Sinema ve Futbol

İçinden Futbol Topu Geçen Filmler

Belki duymuşsunuzdur, 1994 yılında İngiltere'de yayımlandığında büyük sükse yapan “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir” kitabının başlığı zamanla futbolseverlerin sloganlarından biri oldu. Futbolu sadece seyirlik bir spor olarak görmeyen testosteron cumhuriyetinin de katkılarıyla futbol, futbolun çok ötesine geçti. Futbolu ister büyük bir endüstri olarak görün, ister eğlence… Ya da, insanoğlunun içindeki vahşet, hırs, yarış ve iddia dürtülerinin modern hayattaki yansıması, Roma Cumhuriyetinin arena ve gladyatörlerinin günümüzdeki karşılığı olarak…

Her halükarda varacağımız sonuç, futbolun sadece futbol olmadığı, yaşamın kendisi veya yansıması şeklinde görüleceği. Günümüzde futbolun dünyanın her köşesinde kitlelerden gördüğü ilgiyi, dönüştüğü endüstrinin parasal büyüklüğünü, modern hayatın çarklarında boğulan bir çok insan için yegane kaçış alternatifi olduğunu düşündüğümüzde, sevelim veya sevmeyelim, futbolun büyük bir “şey” olduğunu anlarız.
Japonya'da ara sıra gittiğim Urawa Reds maçlarındaki coşku, bu ülkede bile futbolun sadece futbol olmadığını göstermişti
Peki o zaman, hayatın bir diğer yansıması olan sinemanın futbolla ilişkisi nasıl olmuş dersiniz? Futbol gibi büyük bir endüstri olan, hatta tabiri caizse futbolla büyük rekabet sürdüren sinema sanatı futbolu görmezden gelmiş diyebilir miyiz? Futbolun gündelik hayatımızın ne kadar derinine nüfuz ettiğini, günlük hayatımızdan aldığı payın büyüklüğünü düşünürsek, sinemanın futbol temasına daha fazla eğilmiş olması gerekmez miydi dersiniz? 

“Gerekmezdi” cevabını verenlerin en başta gelen argümanı, sanırım sinemanın ağırlıklı olarak Hollywood diyarından yönetilmesi ve Amerikalı kardeşlerimizin “soccer” adıyla tanıdığı futbola pek ilgi duymuyor oluşlarıdır. Ancak futbolun (sakır olan) giderek ABD’de de popüler olması, ve Hollywood yapımcılarının kendilerine para kazandırabilecek herhangi bir temaya bodoslama dalabilme eğilimleri bu varsayımı biraz çürütüyor. 

Hollywood’un futbola pek pas vermemesini biraz da kıskançlık ve “takım içi çekişme”ye bağlayayım ve türünün (benim seyrettiğim) nadir örneklerinden biriyle konuya giriş yapayım: “Zafere Kaçış”. Aslına bakarsanız, John Huston üstadımızın 1991’de yaptığı bu filmde başrol oyuncusu 2. Dünya Savaşı idi, ve futbol “yardımcı erkek oyuncu” olarak boy gösteriyordu. 
Filmde, Nazilere esir düşmüş 72 milletten futbolcu savaş esirinin, Alman Milli Takımı karşısında hüsrana uğramaları beklenen bir propaganda maçına hazırlanmaları konu ediliyor. Türk televizyonlarında da pek çok kere gösterilen filmde, Silevester Stallone’dan Michale Caine’e; Pele’den Bobby Moore’a kadar pek çok ünlü artiz ve futbolcu oynuyor. Filmin sonlarında heyecan zirveye vurmuşken dramatik bir futbol maçı sahnesi izliyoruz, ama asıl konu olan esirlerin kaçışına odaklandığımız için futbol ikinci planda kalıyor.

