Çukurova Kitap Fuarı

Adana’da “Satır Arası”nın Çift Anlamı! 

8. Çukurova Kitap Fuarı 13-18 Ocak 2015 tarihleri arasında Adana TÜYAP Fuar Merkezi’nde düzenlendi ve bu yıl Onur Konuğu olarak Çınar Yayınları’nın standında yerimi aldım. Nasılsa ismimden dolayı onur konukluğunu garantilemiş durumdayım, kimselere kaptırmıyorum...
İmza ve söyleşi günüm 18 Ocak Pazar olduğu için 17 Ocak gecesinden Adana’ya intikal ediyorum. Uçaktan iner inmez sevgili yayıncım, Çınar Yayınları’nın sahibi Aydın Ilgaz ağabey beni Adana Büyükşehir Belediyesinin yayıncılar ve yazarlar onuruna verdiği yemeğe çağırıyor. Kendimi “yazar”dan saymaya cüret edemesem de, yazarlarla beraber Adana’da Adana yemenin keyfini kaçırmamak için hemen olay yerine intikal ediyorum.

Yemekte kimler yok ki... Belediye Başkanı ile birlikte, 50. sanat yılını kutladığı bir etkinlikten gelen Ataol Behramoğlu, ertesi gün fuarda söyleşilere katılacak olan İhsan Eliaçık ve Nasuh Mahruki, Yılmaz Güney’in kardeşi, Orhan Kemal’in oğlu derken “ben ne sıfatla buradayım yahu”nun ağırlığı ile kendimi kebaba ve şalgama vuruyorum...
Ne de olsa Adana’dayız! Karacaoğlan’da Yaşar Kemal’e, Muzaffer İzgü’den Orhan Kemal’e nice edebiyatçılar Çukurova’nın verimli topraklarından yetişmiş. Şehrin bir çok köşesinde Adana ile yolu kesişmiş sanatçıların izlerini sürebiliyorsunuz. Örneğin, Belediye Binası’nın yanındaki küçük parkın adını “Adana Sanat Akademisi” koymuşlar; çünkü Abidin Dino ve Arif Dino’nun 1940’lı yıllarda bu parkta yaptığı masabaşı sohbetlerine Orhan Kemal ve Yaşar Kemal de katılırmış... Breh breh, kadroya bak!

Önüme dizilmiş meze ve kebaplar yüzünden şehrin edebi geçmişinden ziyade gastronomik geleneğine odaklandım ve mide fesadı geçirmek üzereyken otelin odasına attım kendimi... Gece rüyamda şalgam denizlerinde yüzdükten sonra sabah erkenden kendi geğirtime uyandım tabii... Daha fuarın başlamasına çok var, ne yapalım, çıkıp biraz Adana’da yürüyelim hiç olmazsa.
Otelden çıkınca karşılaştığım baloncu kardeşimiz günümü renklendirdi...
Kaldığım otel Adana Garına çok yakın. Manevra yapan lokomotiflerin sesini duyunca gidip bir görmek istiyorum, herhalde Japonya’dan kalma bir alışkanlık, trenleri seyretmeyi çok seviyorum. Öküzlerle bir akrabalığım var mı bilemem, ama ortak bir zevk paylaşıyoruz işte...
Tabii ilgimin bir başka nedeni, Adana tren garı ve bölgedeki çeşitli mekanların son James Bond filminin çekimlerinde yer almış olması. Üzerinde dikilip katar seyrettiğim yol, çekimler esnasında trafiğe kapatılmış ve Daniel Craig abimiz ekşın dolu sahneler ile Adanalıların (Yüreğirlilerin) yüreğini ağzına getirmiş.

Ben de Adana Garının ve manevra yapan trenlerin bir iki fotoğrafını çekiyorum, o sırada tren yolu işçileri beni köprü üstünde görüyor ve laf atmaya, şakalaşmaya başlıyorlar. Belki beni macera filmi için uygun mekan arayan bir yönetmen sandılar, kim bilir?
İçlerinden biri “abi, ne olur bizim de resmimizi çek” diyor ve poz veriyor. “Çekeyim ama, ne yapacaksınız” diye soruyorum. “Çek işte abi, bizden hatıra olsun” diyorlar, çekiyorum, çok seviniyorlar, gülüyorlar, aralarında şakalaşıp tekrar küreklerine sarılıyorlar. İşte böyle zamanlarda karamsar yüreğimde küçük bir ümit kıvılcımı çakıyor...

