgilisine sıkı bir ayar veriyor ve “ben senin ciğerini bilirim, git başkasını kandır” diyerek noktayı koyuyor:

Don't think sorry's easily said
Don't try turning tables instead
You've taken lots of chances before
Don't cry cause I ain't changing my mind
So find another fool like before
Cause I ain't gonna live anymore believing
Some of the lies while all of the signs are deceiving

Ama şarkı bütün bunları o kadar yumuşak, sakin, dingin bir melodiyle söylüyor ki, kıçınıza tekmeyi yediğinizde bile içinizi tatlı bir huzur kaplıyor. Öncelikle solistimizi tanıyalım; Eric Woolfson. Soyadı kurt içerse de, sesi kuzu gibi yumuşacık olan Woolfson komple bir müzisyen (besteci, güfteci, vokalist, yapımcı, mühendis vb).
Ses mühendisimiz Alan Parsons çağlar öncesinden kalma stüdyoda...
Woolfson, Beatles’ca ünlü Abbey Road stüdyolarında (hani şu önünde meşhuur yaya geçidi olan) Alan Parsons ile tanışıyor. Alan Parsons, o günlerin baba bir yapımcı/ses mühendisi. Adam Beatles ve Pink Floyd’un albümlerini yapmış, özgeçmişinde Abbey Road, Let It Be ve Dark Side of the Moon yazıyor. Bu iki baba müzisyen “hadi bir proce yapalım” diyorlar ve ortaya Alan Parsons Project çıkıyor.

Grubun ilk albümü, Edgar Allen Poe’nun ürkünç edebiyatından uyarlanan “Tales of Mystery and Imagination”. The Raven, The Cask of Amontillado gibi Poe klasiklerinden ilham alınan albüm büyük başarı kazanıyor. APP, temalı albüm yapmanın iyi bir fikir olduğunu anlıyor ve peşi sıra gelen albümlerin çoğu tematik oluyor; I Robot (Isaac Asimov), Pyramid (Giza Piramitleri), Eve (kadınlar, kadınlar), Turn of a Friendly Card (kumar) gibi.

Ve ardından, çoğu dinleyici tarafından grubun en bilinen, sevilen albümü ve parçası geliyor: Eye In the Sky. Bu albüm aslında öncülleri gibi tematik sayılmaz. Hatta, Eye In The Sky’ın bir önceki albüm olan kumar temalı “Turn of a Friendly Card”ın devamı gibi başladığı söylenir. Bir ara Las Vegas müdavimi olan Eric Woolfson, kumarhane tavanlarında bıçkın kumarbazların her hareketini dikizleyen küresel kameralara (nedense) kafayı takmış. Teknik literatürde “Eye in the sky” olarak bilinen bu cihazlar, katran ve tüye bulanacak madrabazları tespit etmekte oldukça etkili. Ve işte, böylece şarkının “Sana dün bir tepeden baktım aziz insan” bağlantısını yakalamış oluyoruz.

Şarkının “tepeden bakan” kimliğini albüm kapağında da görebilirsiniz. Kapaktaki sade figür, meşhur Mısır tanrısı Horus’un gözüdür; yani gökyüzündeki göz! Bir gözü güneş, bir göze de ay olan Horus’a “The sun in your eyes” diyerek şarkı içinde bir gönderme yapılmıştır zira. (Not: Horus’un İsa ile bağlantısı için Zeitgeist’i seyredin derim…)
Eye in the sky, bir APP şarkısının tüm genel özelliklerini barındırıyor diyebiliriz. Nedir bu özellikler? Son derece duru bir ses, meditatif bir vokal, beğenmemenize imkan bırakmayacak temizlikte bir müzik, gayet kolay dinlenebilen şarkılar, albüm genelinde naif, mütevazi bir atmosfer. Zaten bu sayede APP çok geniş kitleler tarafından kolaylıkla dinlenen ve takdir gören bir grup olmuş.

Grubun bu özelliği TRT tarafından da keşfedilmiş ve APP güzide kurumumuzun resmi jenerikçisi olarak tarihe geçmiş. 80 öncesi ve sonrası çalkantılı günlerde, bugünkü kadar olmasa da iktidarın borazanı rolünü oynamak zorunda kalan TRT, jenerik müziği ararken ota boka bulaşmayan, altından imalar ve derin anlamlar çıkmayacak, kimsenin “bu ne biçim müzik lan!” demeyeceği jenerik parçaları aramış ve APP’yi keşfetmiş. Lucifer, Mammagamma gibi yumuşak parçaları belli bir yaşın üstünde olup da duymayanınız yoktur.

