Kırgızistan Issık Göl - Tanrı'nın Yeryüzündeki Gözü

“...Bu sırada o mavi göl muazzam kayalar kaosunun ve kar yığınlarının arasından gökyüzünü inceliyor, suyun karanlık derinliklerini kucaklıyor ve canlı bir vücut gibi yumuşak, güzel ve yavaş hareketli dalgalarından oluşan kaslarını şişiriyordu. Amaçsız doğan ve ölen dalgalardı bunlar. Sanki gecenin karanlığı bastırınca patlak verecek bir fırtınayı karşılamak için göl bütün kuvvetini toplamakta, enerji biriktirmekteydi...”

... diye betimlemiş Cengiz Aytmatov, Issık Göl’ü. Türk dünyasının en yetkin yazarlarından Cengiz Hocamız kadar bu gölü güzel anlatabilen kimse çıkmaz sanırım; ama bir densizlik yaparak şansımızı deneyelim. Cengiz Aytmatov’a ve Issık Göl’e tekrar geri dönmek üzere küçük bir parantez açayım. 
Issık Göl, tam da Cengiz Aytmatov'un betimlediği gibi, fırtınayı karşılamak üzere...
Şimdi, dünyamız ile ilgili ilginç bir detaya tanık olalım. Coğrafya ile haşır neşir olanlar “Pole of Inaccessibility” (Erişilmezlik Kutbu) deyimini duymuş olabilirler. Duymadıysanız şöyle açıklayayım; herhangi bir kıtanın en merkezinde yer alan, tüm denizlere en uzak noktasına “erişilmezlik kutbu” ismi veriliyor. Dolayısıyla, Avrasya kıtasının erişilmezlik kutbu, tüm dünyada bütün denizlere en uzakta bulunan nokta olarak kayıtlara geçiyor:
Bu konuyu açıkladıktan sonra, Avrasya’nın “Erişilmezlik Kutbu”na biraz daha yakından bakalım. Dünyanın tüm denizlere en uzak noktasında ne görmeyi beklersiniz? Veya, şu şekilde sorayım, ne görmeyi beklemezsiniz? Şimdi sizlerle Avrasya Erişilmezlik Kutbu’nun tam merkezinde olmasa da, oldukça yakınında çektiğim iki-üç fotoğrafı paylaşayım:
Sanki Avrasya'nın en merkezinde değil, Akdeniz sahillerinde bir plajdasınız
Bir kıtanın denize en uzak noktasında simit, deniz yatağı, can yeleği satılır mı kardeşim? 






Gördüğünüz gibi, dünyada tüm denizlere en uzak noktanın yakınlarında, dünya üzerinde görüp görebileceğiniz en güzel plajlardan biri yer alıyor. Bu noktada görmeyi pek tahmin edemeyeceğiniz altın gibi bir kumsal, şezlong ve şemsiyeler, su kaydırağı sizi şaşırtabilir. Yine dünya denizlerine en erişilemez noktada yer alan küçük bir markette bile en çok satılan ürünlerin deniz yatağı, kolluk, can simidi ve saire olması şu yaşlı dünyamızın ilginç bir cilvesi değilse nedir?

İşte, “Asian Pole of Inaccessibility”nin oldukça yakınında yer alan Issyk Kul, yani Ilık (Sıcak) Göl size böyle bir sürpriz sunuyor. Dünya üzerindeki en az tanınan, ama en ilginç, şaşırtıcı ve fotojenik göllerden biri olan, bir milletin efsanelerine, destanlarına, edebiyatına yüzlerce yıldır konu olan ve tanıklık eden Issyk Kul’u daha yakından tanımak ister misiniz?
Issık Göl, Peru-Bolivya sınırındaki Titicaca’nın ardından dünya üzerindeki en büyük ikinci Dağ Gölü olarak kayıtlara geçmiş. Hazar Denizinden sonra en büyük ikinci tuzlu göl olan Issık Göl, tüm dünya gölleri arasında onuncu büyüklüğe sahip. Eh, dünyadaki tüm denizlere en uzak noktada olduğunu da az önce öğrendik... 