Hollywood’un en bilindik soccer güzellemesine çalım attıktan sonra, futbolu sinemada çok daha derin işleyebilecek ülkelere derinlemesine bir pas uzatalım, ve futbolun anavatanı İngiltere’de, İngiliz sinemasının nadide örneklerine göz atalım. Santra vuruşumuzu, benzer şekilde ABD’den İngiltere’ye gelip futbolun (yani sakkır’ın) ne olduğunu, hatta ne olmadığını anlamaya çalışan bir gencin gözünden izleyerek yapalım. 
İlk filmimizin hikayesi, İngiltere ve futbol denildiğinde otomatikman akla gelen bir diğer kavram olan holiganizm çevresinde gelişiyor. Harvard’da okuyan Matt (Elijah Wood ki, kendisini Frodo isimli bir hobbit olarak tanırdık) haksız bir şekilde okuldan kovulur ve evlenip Londra’ya yerleşen ablasının yanına gider. Eniştesinin erkek kardeşi Pete, iflah olmaz bir Cockney bıçkını (Londra Kasımpaşalısı) ve semtinin takımı West Ham United’in holigan taraftarlarının liderlerindendir. 

Abisi, Pete’e Matt ile ilgilenme görevini verir, ancak bu durum Pete’in hiç işine gelmez. Pete, West Ham taraftarlarının “Çarşı”sı diyebileceğimiz Green Street Elite arasında büyük karizma sahibidir ve hobbit bozuntusu bir yankee’ye dadılık yapmak istememektedir. Ama emir büyük yerden, camiada farklı bir ağırlığı olan abisinden gelmektedir ve Matt yabancısı olduğu futbol dünyasına damardan girer. Birmingham ve Manchester United maçları ile önce tribünler, ardından ölümüne sokak kavgaları ile tanışan Matt, suratına nakşedilecek bir “Chelsea gülümsemesi”nden ucuz kurtulur. (Chelsea gülümsemesinin ne olduğunu anlamak için Batman’deki Joker’in suratına bakabilir, bu gülümsemenin bir bıçak vasıtasıyla ağzınızın kenarlarına kazınacağını hayal edebilirsiniz)
Filmi en iyi anlatan karelerden biri...
Biz de böylece, yavaş yavaş İngiltere’deki holiganlığı, olayın ne boyutlara ulaştığını, arkasında sağlam bir organizasyon, para ve akla hayale gelmez bir kin, nefret ve vahşet olduğunu öğreniriz. Filmde gerçek hayattan takımlar ve taraftar grupları konu edildiği için senaryonun inandırıcılık sıkıntısı yok. Başrolde oynayan takımlar West Ham United ile Milford, İngiltere tarihindeki en vahşi ve kanlı rekabeti yaşayan kulüplermiş. 

West Ham, Londra’nın doğusunda, Thames tersanelerinden doğmuş haşin bir kulüp. Bir zamanlar Tudors dizisinden tanıdığımız fettan Boleyn kızının da bölgede ikamet etmesinden dolayı, stadyumları “Boleyn Ground” olarak biliniyor. İngiltere’nin şöhretli takımlarından olsa da, liglerde kayda değer bir başarıları yok. Ancak, 1966 Dünya Kupası finallerinde, Zafere Kaçış filminden tanıdığımız Bobby Moore ve Geoff Hurst’ün muhteşem oyunları sayesinde (ikisi de West Ham oyuncusu) İngilizlere tarihlerindeki tek dünya kupasını kazandırmışlar… 
West Ham'in çılgın taraftarları 1933'te bile iş başında!
İşte bu West Ham’in ezeli rakibi ise, ismi pek duyulmamış bir futbol kulübü olan Milford. West Ham gibi, Londra’nın doğusunda, yine tersane çalışanları ve işçilerin desteklediği bir kulüp olan Milford’un da kötü şöhretli bir holigan grubu var. İki takımın olaysız maçı pek görülmemiş, ve çok şükür ki genelde farklı liglerde mücadele ettikleri için resmi maçlarda karşı karşıya gelmeleri oldukça sınırlı kalmış. Yine de İngiltere’de holiganlık denildiğinde akla ilk olarak bu iki güzide kulübümüz gelmekte… 

