Chopin: Bedenimi Gömebilirsiniz Ama Kalbimi Asla!

Mezarlıklarımızın girişinde hepimize ibret olması için “Her nefis ölümü tadacaktır” ibaresi yazılıyor ya; klasik müziğin yeşerdiği Orta Avrupa ülkelerinde de “Her nefis II. Piyano Sonatı III. Bölümü dinleyecektir” yazsalar ve ölüm gerçeğine müzikal bir tını katsalar kötü mü olur diye düşünmekteyim. Sonat, Bölüm falan dediğimde bir şey ifade etmemiş olabilir; ama Chopin’in bestesi Marche Funébre, yani Cenaze Marşı’nı kastettiğimi söylesem, hepinizin kulaklarında o hüzünlü “taaaaa taaaaa ta taaaaa…. Taaaa ta taaaa ta taaaaa” tınısı yankılanır. Ama şu küçük detayı pek az kişi duymuştur; büyük deha Fryderyk Franciszek Chopin, kendi cenazesinde kendi marşının çalınmasını istememiş, yerine Mozart’ın Requiem’inin çalınmasını vasiyet etmiştir.

Ne yapalım, hikmetinden sual olunmaz büyük bir deha ile karşı karşıyayız. Bin yılda bir gelen böylesi yeteneklerin kafası senin benim gibi çalışmıyor; o yüzden de tahayyülümüzü aşan, bizleri büyüleyen, bu dünya ötesi bestelerle gönül telimizi titretebiliyorlar. Chopin’in ölüm döşeğindeki ilginç vasiyetlerine tekrar geri dönmek üzere kendisini kısaca tanıyalım…
Chopin 1810 yılında Varşova yakınlarında doğdu ve babasının memuriyeti nedeniyle Varşova’da bir sarayın müştemilatına taşındılar. Dört yaşında piyano çalmaya başlayan Chopin, o yıllarda Acun’un yetenek yarışmaları olmadığı için kendini Saray’da gösterdi ve 8 yaşında, o dönem Polonya’yı işgal etmiş olan Rus yöneticilerin huzurunda çaldı.

Adam olacak çocuk o günlerden belliydi; Chopin sıkı bir müzik eğitimi alarak 19 yaşında Varşova Konservatuarından mezun oldu ve Viyana’ya gitti. O sırada Polonya halkının Rus İşgaline karşı zorlu bir direnişi başlamıştı ve elini piyanonun tuşlarına bulaştıran Chopin bir daha ülkesine geri dönemedi. Chopin, korkak veya umursamaz değildi; yurt dışındayken Polonya’nın bağımsızlığının yılmaz bir savunucusu oldu. Ruslara çok kızgındı; Sabahattin Ali’nin şiirindeki gibi, Allah’a bir sitem yolladı: “Tanrım, sen gerçekten var mısın yoksa Moskof musun?”
Chopin’in yaklaşık 200 yıl önce sahneye çıktığı Belvedere Sarayı’na ev sahipliği yapan Lazienski Parkı’nda halen Chopin konserleri veriliyor…

Chopin’i içten içe yiyip bitiren ince hastalığının da o yıllarda başladığı söylenir. Chopin, Viyana’dan Paris’e göçtü ve ömrünün sonuna kadar burada yaşadı. Paris’e taşındıktan birkaç yıl sonra hayatının gidişatını değiştirecek bir şahsiyetle tanıştı; ünlü Fransız kadın yazar George Sand! Bu tarihi şahsiyetle tanıştığında çevresindekilere “Bu ne çirkin bir kadın yahu? Kadın olduğundan emin misiniz” diyecek kadar tiksinen Chopin, büyük konuşmaması gerektiğini öğrendi ve Sand’e sırıl sıklam aşık oldu!

Tarihin yorumu bu kavşakta ikiye ayrılıyor; kimine göre Sand Chopin’i vezir, kimine göre de rezil etti. George Sand son derece renkli bir karakter; kadının birlikte “takıldığı” arkadaşlarının listesi, Chopin, Lizst, Balzac, Stendhal, Musset, Flaubert şeklinde gidiyor… Bunların üstüne kendine bir de kadın sevgili yapan Sand, erkek gibi giyinmesine ve davranmasına rağmen, devrinin çok ötesinde özgüveni ve zekası ile döneminin “Erkek Fatma”sı olmuş, kimilerince çok sevilirken, kimilerince de nefret edilmiş… Ben Paris Komünü döneminde sarayın tarafında olması ve komüne karışanların şiddetle cezalandırılmasını savunduğunu duyduğum zaman soğudum kendisinden.

Neyse efendim, bu Sand kişisi Chopin’in duygularını, müziğini en iyi anlayanlardan biri olmuş ve Chopin bestelerini Sand’e dinleterek ondan fikir almış. Chopin kardeşimizin zayıf ve melankolik bir yapısı olduğu düşünüldüğünde, George’un güçlü ve baskın kişiliği ikisini bir arada tutmuş; Sand Chopin’in sevgilisi ve hatta annesi olmuş.
Chopin Müzesi’nin yanındaki bir apartman duvarını süsleyen muralde George Sand’i de görebilirsiniz…

Ama “ailevi meselelerden” (bir rivayete göre Sand’in ilk evliliğinden olan haylaz oğlu) araları açılmış ve kavga eder olmuşlar. Bu arada, Chopin’in kronik hastalığı da ilerlemiş ve giderek zayıf düşmüş. Chopin’e bir anlamda bakıcılık yapmaktan sıkılan Sand, 1846 yılında yazdığı Lucrezia Floriani romanında hastalıklı bir Doğu Avrupa Prensi olan Karol ve ona bakmaktan illallah etmiş bir Fransız aktrisini konu edince tüm okuyucular bir Chopin parodisi yapıldığını düşünmüşler. Sand bu yorumu inkar etse de, Chopin hayranları bu kitabı “devrin önde gelen sanatçılarıyla düşüp kalkan kevaşenin terbiyesizliği” olarak yorumlanmış ve lanetlemiş.