Issık Göl, 1600 metre rakımda, Tian Shan, yani Tanrı Dağları tarafından kuşatılmış bir göl. Asya’nın ortasında yüksek dağlarla çevrili bir gölden ne beklersiniz? Kışın donmasını, aylarca kalın bir buz tabakasının altında kalmasını, değil mi? Ama hayır, Issık Göl’ün en önemli özelliklerinden biri, bulunduğu coğrafyaya rağmen donmaması. 
Issık Göl'ün hamisi Tanrı Dağları
100’ün üzerinde akarsu ve yer altı su kaynakları tarafından beslenen ve kapalı bir havza olan Issık Göl’ün su tedarikçileri arasında önemli miktarda yer altı sıcak su kaynakları olduğu tahmin ediliyor. Bu sayede göl, kışın en soğuk günlerinde bile inatla donmayarak bölgesinin sert iklimi ile alay ediyor.
Gölde tekne gezisi yaptığımız saatlerde bizler erken yaz günlerini yaşarken (aylardan Haziran) Tanrı Dağları'nın zirvelerinde kar fırtınası kopmuştu!
Buradan geliyoruz Issık Göl’ün ismine ve etimolojisine. Issyk-Kul, Kırgızca’da Ilık Göl/Sıcak Göl anlamına geliyor. Çin kaynaklarında da “sıcak deniz” olarak kayıtlara geçen Issyk-Kul’un ismindeki “Issık” fonetik açıdan kulaklarımıza tanıdık geliyor mu? Japonya’dan Anadolu’ya uzanan dil ailemizin tatlı sürprizlerinden birine tanıklık edelim; Doğu Anadolu’da “sıcak” için “ıssıcak” denildiğini duymuşsunuzdur. Japonca’da ise sıcak “atsui” olup, çeşitli yörelerde “ıssui” olarak da telafuz edilir. Issui-Issık-Issıcak bağlantısını bulmamı sağlayan Hasan Mihrican ve Erol Emet arkadaşlarımı da anmadan geçemeyeceğim.

Dil ve kültür birliğimizin en önemli tanıklarından biri de, Issık Göl’ü kuşatan Tanrı Dağları tabii ki. Orta Asya’nın en büyük sıradağ sistemlerinden biri olup, yaklaşık bir milyon kilometrekareyi kaplayan, 7000 metreyi geçen zirveleri ve olağanüstü panoraması ile ismini hak eden Tanrı Dağları, Türki Cumhuriyetler ve Çin’in Sincan Bölgesi’nin coğrafi hakimidir. 
Tanrı Dağları'nın güney (gölgeli) kolu
Özbekistan’dan doğuya doğru uzanan Tanrı Dağları, Kırgızistan’da ilerlerken büyük bir “göz”ün kenarında ikiye ayrılarak upuzun kirpikler gibi, gözün sınırlarını yalayarak yollarına devam ederler. İşte, Tanrı Dağları’nın iki kolu arasında kalan bu devasa mavi göze Issık Göl adı verilmiştir. Coğrafyasına yakışır şekilde, Japon çizgi filmlerindeki gibi yusyuvarlak değil, çekik bir göze benzeyen Issık Göl için kullanılan “göz”, hatta “tanrının gözü” metaforuna güzel bir örnek arayacak olursak:

“Ak sütüm adına sana yalvarıyorum ey Tengri! Buraya, senin yeryüzündeki gözün olan bu kutsal gölün kıyısına sana yakarmak için geldik. Ey Issık Göl, yeryüzünün gökyüzüne bakan gözü! Sana sesleniyorum ey suları buz tutmayan göl! Ey kutsal ebedi varlık! Kadere hükmeden Kök Tengri (Gök Tanrı) gözünü köpüklerine çevirdiği zaman, duamı ona ulaştırasın diye sana sesleniyorum...... Duamı kabul et ey Tengri! Bizimle birlikte, hiçbir zaman yanımızdan ayrılmayan ve konuşma bilmeyen hayvanlarımız için de dua ediyoruz” 

Evet, tahmin ettiğiniz gibi, yine Cengiz Aytmatov’un sihirli sözcüklerine başvuruyoruz. Ve görüyoruz ki, Issık Göl Tanrı Dağları’nda yaşayan göçebe Kırgız halkı için, tanrıya ulaştıkları, yakardıkları kutsal bir göl; yaşayan, hisseden, kutsal bir varlık. (ufak bir dip not; göçebe Kırgızların dualarında hayvanlarını unutmamış olmaları ne kadar güzel bir detay, değil mi?)
Issık Göl; Tanrı'nın yeryüzündeki gözü demiştik, işte ispatı...
Destansı bir coğrafyada masalsı bir gölün tarih boyunca bölge halkının kültürüne nasıl etki ettiğini görebiliyorsunuz. Issık Göl, binlerce yıllık bir tarihe tanıklık etmiş ve hatta bir kısmının üstünü örtmüş. Bundan 10-15 asır önce gölün seviyesinin 8 metre daha düşük olduğu ve gölün sığ kesimlerinde eski yerleşimlerin kalıntıları bulunduğu tespit edilmiş.