Filmin yönetmeni, ilginçtir, Lexi Alexander isimli, 1974 Almanya doğumlu bir hanım kızımız. Kendileri sinema dünyasına girmeden önce dünya karate şampiyonluğu gibi oldukça ilginç ünvanlar edinmiş. Bu becerisi ile sıkı bir holigan olabilecek Lexi, ani bir ilhamla sinema dünyasına geçmiş, çektiği bir kısa filmle oskar adaylığı aldıktan sonra, eski bir holigan ile birlikte bu güzel filmi kotarmış. 
Filmin holiganizm üzerine dengeli bir yaklaşımı var; tabii ki şiddet ve vahşet lanetleniyor, ancak köklü bir geçmişi olan, “şirket” olarak bilinen taraftar gruplarının ruh halini de anlamamızı sağlıyor. İngiliz şirketlerini gördükten sonra, çarşı gibi taraftar gruplarının kıymetini de bir kez daha anlıyoruz. Ve görüyoruz ki, konu sadece futbol değil!

Taraftar gruplarından, kulüplere, futbolculara, teknik direktörlere geçelim ve çok kritik bir tartışmayı gündeme taşıyalım; seyirlik, güzel futbol; skora ve amaca yönelik futbola karşı! Yapımcıları arasında BBC’nin de bulunduğu bu nefis filmin konusu, İngiltere’nin yetiştirdiği en başarılı futbol menajerlerinden Brian Clough’un 1974 yılında sadece 44 gün süren Leeds United menajerliği merkezinde gelişiyor.
Clough’un korkunç bir hezimetle sonuçlanan Leeds hikayesinin detaylarını yavaş yavaş geçmişe giderek öğreniyoruz. Meğerse olayın 6 yıllık bir hatırı varmış; o yıllarda İngiliz liglerini kasıp kavuran Leeds, bir kupa maçı için ikinci ligin zavallı takımlarından Derby County’nin sahasına konuk olur. Derby’nin o günkü koçu Clough için bu çok büyük bir olaydır; Leeds’in futbol tanrısı koçu Don Revie ve yıldız futbolcuları Derby’nin mütevazi stadyumunu onurlandıracak, dostça bir maç oynanacaktır. Ancak, işler planlandığı gibi gitmez; kibirli Revie, Clough ve Derby takımını görmezden gelir, meslektaşına bir selamı bile esirger ve sahaya çıktıklarında Derby’li oyuncuları döve döve, çok sert, acımasız ve sevimsiz bir futbolla ezerler.

Clough ve yardımcılığını yapan dünyalar tatlısı Peter Taylor şok içindedir. Çünkü onlar için futbol, öncelikle futboldur. Yani bir oyundur, spordur, zevk alınası, kardeşçe bir paylaşımdır. Ama Leeds ve Revie için futbol, Makyavelist bir mücadeledir; kazanmak için her şey mübahtır, hakeme yakalanmadıkça her türlü puştluk oyunun içindedir. İngiltere’de zirveye oynayan bir takım ile iddiasız bir ikinci lig kulübünün futbola bakışındaki fark budur. 

Ardından Clough hırs yapar, Peter’in da büyük yardımıyla sıkı bir takım kurar ve Derby’yi önce ikinci lig, sonra da Leeds’i bile geçerek birinci lig şampiyonu yapar; hem de çok önem verdiği güzel futbol anlayışından ödün vermeden. Derby, Avrupa Kupalarına katılıp yarı finale kadar yükselir ve Juventus ile eşleşir. Ancak, Juve maçı öncesi Derby ile Leeds’in lig maçı oynanacaktır ve bu maçı Clough şahsi bir intikam maçı olarak algılar. En iyi onbirini sahaya sürer, ancak Revie ve Leeds’li oyuncular Derby’yi yine pataklar, ahlaksız bir futbolla yıldızlarını sakatlar, ve Derby County Juve karşısında kaybeder…

