Kaman Kalehöyük'te Japon Yapmış

Kaman-Kalehöyük Arkeoloji Enstitüsü, Müzesi ve Japon Bahçesi

Efendim, kaç zamandır gitmek isterdim de kısmet bu baharaymış! Japon hemşerilerimin yönettiği Kalehöyük kazıları sonucunda çıkan bulguların sergilendiği müzeyi gezmek, kazı başkanı Dr. Omura ile tanışmak, hatta bu geziyi müzenin yanındaki Japon Bahçesinde açan sakuraların (kiraz çiçekleri) dönemine denk getirmek için epey uğraştık. Sümer meteoroloji tanrısının inadı ile karşılaşmak Nisan ortasında mabadımızı dondurdu, ama olacak o kadar…

Kaman Kalehöyük'te kazılar başlamadan önce yüzeyde bulunan kalıntılar bu bölgenin oldukça verimli olduğunu göstermiş. Ardından, kazılar için Japon Prensi Tomohito Mikasa'nın Başkanı olduğu Japonya Orta Doğu Kültür Merkezi yetkilendirilmiş. Bizzat Prensin 1986 yılında başlattığı kazılar halen devam ettiği gibi, İç Anadolu genelinde yüzey çalışmalarını da bu merkez yürütüyor. Kazıları yönetmek dışında, Kalehöyük yakınında kurdukları Japon Anadolu Arkeoloji Enstitüsü ile bölge tarihinin araştırılması konusunda ciddi bir hizmet veriyorlar.
Kazılar için sık sık Türkiye'ye gelen, Kaman ve Kırşehir'i ziyaret eden, tevazuu ve samimi Türkiye aşkı ile halkın büyük sevgisini kazanan Prens Tomohito Mikasa, ülkemize ilgisini babasından miras almış; Büyük Prens Takahito Mikasa, ki 1915 doğumludur, halen hayatta ve şu anki İmparator Akihito'nun amcasıdır, arkeoloji ve orta doğu dilleri ve kültürleri konusunda eğitim almıştır. Türkiye'yi çok eski yıllarda ziyaret etmiş ve arkeolojik araştırmalara Japon hükümetince destek olunmasına önayak olmuştur. Kaman'dan Kırşehir'e doğru giden caddeye de Prens Mikasa caddesi adı verilmiştir netekim… Geçenlerde İlber Ortaylı Hocanın seyahatnamesinde de, Japonların kültüre verdikleri önemi, en iyi müze ziyaretçisi olduklarını, Kalehöyük kazılarında son derece titiz, özenli ve çevreyi koruyarak çalıştıklarını okumak hoş oldu. 
Höyüğün bizzat kendisi - tabii içine giremedik...

Japonya Orta Doğu Kültür Merkezi'nin verdiği en isabetli kararlardan biri, kazıların başına Dr. Sachihiro Omura'yı getirmek olmuş. Dr. Omura, benim yaşım kadar bir süre Türkiye'de yaşamış, doğu ve güneydoğu bölgelerinde kazılara katılmış, önce Kürtçe öğrenmiş, ardından Mısır'da bazı kazılara katılarak Arapçayı hatmetmiş, son 30 yıldır da Kaman'daki kazıların başında bulunduğu için Türkçe öğrenerek linguistik gelişimini en üst seviyeye taşımış. Bize de müze ziyaretimiz boyunca pırıl pırıl Türkçesiyle, hem bilgilendirici, hem de eğlendirici üslubuyla eşlik etmesi müthiş bir keyif oldu.
Mikasa Caddesinden müzeye doğru ilerlerken

Buzz gibi bir Nisan sabahı Dr. Omura grubumuzu Kalehöyük müze girişinde karşıladı. Biz, müze binası nerede olabilir diye bakınırken, karşımızdaki "höyük"ün müze olduğunu öğrendik. Meğerse, Japon hükümetinin hibesi ile yapılan, "Avrupa'da Yılın Müzesi" Ödülüne aday gösterilen, yeşil ve çevreci müze ödülleri alan Kalehöyük Müzesi, oldukça sade ve yaratıcı bir tasarımla "höyük" şeklinde tasarlanmış.
Dünyanın hangi ülkesinde bir müzede böyle bir uyarıya rastlarsınız?