APP’nin “jenerik” soundu sadece TRT tarafından değil, NBA diyarında da takdir görmüş. Eye in the sky albümünün enstrümantal açılış parçası olan Sirius, Chicago Bulls’un Maykıl Cordın’lı efsane günlerinde takımın sahaya çıkış müziği olmuş. Yumuşak havasına rağmen müthiş bir gaz verme gücüne sahip olan parça, Bulls’a altı NBA şampiyonluğu kazandırmış!
Sirius, Eye in the Sky’dan ayrı düşünülemeyecek bir parça zaten. Yaklaşık 2 dakikalık Sirius biterken, Eye in The Sky aynı ritimle kılçıksız bir giriş yapar ve bu iki muhteşem parçayı peş peşe dinlersiniz. Bir rocksever olarak şarkılardaki elektronik dokunuşun asla rahatsız etmediğini söyleyebilirim. Senfonik esintiler taşıyan albümlerde bir parça matematiksel düzen bile bulabilirsiniz; zaten unutmamak gerekir ki, Alan Parsons bir ses mühendisi. Bu yüzden, matematik ve elektronik grubun müziğine nakış gibi işlenmiş. Hatta, vocoder denilen ve vokali distorte eden cihazın bir rock albümünde ilk kullanılışı “The Raven” ile olmuş. (Vocoder nedir diye soracak olursanız, cihazın deyim yerindeyse “bokunu çıkaran” grubumuz Daft Punk’u dinleyebilirsiniz. Ama çok severim kerataları, yanlış anlamayın…)  

Zaman zaman APP’yi “onlar iyi müzisyen değil, iyi mühendis” diye aşağılayan müzik eleştirmenleri olmuş. Bir mühendis olarak bana battığından değil ama, siz bakmayın onlara; APP müzik dünyasının öncü, yumuşak ve her daim “huzur” ile özdeşleşen bir grubu olmuş. Ancak, grubun müyendiz kökenleri belki de aşırı bir teknik mükemmeliyetçilik kalkanı geliştirmiş ve grup “ya stüdyo kaydı gibi çalamazsak” kaygısıyla hiç bir zaman canlı konsere çıkmamış…


“Aaa, nasıl olur, ben konserlerini izledim” diyorsanız, Alan Parsons ile Eric Woolfson’un grubu dağııtıktan sonra, “Alan Parsons Live” olarak yoluna tek başına devam edenAlan'ı seyretmişsinizdir. 1987’deki Gaudi temalı “Gaudi” albümünden sonra Eric Woolfson solo çalışmalar yapmak üzere gruptan ayrılmış. İkili arasında müzikal anlamda büyük bir görüş ayrılığı olup olmadığını bilmiyorum; ancak Alan Parsons’un “Eye in the Sky” şarkısını beğenmemesi, albümde yer vermek istememesi son derece ilginç bir anekdot; hatta bu parçanın tutmayacağına dair diğer grup elemanları ile iddiaya girmiş ve (sanırım) feci şekilde kaybetmiş. Bir rivayete göre, 2009 yılında kanserden ölen Woolfson, her fırsatta bu olayı Alan Parsons’un kafasına kakmış (benzer bir öngörüsüzlüğü Radyokafa’nın “Creep” şarkısından da hatırlarız).

Eye in the sky şarkısında bizi yukarıdan gözetleyen büyük biraderle ilgili çok da fazla ipucuna rastlayamadık. Ama Horus’un gözü, kumarhanelerin kameraları ve “ben seni senden iyi bilirim” diyen eski sevgili bize kutsal bir göz lezzeti yaşattılar. Şimdi, konuyla ilgili bir diğer şarkımıza, Judas Priest’in “Electric Eye” parçasına geçelim.
Eye in the sky’ın yumuşak huzurundan sonra, Electric Eye konuya damardan giriyor, dinleyiciye ayar verirken korku ve dehşet salıyor. Grubun operatik sesli solisti Rob Halford, şarkıya önce üst perdeden başlıyor:

Up here in space
I'm looking down on you
My lasers trace
Everything you do

Dedikten sonra, tiz sesiyle çığırarak ekliyor:

You think you've private lives
Think nothing of the kind
There is no true escape
I'm watching all the time

Daha da söyleyecek söz yok! Tam George Orwell’in 1984’te tarif ettiği baskıcı distopyanın milli marşı gibi bir şarkı. Yukarıdan sizi izliyorum ve benden kaçışınız yok! Aslında olayı kurgusallaştırmak için George Orwell’in hayal gücüne falan bağlıyoruz ama, albümün yapıldığı yıllarda NSA’nın var gücüyle ECHELON projesi üzerinde çalıştığını biliyoruz. Bizim Judas ekibi olayı önceden duymuş anlaşılan:

Always in focus
You can't feel my stare
I zoom into you
You don't know I'm there
I take a pride in probing all your secret moves
My tearless retina takes pictures that can prove

Velhasıl kelam, adamlar yıllar önce bugün yaşadığımız dehşet toplumunu tarif etmişler. Günümüzde de börtü, böcek, kaset, tape, kayıt, dublaj, montaj, miksaj ne varsa dört bir koldan üstümüze saldırıyor ve gücün, iktidarın haberi ve kaydı olmadan adım atamıyoruz. Electric Eye in the Sky kardeşim, gözüm üzerinizde!