Ve bizler de futbola dair tartışmaların içine yuvarlanırız. Revie, başarı için her şeyi yapan, çok çalışkan, takımına tutkun, oyuncuları tarafından çok sevilen bir baba figürüdür. Fatih Terim misali bir ağırlığı vardır, hikmetinden sual olunmaz, futbolu çirkefleştirse bile kazandığı başarılar hatırına saygı duyulur, kazanmak için göze aldığı çirkinlikler hoş görülür. Clough ise kendini beğenmiş, rüşdünü ispat etmeyi her şeyin önüne koymuş bir karakterdir; hatta güzel ve temiz futbol oynatma çabası bile narsizmi ile ilişkilidir. Futboldan çok da iyi anlamamaktadır; asıl büyük başarısı, oyuncu keşifleri sessiz ve mütevazi yardımcısı Peter’a aittir; ancak Clough, Peter’i bile ezip geçer, onun sadakati ve dostluğunu hor görür. 
Ağzı feci laf yapan Brian Clough'da öyle bir kibir var ki, "Roma eğer bir günde yapılmadıysa, ben işin içinde olmadığım içindir diyebilir! 
Futbolla dopdolu bu filmde hayata dair tüm olguları görürüz böylece; başarı, etik, sadakat, dostluk, rekabet, ahlak, hırs ve 72 kısım tekmili birden. Aynı zamanda futbolun nasıl bir endüstri haline geldiğini, kulüp yönetimi, menajerler, futbolcular arasındaki ilişkiyi de izleriz. Futbolun sadece futbol olmaması, işin içindeki insan faktörü ile bir kez daha gözler önüne serilir. 

Çok basite indirgersek, filmde Clough “iyi adam”, Revie ise “kötü adam” rolündedir. Ama hayatın siyah ve beyaz ayrımı yapılamayacak denli karmaşık olduğu İngiliz zekasıyla irdelenir; iyi adamımızın seyirciyi çileden çıkaran davranışları, kötü adamın hayata daha düz bakışı hiçbir olguyu basite indirgeyemeyeceğimizi hatırlatır. İnsanın odağında olduğu sistemleri yönetmenin zorluğu, hatta imkansızlığının altı çizilir. Revie ile Clough’un birlikte katıldığı bir TV tartışma programı filmin en ibretlik sahnelerindendir.

Nitekim Clough, Revie’nin ardından Leeds takımının menajerliğine getirildiğinde korkunç bir kibire kapılır, Leeds takımını baştan aşağıya değiştirebileceğini, onları güzel ve temiz futbol oynayan bir takıma dönüştürebileceğini, kendi sistemini dayatabileceğini düşünür; Leeds menajerliğini, Revie ile olan şahsi rekabetinin zafer noktası olarak görür ve korkunç bir ofsayta düşer. Takım bir bütün halinde Clough’u sabote eder, kasten berbat oynar, sert ve sevimsiz futbollarını abartır ve Leeds menajeri olma uğrunda en yakın arkadaşı Peter’i bile satan Clough 44 gün içinde takımdan kovulur. 

Ama bu hatasından iyi bir ders alır! Dostluk ve sadakatin önemi kafasına dank eder, ve Peter ile sıfırdan başlamayı göze alır. Maceranın bundan sonrasını filmde göremesek de, Clough’un Peter ile birlikte adı sanı duyulmamış bir takımı, Nottingham Forest’i, 2. Ligden alarak üst üste İngiltere ve Avrupa Şampiyonu yaptığını öğreniriz. “Nothing”den şampiyonluğa uzanan o keyifli yolculuğu Clough ikinci kez başarmıştır. Futbol otoriteleri Clough’u “İngiliz Milli Takımının sahip olamadığı en büyük çalıştırıcı” olarak nitelemiştir. 
İşte 1970'lerin efsane Leeds kadrosu
Filmde çok etkileyici bir oyunculuk izleyebilirsiniz. İngiltere’nin 1960 ve 70’lerdeki havası, futbol kulüpleri ve stadyumların mahalle hamamından hallice imkan(sızlık)ları, nostaljik forma ve ekipmanlar filme güzel bir atmosfer kazandırmış. Clough rolünde Michael Sheen ve Leeds takımının kaptanı rolünde, en sevdiğim İngiliz aktörlerden olan Stephen Graham döktürüyor! Film boyunca dinlediğiniz Kuzey İngiltere aksanı (fak yerine sürekli fok, fok, foking diye konuşan elemanlar) filme renk katıyor! Futbolu seven/sevmeyen tüm dostlara tavsiye olunur.