Dr. Omura, klasik pardesüsü ve fötr şapkası ile önümüze düşüp bizi bir höyüğün içine sokmaya kalkışınca Indiana Jones triplerine girdim. Höyüğün içinde bizi kobra yılanlarının, avucum kadar örümceklerin beklediğini hayal ederken, karşıma tertemiz, sade ve tertipli bir müzenin çıkması büyük hayal kırıklığı yarattı. Ambiansı kaybettik, bari oturup bölgenin tarihini dinleyelim…
Girişte, kısa bir video konferans eşliğinde bölge, kazıların tarihi, bulgular kısaca özetleniyor. Kazılar höyüğün üst kısımlarından başladığı için ilk olarak Osmanlı dönemine ait parçalar bulunmuş. Daha derinlere inildikçe, demir çağı, geç ve erken tunç çağı, hatta neolitik dönem sonlarına kadar bulgulara rastlanmış. Dr. Omura, kazılar devam ettikçe daha eski dönemlere de ulaşılacağına inanıyor.

Ama tabii kazılar çok büyük bir dikkatle, acele etmeden, bulgulara hiçbir zarar verilmeyecek şekilde yapılıyor. Sanırım böylesine özenli bir çalışmaya her zaman rastlanmıyor. Ülkemizin en tanınmış arkeologlarından Tahsin Özgüç'ün öğrencisi olmakla gurur duyan Dr. Omura, onunla beraber nice kazıda çalışmış. Omura Sensei'nin anlattıklarından, arkeologluk kültürünün ustadan çırağa aktarılan bilgi ve yaklaşımlarla, neredeyse ezoterik bir gelenek olduğu iddia edilebilir.  

Dr. Omura, Tahsin hocadan edindiği en önemli iki prensip olarak, kazılarda bulunan bulgularla gönül ilişkisine girmemek, evinden içeri sokmamak ve antikacı takımı ile asla muhatap olmamak şartlarını getirmiş. Nitekim Omura Sensei, arkeolojinin yarattığı genel algının, somut eşya ve bulguların keşfi olduğunu, ancak gerçek arkeolog için bulgunun yaratacağı heyecanın en fazla 5 dakika süreceğini, onun için asıl heyecanın tarih cetvelini, kültür ve uygarlık kronolojisini oluşturmak olduğunu vurguladı.
Kazılardan müthiş bir bulgu; demek ki kadınlar tarih öncesinden beri mücevher ve takı tutkunuymuş...

Omura Sensi, en önem verdikleri konulardan birinin yerel halkı kazılar konusunda bilgilendirmek, eğitmek ve kazı çalışmalarına aktif olarak dahil etmek olduğunu anlattı. Nitekim, çevre köylerden epey bir genç vatandaşımız aldıkları eğitimin ardından Omura hocamızın gözetiminde kazılarda çalışmış, böylece halk kendi topraklarında eskiden yaşamış imansız kafirlerin kültürünü araştıran gavurlara diş bilemek yerine, birlikte çalışmayı kabul etmiş.

Dr. Omura, buna rağmen, kazı alanında bir gün altın bir yüzük bulunmasının ardından, kendisi hakkında "her gün höyükten çıkan altınları eşeğin heybesine yükleyerek kaçırıyor" söylentileri çıkarıldığını gülerek anlattı. (Hmmmm… Acaba?) Müzeyi gezerken, güvenlik elemanlarından biriyle sohbet ettim ve kendisinin de kazılarda çalıştığını öğrendim. Genç hemşerimizin arkeolojiden aldığı keyif üzerine biraz sohbet ettik, ve "valla, güneşin altında toz toprak içinde çalışıyorduk, ne yapalım, hiç yoktan iyidir" mertebesinde keyif aldığını anladım.
Müze, enstitü ve bahçenin havadan görünümü

Tabii, gizemli ve lanetli Mısır piramitleri olmasa da, binlerce yıllık bulguların insanı ürperten bir doğası var. Yerel elemanlardan biri, Hitit dönemine ait bir mühür bulmuş ve büyük bir sevinçle Omura Sensei'ye getirmiş. "Hoca müjdemi isterim, artık iyi bir bahşiş/ödül verirsiniz" diye beklentisini dile getirmiş. Uzmanlar tarafından mühür deşifre edildiğinde, "bu mührü bozanın ocağına ateşler düşsün, şöyle olsun, böyle ölsün" gibi bir beddua yazdığı tespit edilince genç arkadaşın beti benzi atmış ve "vallaha da ben bulmadım mührü, başkası buldu, ben size getirdim, ödül de, bahşiş de başkasının olsun" diyerek vınlamış.