Şarkıda elektrik gözün bir özelliği sürekli vurgulanıyor:

I'm made of metal
My circuits gleam

Neden? Çünkü grubumuz Judas Priest, metal müzik ile özdeşleşmiş, “Gods of Metal” denildiğinde ismini haykırdığımız, hatta “Metal Gods” diye şarkı yapmaktan çekinmemiş bir yüce gruptur. Haliyle, bizi izleyen gözün metal olması ve parlaklığı öne çıkmaktadır.
Zaten grup üyeleri kılık kıyafet açısından da hırdavatçı dükkanından hallicedir. Adamlar konser kıyafeti ile havaalanı güvenliğinden geçmeye çalışsalar, alarmlar bir hafta boyunca susmaz herhalde. Üzerlerinden taşan deri ve metallerle verdikleri über-maço imaj da bizi derinden etkiler.

Ne zamana kadar? Rob Halford’un bir TV programında çıkıp da gay olduğunu itiraf edene kadar! Tamam, homofobik değiliz ve Rob abinin tercihlerine sonsuz saygılıyız, ama adam öyle metalik bir testosteron yayıyordu ki, konser salonunda uçan dişi sinekler hamile kalıyordu. Bir iddiaya göre, Rob’un deri-metal katkılı kıyafetlere bu kadar ilgi duyması, Sado-Mazo dükkanlarda ve ortamlarda rahatça dolaşabilmesi içinmiş…
Rob Halford ve 93 kg ağırlığındaki kostümü...
Günümüzde kapitalist gücün bizi izlemek dışındaki bir diğer önemli faaliyeti de, tabii ki, etkilemek ve yönlendirmek. Judas Priest, bu durumu da hissetmiş ve kitleleri yönlendirme becerisini üst düzeyde kullanmıştır. 1985 yılında iki genç arkadaşımız, içki içip uyuşturucu çekerken Judas Priest dinliyorlarmış ve galeyana gelip intihar etmişler. Zaten intihara eğilimli oldukları ortaya çıkan gençlerin aileleri içki ve uyuşturucuyu es geçip tüm suçu Judas Priest’te bulmuşlar ve aleyhlerine dava açmışlar.

Davaya göre, Judas’ın “Better By You Better Than Me” şarkısı tersten dinlenince “intihar etmeyi dene” ve “hadi ölelim” mesajları veriyormuş. Literatürde sübliminal (bilinçaltına seslenen) mesaj olarak bilinen teknik ile şarkıya gizlenen mesajlar gençleri intihara sürüklemiş. Uzun süre kamuoyunu meşgul edendava sonucunda grubumuz aklanmış ama tabii ki bir hayli şaşırmışlar. Judascılar, verdikleri beyanda “ulan, sübliminal mesaj vermeyi becerebilsek, ‘kendinizi öldürün’ diyeceğimize ‘daha çok albümümüzü satın alın’ derdik” şeklinde konuşmuşlar. Aklıma yattı.
Tekrar güzelim şarkımıza dönecek olursak, güçlü ve sert bir müzik altyapısı olan parçamız hareketli bir intro ile başlıyor. Şarkı bir konserde söylenecekse Rob abimiz için bir düzenek kuruluyor ve mini bir vinç sistemi ile havaya kaldırılan Halford elektrik gözü ile bizi tepeden izleyerek şarkısını söylüyor. Şarkının yaklaşık 1:40 dakikasında ise Glenn Tipton’un nefis gitar solosu ile iyice kopuyoruz:


Judas Priest’in bir diğer ilginç yorumu olan Joan Baez’in "Diamonds and Rust” şarkısı, ve hatta Judas Priest’in grup adını Bob Dylan’ın bir şarkısından arakladığı mevzuu daha önce sayfamıza konuk olmuştu:


Şimdi gelelim komplo teorimizin son noktasına… Bazıları düşünüyordur, “Eye in the sky” ile “Electric Eye” şarkısı arasında ne alaka var? Niye bize bu iki şarkıyı pek bir ortak yönleri varmış gibi beraber sundun? Azzz sonra!

Efendim, Eye in the Sky, aynı adı taşıyan albümün ikinci parçası. Ondan önce, yukarıda anlattığım gibi, “The Sirius” isimli enstrümantal, gazagetiriş parçası yer alıyor. Genellikle konserlere The Sirius ile giren Alan Parsons, ardından Eye in the sky dayayarak adrenalini coşturuyor.

Electric Eye ise, Screaming for Vengeance albümünün ikinci parçası. Kendinden önce gelen parça, The Hellion, enstrümantal bir gaz verme parçası. Aynı Sirius gibi konser girişinde çalınıyor ve arkasından onunla bütünleşmiş şekilde Electric Eye geliyor.


Yaaaa? Tatmin olmadınız mı? Peki o zaman, Sirius’un dünyadan görülen en parlak yıdızlardan biri olduğunu duymuşsunuzdur. Peki, Helion ne demek? O da, dünyaya güneş istikametinden yaklaşan, ve güneşin parlaklığı yüzünden tespit edilmesi çok güç olan meteoritlere verilen isim! Hadi ateyizler, bunu açıklayın bakalım… 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"