Kırgız ve Rus dalgıç ve arkeologların yaptığı keşifler sonucunda gölün dibinde 2500 yıllık çok eski bir uygarlığa ait büyük bir şehir kalıntısına ve madeni eşyalara rastlandığı söyleniyor. Henüz hakkında fazla bir bilginin bulunmadığı araştırmalara katılanlar, Issık Göl’ün derinliklerinde o dönemin Karadeniz Pontus uygarlığına, hatta Mısır medeniyetine eşdeğer bir yerleşimin varlığı konusunda ısrarlı. Araştırmacılar bu savlarını, Issık Göl’ün hem göçebe toplumların, hem de Hint-Ari kavimlerin göç yolunun üzerinde kalması ile güçlendiriyor.
Çolpan-Ata'daki bir müzede sergilenen bu muhteşem taht, Game of Thrones'daki "Iron Throne"un ahşap versiyonu değil mi??
İslam öncesi efsanelerin birinde, bölgede hüküm süren Kral Ossounes’in eşek kulaklarına sahip olduğu söylenirmiş. Kral kulaklarını gizler ve sırrını öğrenen berberlerini öldürtürmüş. Bir gün kralın elinden kurtulan bir berber, bu sırrı saklayamayacağı düşüncesiyle büyük bir kuyuya bağırmış: “Kralın kulakları eşşek kulakları”. Ancak, kuyunun kapağını kapatmayı unutmuş ve bu büyük sırrın yankılanmasıyla taşan sular Issyk Kul’u oluşturmuş. 

İşte Issık Göl’ün meydana geliş efsanelerinden biri. Sanırım bu efsane size oldukça tanıdık gelecektir. Bizim Angara’lı hemşerimiz Midas’ın da eşek kulakları yok muydu? Demek ki Orta Asya ile Anadolu arasındaki kültürel etkileşimler sandığımızdan çok daha eskilere dayanıyor. İşte size Issui-Issık-Issıcak düzleminden yeni bir bulgu.

Issık Göl, ilerleyen yıllarda İpek Yolu üzerindeki önemli duraklardan biri olmuş. Doğu-batı yönünde, 180 kilometre boyunca göle nazır bir manzara sunan rota, sanırım İpek Yolu’nun en popüler etaplarından biriydi. Avrupa’da 200 milyona yakın can alan büyük veba salgınının başlangıç noktası olarak da, ne yazık ki, Issık Göl civarı kabul edilmektedir. Veba mikrobu, Orta Asya’dan Avrupa’ya giden tacirler ve seyyahlar tarafından taşınmış.

Issık Göl, vebanın vebalini taşımaktan yorulduğu için bir başka hastalığın tedavisinde rol almak istemiş. 20. yüzyılın başlarında, veremli hastaların dinlenmesi için göl kıyısında sanatoryumlar inşa edilmiş. Sanatoryumların ardından, bölgenin doğal güzelliğinden faydalanmak için yazlık ev ve apartlar, oteller, pansiyonlar inşa edilmiş. 
Sovyetler döneminde ülkenin en gözde turizm merkezlerinden biri olan Issık Göl’e Ruslar, Kırgızlar, Kazaklar akın ediyormuş. Sovyetlerin dağılması ve Rus nüfusun bölgeden ufak ufak çekilmesi sonucunda turizm tesisleri bir ara cazibesini yitirse de, Kırgız hükümeti Issık Göl’e ayrı bir değer veriyor ve bölgenin önemli bir turizm merkezi olması için planları var.

Issık Göl’ün hem kuzey hem de güney kıyıları Tanrı Dağları ile çevrelenmiş durumda. Kuzeydeki dağ sırasına “Kungei” (güneşli), güneydeki dağlara ise “teskei” (gölgeli) dağlar diyorlar. Sebebinden emin değilim; ancak yılın genelinde kuzeydeki dağların göle bakan güney cephelerine güneş vuruyor görünürken, güneydeki dağların kuzey cepheleri gölgede kalıyor olabilir.
Gölün kuzey kıyılarının nefis plajları...
Hal böyle iken, gölün kuzey kıyıları güneye göre çok daha gelişmiş ve ana yerleşim merkezleri kuzey kıyılarda toplanmış. Bişkek’ten göle doğru gelirken, gölün en batıdaki köşesinde bulunan “Balıkçı” kasabasından bölgeye giriş yapacaksınız – ki, bir önceki Kırgızistan yazımızı tam da Balıkçı kasabasında bitirmiştik: 
Balıkçı'nın giriş kapısı, Melih Gökçek'in iğrenç kent kapılarına ilham vermiş olabilir mi?
Göl, bir zamanlar balık açısından oldukça zenginmiş ve endemik balık türleri bile yaşıyormuş. Ancak aşırı avlanma sonucunda bazı balıkların neslinin tehlikede olduğu söyleniyor. Bu yüzden Balıkçı kasabasının bir miktar can çekişmekte olduğunu hissedebiliyorsunuz. Göl civarındaki bio çeşitliliğin de oldukça zengin olduğu söyleniyor; ne de olsa, Asya kıtasının tam göbeğinde, çok özgün bir mikro klimanın içindesiniz.