Bu ilginç anekdotlar eşliğinde öncelikle müzenin ortasındaki büyük höyük maketine vardık. Mekanik bir sistem yardımıyla maketin bir kesiti hareket ettirilerek değişik zaman katmanları incelenebiliyor. Omura sensei, bize Höyüğün kısa tarihi ile birlikte kazıların nasıl yürütüldüğünü burada izah etti. Yaklaşık 3800 yıl önceki bir yangınla Kalehöyüğün bir katmanının baştan aşağı yandığını, taş üstünde taş kalmadığını açıkladı. Şehrin, 5000 yıl boyunca katman üstüne katman inşa edilerek, yaklaşık 60 kattan oluştuğunu anlattı. (Doğrusu buradaki "kat" ile ne kastedildiğini tam anlamadım, belli bir uygarlık katmanı olmasa gerek, ya da TOKİ'nin çok katlı bir toplu konut projesi olabilir)
İnteraktif höyük maketi

En üstte bir Osmanlı şehrine rastlanması ilginç oldu; diğer "antik" şehirlerimizde pek görülmeyen bir durum sanırım. Osmanlı dönemi tabakasında, Çin porseleni ile Polonya sikkelerinin bulunması, bu bölgede halen belli bir ticaretin ve refahın var olduğunu göstermiş sanırım. Osmanlı döneminden sonra ise, uzun bir yerleşimsiz döneme rastlanmış; yani, bu bölgede Selçuklu, Romalı, vb. yerleşim ve uygarlıkları görülmemiş.

Tarih skalasında en geriye gittiğimizde (kazılarda bugüne kadar gelinen nokta) eski tunç çağı dönemine dair kalıntıları görebiliyoruz. Bu kalıntılar arasında hem bakır objeler, hem de bakır ve kalay alaşımı ile elde edilen tunç eşyalara rastlanmış. Bulunan üç tunç tas ile birlikte, kayısı fosillerine rastlanması, "üç tunç tas has kayısı hoşafı" tekerlemesinin Kalehöyük kökenli olduğunu gösteriyor. 
Çanak çömlek patladı

Genç tunç çağı döneminde bölgeye Hititli dedelerimiz yerleşmiş, seramik objelerin kullanımı artmış. Bu dönemde yapılan büyük tahıl siloları, artık tarım ürünlerinin ticaretinin yapıldığını akla getiriyor. Nitekim, iki tane asur kil tabletinde insan isimlerinin listesi ile beraber, arpa, buğday ve gümüş ölçü birimlerine rastlanması, bu çağlardan itibaren veresiye defterlerinin tutulduğunu kanıtlıyor. Silolarda bulunan buğday Londra'da bir merkezde analize gönderildiğinde (ki, bu merkezin elinde dünyadaki tüm zamanların bütün buğdaylarından örnek bulunduğu söyleniyor), Kalehöyük'te rastlanan buğdayın Çatalhöyük menşeli olduğu anlaşılmış.

Kazılarda bulunan minik bir ana tanrıça heykeli ekibi heyecanlandırmış; çünkü bulunduğu dönemde Kızılırmağın doğusunda rastlanmayan, daha çok Konya ve civarındaki höyüklerde görülen bir figürmüş ana tanrıçamız. Bir de Akad döneminden kalma altından yapılmış bir aslan-ejderha heykelciği var ki, Akad fırtına tanrısının maskotu olduğu düşünülüyor.
Boğa kültü olmadan olmaz!