Ocak ortasında olmamıza rağmen Adana’da nefis bir hava var; güneş yeni yeni yükseliyor, demiryolu işçileri dışında şehir henüz uykuda, Seyhan nehri citta slow akıyor, nehir kenarındaki büyük parkta geceden kalanların huzurunu bozacak bir durum yok!
Resimdeki müzisyen arkadaşımız gece kim bilir hangi alemlerde meşk etti, kimlerin istek şarkısınını seslendirdi bilinmez, ama Adana’nın şeker gibi kış havası parklarda kestirmeye son derece müsait. Seyhan kenarındaki Merkez Park, Adana’nın nefes alabileceği şekilde düzenlenmiş, yeşillendirilmiş ve orijinal heykellerle şehrin sanata yatkın kimliğinin altı çizilmiş:
Parka paralel akan Seyhan nehri boyunca nehir ile aynı hızda yürüyebilir, gözünüze kestirdiğiniz bir su damlasına yoldaşlık edebilirsiniz. Yol boyunca yayalar için yapılmış asma köprülerin yanından geçeceksiniz, ancak Adana’nın has köprüsü, taş köprüsü sizi biraz daha ileride bekleyecek.
Adana Taş Köprü (sarımsağı ile meşhur olan değil), bundan yaklaşık 17 asır önce yapılmış, dünyanın halen şehir içi ulaşıma açık en eski köprüsü olarak biliniyor. Ulaşım derken tabii ki tren ve otomobilleri kastetmiyoruz, ancak motorsiklet ve bisikletler kabulümüz...
Antibiyotik adı gibi bir isme sahip olan Romalı mimar Auxentus’un eseri olan Taş Köprü’nün kadrajına, bir başka mimar Necip Dinç’in tasarımı olan Sabancı Camii de katılmış. Adana’daki Ermeni mezarlığı arazisine yapıldığı iddiaları ile beraber, Türkiye’nin en büyük camii olma özelliği (şimdilik) devam ediyor; yeni rakipleri bildiğiniz gibi, Çamlıca tepesi başta olmak üzere, inşa halinde...
Taş Köprü her daim cıvıltılı, üzerinde değişik iş kollarından seyyar satıcıları bulabilirsiniz. Benim gezdiğim saatlerde çakı satan bir abimiz tezgahının üstüne delici ve kesici malzemelerini diziyordu, aman diyeyim, burası Adana, şeytan doldurur, iblis dürttürür!
Taş Köprünün Prag’daki meşhur Şarl Köprüsünden neyi eksik diye düşünebiliriz; çakıcıların, ıvır zıvırcıların yerine ressam ve artizleri koydunuz mu her şey tamam. Ha, bir de Şarl Köprüsüne göre heykelleri eksik, ama gündeme uygun, mert, delikanlı duvar yazıları ile bu eksiğini tamamlıyor. Adana Sabancı Camiinin alt yazısı bile “helal olsun yiğitler diyarına” dedirtiyor:
Taş Köprüde satılan ilginç mallar sizi kesmediyse, Abidinpaşa Caddesi boyunca yürüyerek şehir merkezine inebilirsiniz. Buradaki mağazalar, AVM’lerde arayıp da bulamayacağınız marjinal ürünleri halen satmakta; örneğin, araba yıkama bezi...
Abidinpaşa caddesinin sonunda Küçük Saat Meydanına ulaşacaksınız. İş Bankası Kumbarasına benzer küçücük bir saatçik dışında pek bir atraksiyon göremiyorsunuz, ama güvercinlerle çevrili Atatürk anıtı merkezi bir yerde olduğunuzu anımsatıyor.
Şehre geliş amacımızı unutmayalım, fuara yetişeceğiz! Adana TÜYAP Fuar Merkezi, İstanbul kadar olmasa da, şehrin dışında. Ancak, 5 gün süreyle şehir kitap fuarına angaje olmuş durumda; dolmuşların, halk otobüslerinin camlarında “kitap fuarına gider” tabelaları asılı. Birisine binmek için durağa yaklaşıyorum ve otobüs durağı direğinin bile edebiyatla dolup taştığını görmek şaşırtıyor:
#Şiirsokakta hashtag’i ile Adana’nın her köşesinde karşılaşabiliyorsunuz; duvarlar, kapılar, kaldırımlar ve duraklar... Şiirsever Adanalılar her köşede edebiyattan bir iz bırakmışlar. Otobüse binince de sabahın erken saatlerinde fuara giden hemşerilerimiz ile karşılaşmak ne güzel; torununu fuara götüren bir babaanne, alacağı kitap sayısı için pazarlık yapmakta; önümdeki genç çift fuar sonrası nereye takılacaklarını konuşuyor, otobüsün muavini her durakta “kitap fuarıııı” diye sesleniyor... ve sonunda TÜYAP Adana’ya varıyoruz. Şehrin bayağı dışında, Seyhan Baraj Gölü ve Toroslar manzaralı bir tepenin üzerindeyiz.
Fuara ilgi sevindirici düzeyde; İstanbul kadar olmasa da (doğal olarak), Ankara ve İzmir Fuarlarından daha hareketli ve bereketli olduğu söylenebilir. Adana dışında, Mersin, Hatay, Osmaniye, Gaziantep, Niğde gibi illerden sırf fuar için katılanların olması önemli bir etken sanırım...
Hayrettin Karaman gözlerini kalabalığa dikmiş, fetva verdi verecek...
Pazar günü fuarda bol bol sohbet, panel gibi etkinlikler de vardı ve fuara yazarlar ile iletişim kurmak için gelen okur da fazlaydı. Benim de sırf Japonya üzerine sohbet etmek, kafalarındaki soruları tartışmak için gelen bir çok ziyaretçim oldu. Eh, gelmişken kitap da alsalardı sevinirdim tabii, ama ne yapalım, bir dahaki sefere... Adana fuarında Aydın abimle beraber en favori okur kitlemiz, sadece gözleri ve alınları görülebilen “geleceğin okurları” idi:
Fuarın en gözde "beyliği": SadeceGözleriGörünenOğulları!
Bu yaştan fuara gelmeleri, sabırla dolaşmaları, hatta yazarlara sorular sormaları ne kadar da güzel! Fuarın kapanışına doğru pılıyı pırtıyı topladık, diğer standları dolaşıp cebimizdeki birkaç kuruş sermayeyi kitaba yatırdık ve uçağa yetişmeden önce son görevimizi yerine getirmek üzere yola çıktık...