Balıkçı kasabasının ardından, göle paralel uzanan karayolu boyunca küçük yerleşim bölgelerinden geçerek ilerliyorsunuz. Kiril alfabesine rağmen, Türki bir coğrafyada bulunduğunuzu hissettiren küçük sürprizler ara sıra önünüze çıkıyor, örneğin Sarıkamış köyü:
Kırgız Sarıkamış’ı ile, bizim Kars’taki Sarıkamış arasında herhangi bir akrabalık olup olmadığını teyid edemedim; bir bilen varsa yazsın lütfen... Gölün en doğusunda yer alan ve bölgenin en büyük şehri olan yerleşim merkezi de "Balıkçı" ve "Sarıkamış" gibi oldukça Türki bir isim taşıyor: Karakol! Issık Göl'ün bu yakası bir zamanlar Sovyet Donanmasının torpido test alanı olduğu için yabancıların yaklaşması zinhar yasakmış!

Sarıkamış'tan yola devam edip Issık Göl’ün kuzey kıyılarının ortalarına geldiğinizde, bölgenin en canlı şehrine ulaşıyorsunuz: Çolpan Ata. Şehrin girişinde durup ismini inceleyelim; Çolpan, Çobanyıldızı, Venüs veya Zühre. Ata ise, bildiğimiz ata... Çolpan Ata, nispeten yeni bir yerleşim yeri olsa da, bölgeye bu ismi İslam öncesi Türk toplulukların astronomik ve mitolojik inanışları ile paralel verdiği düşünülüyor.

Çolpan Ata’nın merkezinde büyük bir park, parkın az batısında ise Kırgızistan Cumhurbaşkanı’nın yazlık sarayı var. Saray kelimesi sizi korkutmasın, çünkü görkemli ağaçlarla kaplı büyük bahçenin sadece küçük bir kısmı resmi konuta ait; kalan büyük bölümünü ise gönlünüzce gezebiliyorsunuz. Bu bölge vakti zamanında Boris Yeltsin’in de en favori mekanlarındanmış.  
Resmi Konuta giden ağaçlıklı yol...
Hey gidi eskinin sosyalist misafirhaneleri
Bahçe içinde rastlayacağınız köhnemiş konutlar eskiden kamu çalışanları için misafirhane niteliğinde imiş; şimdi ise isteyenin konaklayabileceği, halka açık oteller... Dev ağaçların arasından yolunuzu bulup plaja ulaşabilirseniz hayretler içinde kalıyorsunuz. Yazının en başında da belirttiğim gibi, Orta Asya’nın en ortasında bu kadar mavi ve berrak bir su, bu derece incecik, yumuşacık bir kumsal bulmak sürprizlerin en büyüğü.
Otelimizin muhteşem plajı; böylesini pasifik adalarında zor bulursunuz! 
Biz Çolpan Ata’nın içinde değil, yaklaşık 20 kilometre daha batısında, yeni inşa edilmiş güzel bir tatil köyünde konakladık. Mekanımız, küçük bir otel binasına ek olarak, son derece lüks inşa edilmiş villalardan oluşan bir turizm kompleksi idi.
Rüya gibi bahçemiz
Öğrendiğimize göre, oldukça zengin Rus, Kazak ve Kırgızların tercih ettiği bir turizm tesisi imiş burası. Villalar, günlük, haftalık, aylık kiralanabiliyormuş. Issık Göl, kuş uçuşu mesafe ile Almaata’ya çok yakın; Kungei, yani güneşli Tanrı Dağları aşacak yeni bir otoyol şu anda inşa halinde imiş, ve bu yolun açılmasıyla Almaata ile Çolpan Ata arasındaki yolculuk süresi çok kısalacakmış. 
Alma (yani, bildiğimiz elma) Ata’yı Çolpan (yani, bildiğimiz Venüs) Ata’ya bağlayacak yolun, gelir seviyesi Kırgızlardan çok daha yüksek Kazakları bu bölgeye çekmesi bekleniyor. Böylece, günah ve baştan çıkarma ile özdeşleşmiş iki Ata’nın (yasak elma ve mitolojinin en erotik kadını) bölgede turizmi zıplatması amaçlanıyor. Her ne kadar Ruslar ve Kazaklar sıcak denizlere inme politikası güdüyorsa da, Issıcak Göl’ün çok çekici bir turizm alternatifi olacağına şüphem yok. 
Çolpan Ata, Issık Göl civarındaki en önemli yerleşim yeri olsa da, bizim Akdeniz sahili gibi semirmiş, betonlaşmış, tüketim toplumunun tüm gereklerini sağlamış bir şehir beklemeyin. Kaldığınız otel dışında yemek yiyecek yeri bile zor bulacaksınız. Şöyle esaslı bir alışveriş yapmak hayal olacak. Ama kendinizi “az gelişmişliğin” (hor görme olarak değil, övgü olarak kullanıyorum) huzurlu kollarına bırakıp küçük bir yürüyüş yapın şehirde.
Şehirde yürürken fal bakan Kırgız amcalara rastlayacaksınız
Şehir merkezindeki büyük parkta bir miktar hareket ve atraksiyon görebilirsiniz. Batı yönünde ilerlerseniz, şehrin girişine doğru Gorki Caddesi’nin iki yanında Lenin Sinemasını (tahminen Sovyet döneminde şehrin tek eğlence seçeneği) ve Venüs Heykeli’nin yer aldığı parkı görebilirsiniz. Şehre adını veren Venüs’ün bu Kırgız yorumunu kaçırmamanızı tavsiye ederim.
Al sana Kırgız Venüsü! İlle de yuvarlak gözlü, Akdeniz vücutlu olacak değil ya...
Venüs heykeli sizi kesmediyse ve illa ki yerel kültüre ait bir anıt görmek istiyorum diyorsanız, buyurun Ayçürök anıtına... Sakın ay çöreği ile karıştırmayın; Ayçürök, Afgan Han’ının kızı, Kırgız halkının milli kahramanı Manas’ın gelini ve Manas destanının önde gelen kadın figürlerinden biridir.