Ardından, Batı Asya bölgesinde yaşanılan "karanlık dönem"e girilmiş. Uygarlık tarihinin en esrarengiz dönemlerinden biri olan ve 400 yıla yakın süren (M.Ö. 1200-800) Karanlık Çağın nasıl başladığı, neler yaşandığı tam bilinemiyor; ancak, "deniz kavimleri" diye de bilinen barbar toplulukların, uygar Anadolu ve Mezopotamya medeniyetlerini yıkarak bir süre bu bölgede hüküm sürdüğü düşünülüyor. Tahminen demir çağını daha erken yakalayan ve çok daha ölümcül silahlara sahip olabilen bazı barbar toplumlar, kendilerinden daha üstün uygarlıkları yok etmeyi başarmış. Günümüzde de benzer bir tehlikeyi hissedeniniz var mı? Zamanlama manidar!
Her neyse efendim, Anadolu tarihinde bu döneme ait pek bir bulgu olmaması dikkat çekse de, Kalehöyük'te karanlık çağın çok da "karanlık" olmadığına dair eşyalara rastlanmış. Bu döneme ait bulgularda Akdeniz Bölgesine ait çift renkli ve dalga motifli seramikler, bu bölgeden gelip yerleşenleri veya bu bölge ile ticaretin devam ettiğini gösteriyor.

Ayrıca, Truva'da görülen ve benzerlerine Yunanistan ve Balkanlar'da da rastlanan bazı çanak çömleklerin bu dönemde Kalehöyük'de de görülmesi, Karanlık Çağ sırasında Anadolu'ya göçen Balkan kavimlerini işaret etmiş. Bence çanak çömlek patladı, karanlık çağ aydınlandı :) Ama genel anlamda, karanlık çağ bulgularının oldukça basit ve kaba olduğu, öncesinde çok daha derin bir uygarlık yaşandığı söylenebilir.

Ardından başlayan demir çağı ile birlikte bölgede Helen, Galat, Pers, Lidya ve Frig kültürlerinin izlerine rastlanmış. Seramikler daha bir çeşitlenmiş, geyik figürleri, iki renk boyalı eserler mağazaların vitrinlerini süslemiş. M.Ö. 4. Yüzyıldan itibaren ise, Kalehöyük'te yerleşim izleri görülmemiş ve ilginç bir şekilde, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Kalehöyük yeniden imara açılmış.
Omura Sensei, Kalehöyük'ün ardından, büyük ve heyecan verici bir projeye daha talip olduklarını ve Suriye sınırına çok yakın olan Karkamış kazılarının kendilerine verilmesinin söz konusu olduğunu anlattı. Hatta bölgenin mayınlardan temizlenmesi konusunda girişimlere başladıklarını, ama daha sonra ilginç bir gelişme ile kazıların İtalyan heyetine verildiğini mizahi dokundurmalarla izah etti. Şimdi detaylara girmeyeyim, kimsenin başına iş açmayalım.

Karkamış felaketinin ardından, yine İç Anadolu'da ve Kalehöyük'e yakın olan Yassıhöyük ve Büklütepe kazıları Dr. Omura'nın sorumluluğuna verilmiş. Omura Sensei, olanca tevazu ve bilgeliği ile bu gelişmeden oldukça memnun olduğunu söylüyor. Her ne kadar Karkamış'ın şöhreti bilinse de, Omura Sensei 30 yıldır yaşadığı bölgeden uzaklaşmayacağı, bu coğrafyaya hizmet edeceği için çok mutlu; Yassıhöyük'te bulmayı umdukları çok büyük bir saray kalıntısı ve Büklütepe'de özellikle kil tabletlerin barındırıldığı bir kütüphanenin bulunması olasılığı hocamızı oldukça heyecanlandırıyor.

Omura hoca, Kalehöyük kazısının usturuplu bir şekilde, aceleye getirmeden, kırıp dökmeden tamamlanabilmesi için 60-80 yıllık bir süre gerektirdiğini anlattı. Tabii ki kendi ömrünün buna yetmeyeceğini iyi biliyor; bu yüzden, bir arkeolog olarak sorumluluğunun kazıları belli bir noktaya getirip bir sonraki kuşağa başarılı bir şekilde aktarmak olduğunu söylüyor. Daha önce bahsettiğim, arkeolojideki usta-çırak ilişkisi de bu yüzden önemli sanırım… 
Çıkan parçaların detaylı teknik çizimleri yapılıyor...

Biz müzeyi uzun uzun gezerken, çocuklar da interaktif görsel-işitsel cihazlar sayesinde sıkılmadan vakit geçirdi. Minecraft üstadı, obsidiyen obsesif bir nesil olarak, höyük kazılarının animasyonları arasında dolaşmak onlara bir çeşit minecraft heyecanı yaşattı.