İngiliz sinemasına dalmışken üstad Ken Loach’u es geçmememiz lazım. Sinemanın bu realist, sosyalist ve anarşist figürü, politik kimliği, keskin görüşleri ile camiada oldukça iyi tanınmaktadır. Çeçen sorunundan Filistin-İngiliz uyuşmazlığına; İngiltere’nin ekonomik politikalarından film festivallerindeki emekçi karşıtı uygulamalara kadar her konuda fikrini çekinmeden ortaya koyan yönetmenimiz, Thatcher’in ölümünden sonra “hanfendinin cenaze törenini özelleştirelim ve en düşük teklifi veren organizasyon şirketine ihale edelim” diyerek kapak yapmış ve gazetelere kapak olmuştur.

“Looking for Eric” filmi ile Loach, ezik ve her anlamda kaybetmiş bir postacı olan Eric Bishop’un hayatını futbol felsefesi ile düzene koyma çabasını anlatır. Eric, büyük hayranlık duyduğu futbolcu Eric Cantona’nın “yaşam koçluğu” sayesinde raydan çıkmış yaşamını tekrar yoluna koymaya ve hayatla kopan bağlarını düğümlemeye çalışır. Bishop’un bu yolda ne kadar başarılı olduğu tartışılır; filmin de! 
Filmde Eric Cantona, Eric Bishop'u kısa zamanda forma sokarak hayata tutunduruyor! 
“Looking for Eric”, Loach’un en başarılı filmlerinden olmasa ve büyük ses getirmese de, futbolseverler başta olmak üzere hayatının baş aşağı gittiğini düşünen sinema severler tarafından takdir edilmiştir. Başroldeki Bishop, karısını (veya karılarını) terk etmiş/edilmiş, iki tane serseri üvey oğluyla ortada kalmış, Manchester United fanatiği bir postacıdır. Odasında devasa bir Eric Cantona posteri ile dertleşirken, oğlundan arakladığı bir parça “ot”un kafasını güzelleştirmesi sayesinde Cantona adamımız ile iletişime geçer!

Cantona, kahramanımıza yardımcı olmak için futbolu kullanır ve Bishop’un gerçek hayatta karşılaştığı sorunlara futboldan çözümler önererek yardımcı olur. Futbol dünyasından metaforların gerçek hayattaki problemlerimizin çözümüne nasıl ışık tutabileceğini görmek futboldan hoşlanmayan seyirciler için de ilginç olacaktır. 

Futbolseverlerin bildiği gibi Cantona, ders vermekten çok ders almayı hak eden, çok karizmatik, bir o kadar da agresif bir futbolcu idi. Marsilyalı bir Fransız olan Cantona, az önce kulaklarını bolca çınlattığımız Leeds ile İngiltere macerasına başlamış, ardından Manchester United’a geçerek bu kulübün büyük yükselişinin temel taşı olmuştur. United taraftarları için Cantona, halen takımın gelmiş geçmiş en büyük kahramanıdır. 

Rakip taraftarlara sille tokat giriştiği maçlar hafızalardan silinmese de, hatalarından ders alan, öğrenen ve kendini geliştiren bir karakteri olduğu da bilinmektedir. Sanırım bu yüzden Loach üstadımızın filminde hayatının içine etmiş postacımızın hayat koçluğunu üstlenerek futbol felsefesi ile yolunu aydınlatmak için Cantona uygun görülmüştür. Feylesof Cantona’nın, taraftar dövdükten sonra aldığı cezanın ardından yumurtladığı “Martıların balıkçı teknesini takip etmelerinin sebebi, tutulan balıkların denize atılacağını sanmalarıdır” vecizesi yıllardır futbolseverlerin zihnini meşgul etmektedir. Bu özdeyişin anlamını çözen hayatı da çözer? 
Cantona'nın efsanevi "uçan tekme"si asla hafızalardan silinmez!
Loach, film boyunca zaman zaman dar alanda kısa paslaşmalar ile tempoyu düşürüyor ve finale doğru topu taca atarak beraberliğe yatıyor. İflah olmaz bir sosyalist olan Loach, zaman zaman futbolun fakirlerin izlencesi olmaktan çıkıp zengin eğlencesine dönüştüğüne dair iğnelemelerde bulunuyor; ancak filmin “loser” karakteri içinde bu dokundurmalar pek fark edilmiyor. Bishop’un ağır Manchester aksanı, Cantona’nın sakin, abartısız oyunculuğu ve filmin sonunda Guy Fawkes rolüne soyunması akılda kalan noktalardan…