Bir önceki yazımda, dünyanın en uzun destanı olan Manas’tan bahsetmiştim; Kabaca özetlersem, destanın ilk bölümü Kırgız halkını “halk” yapan Manas Han’ı; ikinci bölümü, Manas’ın oğlu Semetey’in iktidarını; üçüncü bölümü ise, Semetey’in oğlu Seytek’in maceralarını; yani, üç kuşak boyunca Manas ailesinin destanını anlatıyor.
Issık Göl'e karşı romantik Kırgız halk türkülerini dinleyebilmek de güzel bir ayrıcalıktı...
İşte Ayçörek de, akıllı, zeki ve güzel bir karakter olarak Semetey’in kalbini kazanıyor, ona büyük destek oluyor, hatta Ayçörük’ün nasihatlerini dinlemeyen Semetey’in başı derde giriyor. Semetey ile Ayçörük’ün oğlu olan Seytek, can düşmanları Er-Kıyas tarafından yakalanıp öldürülmek isteniyor. Ayçörük hatun, “kuğu” kılığına girip uçarak babası ve askerlerini çağıracağı tehdidiyle oğlunu kurtarıyor, Seytek de Kırgız boyunu yeniden toparlıyor. İşte, bu efsaneden dolayı Ayçürök kuğularla betimlenir olmuş...
“Ayçürök heykelini nerede görebilirim” diye soracaksınız... Çolpan Ata’da keyifle dolaşabileceğiniz, Ayçürök de dahil değişik heykel ve sanat eserlerini temaşa eyleyebileceğiniz çok güzel bir açık hava müzesi var; Ruh-Ordo Kültür Merkezi.

Ruh-Ordo, kelime olarak “Ruhların Yeri” anlamına geliyor. 2000’lerin başında inşa edilen merkezin fikir ve isim babalarının başında Cengiz Aytmatov geliyor. Böyle şiirsel bir isim de ondan beklenirdi zaten...
Parkta dünya tarihinden çok değişik efsanelere yer verilmiş...
“Ruhların Yeri” isimli bir açık hava müzesinden gerilim filmi seti veya korku tüneli benzeri bir atraksiyon beklemeyin. Burası, Türk ve dünya kültürlerinin kutsandığı, bir ayrımcılık yapmadan dünyanın “ruhuna” katkıda bulunan kişi ve fikirlerin onurlandırıldığı bir merkez.

Ruh Ordo merkezine, Cumhurbaşkanlığı Sarayı kapısından girerseniz, sağınızda sizi ilk karşılayacak kişi gurur dolu bir sürpriz yaşatacaktır: Mustafa Kemal ATATÜRK.
Orta Asya'nın en ortasında Atatürk heykeliyle karşılaşmanın keyfi anlatılmaz! 
Ruh Ordo’yu değişik Türki Cumhuriyetlerden gelen ziyaretçilere bizzat Kırgız Ekonomi Bakanı gezdiriyordu ve girişte bizi Atatürk heykelinin önünde toplayarak “Türk Kültüründen bahsedilen bir yerde Atatürk’ün yer almaması düşünülemez” dediğinde kabaran göğsümü sakinleştirmek için epey çaba göstermem gerekti, bir de gözlerimi silecek bir mendilim olmadığına hayıflandım...