Müze gezisinin ardından Omura Sensei bizleri Arkeoloji Enstitüsü binalarına götürüp gezdirdi. Bulguların detaylı incelemesi, yaş tespitleri için kullandıkları mikroskop ve benzeri cihazları tanıttı. En ufak bir çömlek parçasının bile nasıl titizlikle tasnif edildiğini, etiketlendiğini ve bu parçaların birleştirilmesi için gösterilen çabayı görmek çok etkileyiciydi. Bu çömlekleri yeniden bir araya getirebilen biri için 10.000 parçalı puzzle bile hava cıva kalır!
Parçaların teknik çizimleri, her bulgunun kaydedilmesi, arşivlenmesi falan derken arkeolojinin ömür törpüsü ve ancak büyük bir tutkuyla yapılabilecek bir meslek olduğunu anlıyorsunuz. Omura Sensei'nin traji-komik anekdotları bizleri gülümsetse de, 40-50 yıl yapılacak iş midir, kuşkuluyum. Bir arkeolog olarak mutlaka çalıştığın ülkenin/bölgenin dilini öğrenmenin şart olduğunu (kendisi Türkçe, Kürtçe ve Arapça öğrenmiş), arkeologlar ile Kültür Bakanlığı yetkilileri arasında sık sık baş gösteren anlaşmazlıkları uzlaştırmak için mesaisinin önemli bölümünü harcadığını da anlattı.

Müze ve Enstitüyü gezdikten sonra, Japon bahçesinde de biraz turlamak istedik. Bahar olması gereken hava öylesine soğuk ve rüzgarlıydı ki, kısa bir turdan sonra kendimizi otobüslere atmak zorunda kaldık.
Kalehöyük Japon Bahçesi, Prens Mikasanomiya onuruna inşa edilmiş bir "Japon Gezinti Bahçesi" (Kaiyū-shiki-teien). "Gezinti Bahçesi" ne ola, bahçe zaten gezmek için değil midir diye sormayın; çünkü Japonlardan bahsediyoruz. Japon bahçelerinin ana sınıflarını ve alt sınıflarını anlatmaya kalksak yazı kontrolden çıkar, o yüzden kısaca özetleyeyim; gezinti bahçeleri, doğayı idealize eder, taklit eder, daha derli toplu bir şekilde aktarır, bir mikrokozmos içinde, gerçeği olabildiğince sevimlileştirerek yansıtır.

Genel olarak bahçe, dünyayı temsil eder. Kullanılan elementler Budist inanışa göre dünyayı oluşturan kıtaları, okyanusları, dağları, nehirleri, şelaleleri simgeler. Bahçede kullanılan temel tasarım öğeleri, su, kaya, yosun, taş fenerler, kum ve çeşitli bitkilerden oluşur. Bahçıvanın eli bahçeye mutlaka değer, ama mümkün olduğunca değmemiş hissi vermelidir. Her ne kadar dünyayı idealize etmek amaçlansa da, doğanın el değmemişliği bahçede yansıtılmalıdır. Yani bahçede planlı bir plansızlık, veya plansız bir planlılık hâkim olmalıdır. Bu yüzden bahçe tasarımcısı, olabildiğince doğal malzemeleri, şekilsiz taşları, biçimsiz göletleri asimetrik bir tarzda kullanır. En iyi tasarlanmış bahçe, hiç tasarlanmamış gibi görünendir; bu düstur da çelişkiler diyarı Japonya'nın bir başka cilvesidir.
Shakkei - Ödünç manzara; arkadaki dağlar "ödünç alınarak" bahçede kullanılmış

Olabildiğince küçük ölçeklerdeki bahçede atacağınız her adımda, döneceğiniz her köşede ve açınızın değiştiği her noktada karşınıza değişik bir manzaranın, farklı bir tablonun çıkması beklenir. İyi bir tasarımcı, bahçeyi gezdiğiniz süre boyunca sizi birbirinden değişik kompozisyonlarla şaşırtmalıdır. Gezinti bahçelerinin tasarımında en önemli tekniklerden biri shakkeidir (ödünç manzara). Bahçeyi düzenlerken arazi sıkıntısı çeken bahçıvanımız, tasarıma perspektif, zenginlik ve boyut katmak için uzaklardaki doğal manzaraları "ödünç alır". Kaman'daki bahçede de, arkada yer alan dağ ve bahçenin önünde uzanan geniş düzlük bu imkanı bir miktar sağlamış diyebilirim…