Adana’ya iner inmez kebaba koştuğumuz gibi, uçağa binmeden önce de kapanışı kebapla yapmak icap eder! Daha önceki Adana ziyaretimde de uğradığım, kebap denildiğinde ilk adres olan Mesut Silindir’in lokantasını buldum tekrar... 4 yıl öncesine göre tek değişiklik, dükkan girişindeki “1921” tevellüdünün üzerine “since” yazılmış olması:
Halen kullanılan birçok eşyanın, araç gerecin dükkanın ilk yıllarından kaldığını gururla iddia eden kebapçımızda lezzetin sırrı et, baharat ve ustalık. Yani, çok fazla antin-kuntin, mistik ve artistik bir meslek sırrı yok; işini bilmek ve iyi yapmak! Silindir’in donattığı muhteşem masadaki lezzetler ve tabii ki kebabın lezzeti damağımın üzerinden silindir gibi geçiyor!
Taksiye atlayıp dönüş uçağına yetişirken satırla kıyılmış etin lezzetinin damağımı terk etmemesi için çabalıyorum. Kebabın nefaseti ile kitap fuarının hazzı bünyemde bütünleşirken, Adana’da “satır arası” teriminin  hem satırla kıyılmış lezzetli et, hem de kitap okuma keyfi olduğuna karar veriyorum. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"