“Ruhların Yeri”, Kırgız halkının hoşgörüsüyle paralel şekilde sadece tek bir "ruh"u onurlandırmıyor; bu ruh açıcı parkta Müslüman, Katolik, Ortodoks, Yahudi ve Budist inançlarını simgeleyen birer tapınak yapılmış. Dikkat çekici nüans ise, tapınakların hepsinin eşit büyüklük ve mimariye sahip olması. %85’i Müslüman olan bir toplumda, hiç bir inanç diğerine üstün kılınmamış.
İki simgesel tapınak, Tanrı Dağları'nın himayesi altında kardeşliğin keyfini sürüyor...
Ruh Ordo Kültür Merkezi, inançlara olan eşit mesafesini insanlık kültürü için önem taşıyan şahsiyetlere karşı da korumuş. Bilim, edebiyat, tıp, astronomi, politika ve daha nice alanda ismini dünyaya kazımış insanların ırkına ve inancına bakılmaksızın parkta yer verilmiş:
Örneğin, Victor Hugo...
Tabii ki parkta önemli bir bölüm de Kırgız tarihi ve kültürüne ayrılmış. Özellikle Kırgızistan dağlarında, bozkırlarında bulunan mezar taşları görmeye değer.
Mezar taşlarının yanında Kırgız efsanelerinde yer alan bilinçsiz köle “mankurt”a da rastlayacaksınız. Mankurt yapılmak istenen kişinin saçları kazınır, başına ıslak deve derisi sarılır ve elleri kolları bağlı olarak güneş altında bekletilir. Deve derisi kurudukça gerilir, gerilen deri başı mengene gibi sıkar, saç telleri kafanın içine doğru büyür ve inanılmaz acılar vererek aklını yitirmesine neden olur. Böyle bir kişi bilinçsiz ve her istenen şeyi sorgusuzca yapan bir köleye dönüşür:
Yüzyıllarca önceye dayanan bu efsanedeki mankurtların günümüzde de, deve derisi yerine modern psikolojik yöntemlerle tetikçi olarak kullanıldıklarını görmekteyiz. “Gün olur asra bedel” romanında mankurtlara yer veren Cengiz Aytmatov, yukarıda da bahsettiğim gibi, Ruh Ordo Parkında özel bir yere sahiptir. Bölgeyi çok seven, hatta Sovyetler henüz dağılmamışken düzenlenmesine öncülük ettiği Issık Göl kültür/sanat forumları ile dünya çapında entelektüelleri bir araya getiren Aytmatov ile parkta oturup sohbet edebilirsiniz:
Üstaddan feyz almaya çalışırken...
Aytmatov’un edebi yeteneği üzerine ahkam kesecek değilim; Kırgız edebiyatının efsane ismi Aytmatov, Sovyetler Birliği döneminde, Kırgız ve Sovyet kimlikleri ile ünlenmiş ve edebiyat çevrelerinde kabul görmüş çok büyük bir yazar. “Cemile” romanının, dünya üzerinde anlatılan en güzel aşk hikayelerinden biri olduğu kabul ediliyor. Eh, bir Aytmatov eseri olan “Selvi Boylum Al Yazmalım” filminin Türk sinemasındaki yerini düşünürsek dehasına biraz daha vakıf oluruz.

Son derece sade, basit ancak etkileyici, yüreğinizden yakalayan bir tarzda yazan Aytmatov’un eserlerinde aşk ve romantizm ile birlikte, tarih, mitoloji, halkların yaşamı da yer alıyor. Romanlarında çevre duyarlılığından, dünyamıza karşı sorumluluktan, sistem eleştirilerine; mitoloji ve folklordan savaş karşıtlığına kadar bir çok temaya rastlayabilir, hepsinin aynı ustalıkla kaleme alındığını görebilirsiniz.

Benim okuduğum romanlarından “Elveda Gülsarı”da, bir at ve bakıcısının ağzından hikayelerini ve Kırgız yaylalarını, doğasını, folklorunu anlatırken, Sovyet Sistemi’nin de müthiş bir tarifini ve eleştirisini yapıyor. “Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek” kitabının ilk hikayesi olan “Yıldırım Sesli Manasçı”da ise, Issık Göl kıyısında yaşayan bir Kırgız Boyunun yaşanan iç savaşlarda yaşadığı dramlar anlatılıyor – ki, bu yazımda kullandığım alıntılar bu öyküye ait. Kitaba ismini veren “Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek” hikayesi ise, babasıyla birlikte fok avına çıkan ve denizde kaybolan bir çocuğun hikayesini anlatıyor ki... Öyküyü okurken, denizin ortasında bir kayıkta mahsur kaldığınızı hissediyorsunuz, susuzluktan boğazınız kururken baba ve oğul arasında yaşananlar gözyaşı bezlerinizi harekete geçiriyor.
Ruh Ordo'da büyük bir konferans salonu Aytmatov'a adanmış...
Aytmatov müthiş edebi yeteneği yanında, Kırgız halkının uluslararası temsilcisiydi de... Hem Sovyet döneminde komünist rejim tarafından büyük saygı duyulan bir isim oldu, SSCB’nin çeşitli uluslararası kuruluşlarda Büyükelçiliğini yaptı, hem de Kırgızistan’ın bağımsızlığından sonra yeni ülkesinin çeşitli başkentlerde temsilcisi oldu. Tüm dünya yazarları arasında büyük bir saygı gördü ama...