Oldukça maço-santrik bir havada ilerleyen yazımıza futbol dünyasına kadınsı bir dokunuş ve zarif bir yorumla son verelim ve futbolu pek sallamayan holivut camiasının aksine, her konuya burnunu sokan bollywood aleminin futbolla imtihanını inceleyelim. Yeşil sahalardaki driplinglere hint ekolünün çalgılı çengili eğlencesinin eşlik ettiği “Bend It Like Beckham”, kadın futbol takımları üzerinden bir azmin zaferi hikayesi…
Efendim,  Ganj nehri kıyılarında bir futbol filmi çekilemeyeceğinden, mekanımız yine Majestelerinin ülkesi ve Londra’nın Hint gettoları. Bir önceki filmimizde postacı Bishop’un evinin duvarlarında Cantona posterleri asılıyken, bu film de Manchester United’ın diğer efsane oyuncusu David Beckham’ın posterleri ile kaplı bir odada başlıyor. Odanın sahibi Jasminder isimli, Hintli bir genç kızımız ve en büyük hayali futbolcu olmak.

Cantona’nın Bishop’a yol gösterdiği gibi, Beckham da Jasminder’in rol modelliğini yapıyor ve kızımız aynı Beckham gibi oynak ve yumuşak bilekli, rakibinin belini kıran, çalımı basıp takımını ateşleyen, falsolu vuruşlarla kalecileri avlayan bir futbolcu olmak istiyor. Neye rağmen? Bir an önce evlenip sıcak bir yuva kurmasını isteyen anne babasına rağmen…
Jasminder, futbolcu olabilmek için hayatının karşısında baraj kuran ailesi, akrabaları ve komşularının üzerinden falsolu bir vuruşla kaleyi bulmak zorunda!
Jasminder yeteneği sayesinde bir kadın futbol takımı tarafından keşfediliyor. Çalıştırıcısı yabancımız değil; West Ham’ın Boleyn stadyumuna adını veren fettan Boleyn kızının yavuklusu, İngiliz Kralı 8. Henry’yi Tudors dizisinde canlandıran Jonathan Rhys Meyers! Hayatın sillesi ile kendini bir kızlar takımının başında bulan Jonathan, Jasminder’i futbol dünyasına kazandırabilmek için elinden geleni yapıyor, ama karşısında sağlam bir defans, yani Pencap Sih’i bir anne baba var! Jasminder’in en yakın arkadaşı rolünde, Karayip Korsanı Keira Knightley ablamızın yırtıcı bir forvet olarak ceza sahasındaki mücadelesini seyretmek de ayrı bir keyif… Sizi temin ederim, hava toplarına hakimiyette Hakan Şükür’den eksiği yok! 

Aslında tipik bir “yüreğinin götürdüğü yere git” modeli olan film, futbolla kurduğu bağlar ile fark yaratmış. Filmin adında olan “bend it…” ile kast edilen topa falso verme, hayatta önümüze çıkan zorlukları aşmak için ihtiyaç duyduğumuz falsolar ile (yalan da dahil) özdeşleştirilebilir. Diğer üç filmden farklı olarak pembe renkleri, cicili bicili elbiseleri, kapı gıcırtısına göbek atılan Hint düğünlerini ve karısına ofsaytı anlatmaya çalışan erkekleri de bol bol izleyebileceğiniz “Bend it Like Beckham”, futbollu filmlerimize dişi bir soluk getiriyor.

Efendim, lafı fazla uzattık, ABD’den Avrupa’ya, hatta oradan Asya’ya bile geçtik. Shaolin Soccer gibi süper natürel filmlere sardırmadan bitiş düdüğünü çalalım ve futbolun sadece futbol olmadığını bize hatırlatan filmlerimizi yorumlamayı bir de Erman Toroğlu hocamızdan rica edelim… Oynatalım Uğurcuğum! 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"