Tasarımcı, bahçeyi gezenlere belli seyir noktalarını "dikte eder". Patika üzerinde geniş bir açıklık, veya oraya yerleştirilmiş bir bank, hatta küçük bir çay evi size durmanızı, başınızı kaldırıp manzarayı temaşa etmenizi emreder. Bazen bu emir çok daha doğrudan ve kör kör parmağım gözüne şeklinde olabilir; girişte elinize tutuşturdukları bahçe krokisinde "fotoğraf çekme noktaları"nın yeri işaretlenebilir, hatta yürürken önünüze çıkan bir levha "Burada fotoğraf çekin" diye muhtıra verebilir.
Kaman'daki bahçenin "fotoğraf çekme noktaları"ndan biri

Gezinti bahçeleri ille de gezmek isteyen meraklılar için tasarlanmıştır; zaten bu yüzden en önemli özellikleri her adımda farklı bir görsellik sunmaktır. Bu tip bahçelerin farklı bir türü de çay bahçeleridir. Çay bahçesi denilince, akla memleketimizin okey oynanan, çekirdek çitlenen, karbonatlı çay satılan bahçeleri gelmesin. Japon çay bahçesi, çay seremonisinin yapılabilmesi için doğal fonu oluşturan bahçelerdir.
Aile Çay Bahçesi - Kyoto'dan...

Çay seremonisine katılanlar seyyar dolaşmayı değil, sabit oturmayı tercih ederler. Çay bahçesi, çay evinden bakıldığında insanlara ilham veren, ruhlarını dinginleştiren bir nitelikte olmalıdır. Bahçıvanımız her açıdan değişik görüntü veren bir tasarım yerine, çay evinden bakıldığında tablo gibi gözüken sabit bir manzara oluşturmayı hedefler. Dört mevsim yeşil kalan her türlü yosun, çalı ve bodur bitki ile bambu ağaçları çay bahçeleri için idealdir.

Bir de, suyun, bitkinin olmadığı Karesansui (kuru bahçe) tekniği meşhurdur. Bu bahçelerde de ana tema dünyanın temsil edilmesidir. Malzeme olarak ise kum, çakıl ve kayalar kullanılır. Su ve bitkiler işin içine girmez; en fazla bir miktar karayosunu bahçeye yeşillik katar. Japonların sağ gösterip sol vuran zıtlıklar felsefesi kendini Zen bahçelerinde de gösterir, çünkü kupkuru Zen bahçelerinde en çok vurgulanan kavram su ve suyun akışıdır.
Karesansui (kuru) bahçe - Kyoto'dan...

Karesansui bahçeler genellikle dikdörtgen şeklinde bir avluda oluşturulur. Kum veya ufak taneli taşlar bahçeye yayılır ve tırmık veya benzeri aletlerle şekillendirilir. Çakıllara genelde düz, dalgalı veya dairesel şekiller verilir; yani çakılların biçimlendirilmesi suyun hareketi ile paraleldir. Mekân, Budizm gözüyle dünyayı ve denizlerini temsil eder: yedi büyük deniz ve ortalarında yer alan kara parçaları. Büyük kara parçalarını ve adaları temsil etmek için ise iri taşlar kullanılır.

Bir Zen bahçesinde dünyayı gördükten sonra bir üst seviyeye geçilir ve bahçeye evren, zaman, sonsuzluk, bireyin yolculuğu ve benzeri bilumum soyut kavramlar penceresinden bakılır. Bakılır demişken belirteyim: Zen bahçesine bakılır. İçine girip daşların üstünde dolaşılmaz. Bahçeye giren hayvandır, felsefeden, hissiyattan nasibini almamıştır; kafasına da rahibin tırmığını yemeyi hak etmiştir.

Neyse efendim, Japon bahçesi konusu, dediğim gibi çok derin bir konu ve daha fazla ayrıntı isteyenler için Onur Ataoğlu'nun Çınar Yayınları'ndan çıkan "Japon Ne Yapmış" kitabını tavsiye edebilirim. Zaten hava buz gibi, Kaman Japon Bahçesinde sakura keyfini gönlümüzde çıkaramadık, şifayı kapmadan Angara'ya dönelim…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"