...Ama, ilginçtir ki, Nobel Edebiyat Ödül Komitesi bu büyük yazarı görmezden geldi. Aytmatov, Nobel’e bir kez aday gösterilmesine rağmen ödülü kazanamamıştı. Rivayet odur ki, bu konu hakkında görüşleri sorulduğunda “Nobel, yazara değil; hak edene verilir. Nobel de, dağıttıklarını şu an koynunda oturduğumuz Hazar’dan, yani benden aldı. Benden aldığını bana mı verecek? Çağdaş dünya bu kadar insaflı değildir” diyerek taşı gediğine oturtmuş, Nobel Kardeşler’in (Alfred dışındakiler) servetlerinin önemli bir bölümünü Hazar petrollerinden sağladığını dünyaya hatırlatmıştır...

Ruh Ordo’dan ayrılmadan önce Kırgız yaşam tarzına son bir bakış atalım ve bu coğrafyalarda çok değerli olan şahinlerle tanışalım. Kırgız bir amca, evcil şahini ile hasbıhal etmemize ve fotoğraf çektirmemize izin veriyor. Görkemli kanatlarını açıp poz vermesi için sahibi tarafından dürtüklenen şahin fazla kıpraşmaya başlayınca tırsıp olay yerinden kaçıyoruz.
Bana mı baktın ulan?
Eğer şansınız varsa, Ruh Ordo'daki gösteri merkezinde Kırgız müzik ve danslarından seçmeler izleyebilirsiniz. Bizim şansımız vardı, ve iki Kırgız sanatçının yaptığı nefis müzikleri ve söyledikleri duygusal şarkıları dinleyebildik. Geleneksel Kırgız müziği çok sade ve doğa ile iç içe yaşayan insanlar tarafından icra edildiğini hissettiriyor...  
Artık karnımız acıktı ve dört başı mamur bir Kırgız yemeğini hak ettik. Neyse ki ev sahiplerimiz bizim onurumuza bir yemek verecek ve yöre mutfağının değişik lezzetlerini deneyeceğiz; at, koyun, inek, Allah ne verdiyse... Yemek için öyle bir sofra hazırlanmış ki, bir tek kuş sütü eksik. Kuş sütü olmasa da, at sütü masamızda yerini alıyor. Kımız, yani fermente edilmiş ekşi ve alkollü at sütü. Kefir’e benziyor, zaten benzer şekilde elde ediliyormuş; yani belli bir mikroorganizma grubunun faaliyeti sonucu.

Kımız, ekşi ve keskin bir tada sahip; ilk denemede hoşunuza gidiyor, ancak büyük miktarlarda içilecek bir içki (en azından ilk deneyenler için) değil. Ben yine de eksantrik yiyecek/içecekleri sevdiğimden iki üç kadeh kımızı yuvarladım. Yanımda oturan Kazak arkadaş, alışık olmayan bünyede yoğun bağırsak faaliyetine yol açabileceğini söyleyince, kımızı dengelemek için Kırgız şarap ve votkalarına yumulduk.

Zaten sofrada sürekli ona buna kadeh kalkıyor ve kadehlerin dibi görülüyor. Bol votka ile hem kımızı seyreltiyor, hem de birazdan yiyeceğimiz etlerin (adam başı birkaç kilo etten bahsediyorum) kolesterolü eritiliyor. Votka kolesterole iyi gelir mi, bilimsel dayanağını bilmiyorum, ama plasebo etkisine güvenerek kadeh kaldırıyoruz. 
At eti, bizde kaçak ve ucuz sucuklarla özdeşleşse de, Kırgızistan'da çok prestijli bir yiyecek!
İtiraf ediyorum, kımız içerken yanında at eti de yedik. İnsan bir garip oluyor tabii; sonuçta biftek yerken süt içmiyorsun, veya tavuk yerken yanında yumurta kırmıyorsun. At eti tabii ki çiğ ve de çok yağlı. Cılkı denilen at yemeğinden bir parça alıyorum; cılkı, Kırgızistan’da çok değerli, saygın bir yiyecek. Yemezsek olmaz tabii. Neyse ki Japonya’dan çiğ at etine, yani basashi’ye alışığım ve yabancılık çekmiyorum. Ama laf aramızda, Japon tarzı çiğ at’ı daha çok sevdim!

Tabaklarca meze, at, dil, ve sairenin ardından bir et tabağı geliyor. Ama ne tabak... Gergedan uyluğu boyutlarında bir kemik, ve kemik ile organik ilişkisi olan bir et yığını zaten doymakta olan bünyemize sunuluyor. Ama öyle güzel pişirilmiş ve lezzetli bir et ki, kapasiteyi zorlayıp tabağı sıyırıyoruz.
Kımız eşliğinde bol kepçe şiş...
Yanımdaki Kazak arkadaşa “Ana yemek de çok güzeldi” diyorum. Arkadaş beni uyarıyor; az önce yediğimiz tabak (ya da tepsi) ana yemek değil, ara sıcakmış. Daha başımıza neler gelecek...

Başımıza koyun başı gelecek! Koyun başı, önemli konuklar için hazırlanan törensel bir yemekmiş. Yekpare pişirilen koyun başı, sofranın saygın kişisine sunulur, paylaştırması istenirmiş. Sofradaki Orta Asyalı olmayan tek kişi olduğumdan (aslında saygın da değilim ama) muhabbet olsun diye koyun başını önüme koyuyorlar. Rica minnet koyun başı paylaştırmayı başka bir elemana havale edip mümkünse yememeyi tercih ediyorum, ancak koyun başı şerefine peş peşe kalkan votka kadehlerine iştirak ediyorum.
Sonunda ana yemeğin geleceği müjdeleniyor. Yemekten anamız ağladı, halen yemeğin anası konuşuluyor. Ve sofraya beş parmak (İngilizcesi besh barmak) geliyor. Kırgızların bu en meşhur yemeği, kesme denilen çok ince kesilmiş hamurun üzerine küçücük doğranmış et ve soğandan oluşan sosun ilave edilmesiyle yapılıyor. Ve tabii ki elle taarruz edilip parmakların beşi de kullanılarak yeniyor. 
Bir gecede bir yıllık kolesterol ihtiyacımı karşıladıktan sonra otele dönüp yatıyorum. Tabii istiap haddini çok aşmış mideyle uyku tutmuyor. Kumsala inip bir şezlonga uzanıyorum; yumuşacık kumların üzerinde, taptaze dağ havası, destansı gölün dinginliği ve gökyüzünü süsleyen milyonlarca yıldız. Çolpan-Ata’nın uzayındaki yıldız sayısı nasıl oluyor da Ankara’nın uzayından daha fazla olabiliyor? Oluyor işte...

Gölün kenarına inip elimi suya daldırıyorum. Odamdaki mini barda duran şişe suyu ile aynı sıcaklıkta (yani soğuklukta). Ama yıldızların verdiği gazla kararımı veriyorum; ertesi sabah erkenden kalkacağım, havaalanına gitmek için yola çıkmadan göle girecek ve akşam yemeğinin kalorilerini yakacağım!

Gece derin bir uyku uyuyorum, ancak sabaha karşı otele yakın bir yerde at kişnemeleri duyuyorum. Yakında yılkı atları var sanırım, bu coğrafya için kedi miyavlaması duymaktan çok daha doğal bir durum olmalı; ama yine de aklıma gece yediğim atlar geliyor. Bari kalkıp göl kenarına inelim ve gelmişken yüzmeyi deneyelim! Aylardan Haziran, karşımızdaki dağlar henüz karlarla kaplı, 1600 metrede bir gölün kenarındayız. Acaba göle girmek akıl kârı bir iş midir? Ama buraya kadar gelmişiz, denemezsek bunun vebalini ödeyemem.
Sabah dinginliğinde Issık Göl
Ufak ufak suya girmeye başlıyorum, gölün dibi pamuk yumuşaklığında kumla kaplı, su çok berrak ve pırıl pırıl, gölün yüzeyi kıpırtısız. Yani, yüzmek için her koşul tamam, biri dışında; su hayvan gibi soğuk ve mabadım donmuş durumda! E, hani Issık Kul "Sıcak Göl" idi? Demek göreceli bir sıcaklıktan bahsediyorlar, yani Kuzey Buz Denizi'nden hallice... 

Yine de yiğitlikten ödün vermiyorum, bir Manas torunu gibi suya dalıyorum, ısınmak için var gücümle kulaçlara asılıyorum. 1-2 dakika içinde soğuktan uç noktalarımı hissedemez hale geliyorum ve yüzümdeki muzaffer edayı korumaya çalışarak havluma koşuyorum.
Suyun çok ilginç bir bileşimi var. Ufaktan tadına bakıyorum; belli ki mineraller açısından zengin, ve hafif bir soda içiyormuşcasına lezzet alıyorsunuz. Tabii aynı zamanda tuzlu bir gölde olduğumuz gerçeği var; ancak göl suyunun tuzluluk derecesi çok düşük (0,6% seviyelerinde, yani kabaca deniz suyunun beşte biri kadar). Cengiz Üstad, Issık Göl’ü “Tanrı’nın yeryüzündeki gözü” olarak nitelemişti ya, göl suyunun tadı da aynı gözyaşını andırıyor; Aytmatov romanlarının göz pınarlarınızda biriktireceği yaşların tadını:

“Şimdi, manevi duygular içinde göle doğru yürüyor, onun titreşen mavi yüzeyine bakıyordu. Sisli ve karlı tepeler görünüyordu karşı kıyının yükseklerinde, üzerlerinde de taç gibi duran hafif bulutlar. Kalplerde duyulduğu gibi gözle bakınca da görülen bu geniş alanlar dünyası, içinde yaşadıkları ve bağımlı oldukları bu alem çok güçlü bir varlıktı, var olan her şeyin kaynağı, kökeniydi. Bir çeşit Tengri ya da onun yeryüzündeki biçimiydi”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"