Sand’in darbesinin ardından hastalığı iyice ilerleyen Chopin yataklara düşmüş. Bestecimiz, tüberküloz’dan çektiği kadar, halüsinasyonlarla ve ruhsal sorunlarla da boğuşuyormuş. Söylenene göre, deja-vu’nun zıttı olan jamais-vu (yaşanmış bir şeyi hiç yaşanmamış sanma) illetinden muzdarip olan bu müthiş yetenek 39 yaşında hakkın rahmetine kavuşmuş.
Chopin’in ilk ve tek fotoğrafı!

Ve gelelim yazının başında bahsi geçen ilginç vasiyete… Efendim, Chopin kardeşimizin en büyük kabuslarından biri ölmeden diri diri gömülmekmiş. Bu kabusun pençesindeki bir diğer büyük sanatçıyı hatırlayalım; Edgar Allen Poe! Üstadın birkaç öyküsünde bu korkuyu iliklerinizde hissedecek güçte bir tasviri bulabiliyor, sırf bu korkunun dehşeti ile hayal gücünü işleten “güvenli tabut” tasarımlarını okuyabiliyorsunuz.

İşte Chopin de öldüğü zaman, ölümüne kesin karar verilebilmesi için göğsünün yarılıp iyice emin olunmasını istemiş. Bu isteği, yirmi yaşından beri göremediği, ama her zaman büyük bir tutkuyla bağlı olduğu vatanı Polonya’ya duyduğu hasretle birleşince, ölümünden sonra kalbinin çıkarılıp Polonya’da defnedilmesini vasiyet etmiş. Vücudu ise, kendisi gibi vatanından gayrı düşmüş Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya ile birlikte Pere Lachaise mezarlığında istirahatte…
Üstadın kalbine fatiha!

Etrafındakiler büyük ihtimalle “ne yaptın be üstad, böyle sakat ve sakatat bir vasiyette bulunulur mu” diye düşünmüştür; ama emir büyük yerden… Chopin’in kalbi sökülerek konyak dolu bir kavanoza konmuş ve Polonya sınırından, Rus askerlerin arasından gizlice geçirilerek Varşova’daki “Kutsal Haç” kilisesinin kolonlarından birinin dibine gömülmüş. Kalp, 2. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin eline düşmüş; ama tüm Varşova’yı dümdüz eden Almanlar Chopin’in kalbine saygıyla yaklaşmış ve bir zarar vermemiş. Sanırım savaş sonrasında Kopernik gibi Chopin için de “o aslında Alman’dı…” propagandası yürüteceklerdi.
Chopin kalbine ev sahipliği yapan Kutsal Haç Kilisesi….

Aradan geçen uzun yılların ardından, Polonyalı paranoyak bir bilimadamı milletin aklına bir kurt düşürmüş ve Chopin’in kalbinin saklandığı kaptaki alkolün buharlaşmış, kalbin de kurumuş olabileceğini öne sürmüş. Bunun üzerine 2014 yılında, bilim adamı, rahip ve devlet görevlilerinden oluşan ve gizlilik yemini etmiş 13 kişilik bir heyet geceyarısı kiliseye girmiş, kalbi bulunduğu yerden çıkarıp alkolün yerli yerinde durduğunu ve kalbin bozulmadığını görerek rahatlamış ve 50 yıl sonra tekrar kontrol etmek üzere kolonun dibine gömmüş.
 Varşova’nın birçok köşesinde Chopin’in hatıralarını yaşatan anıtlar, binalar bulunmakta; bunların başında da kalbini saklayan Kutsal Haç Kilisesi geliyor. Chopin turizminin bir diğer durağı da Chopin Müzesi; Kutsal Haç Kilisesinden 15-20 dakika yürüme mesafesindeki bu etkileyici yapı, Avrupa’nın en etkileyici müzikal müzelerinin başında geliyormuş.
Ben içine girip gezecek vakit bulamadım, ama oldukça interaktif tasarlanmış, çok zengin bir görsel-işitsel koleksiyona sahip olan müzede ünlü bestecinin kullandığı eşyalara kadar birçok detayı görebiliyormuşsunuz. Chopin ile ilgili bir diğer kent mobilyası da, Varşova’nın çeşitli köşelerine dağılmış Chopin bankları; oturduğunuzda size bestecinin eserlerinden çalan ses sistemleri ile ruhunuzu okşuyor.

Chopin’in en anlamlı anıtlarından biri ise, Varşova’nın baba parkı Lazienski’nin girişinde bulunuyor. 1926 yılında besteciyi onurlandırmak için parka dikilen görkemli heykel, 1940 yılında Nazi işgalciler tarafından dinamitlenmiş. Chopin’in kalbine saygı gösteren Almanlar, vatansever bestecinin heykeline tahammül edememiş. Rivayete göre, patlamanın ardından Varşovalı direnişçiler heykel enkazının olduğu yere şu sözlerin yazılı olduğu bir plaket bırakmışlar: “Beni kimin havaya uçurduğunu bilmiyorum, ama sebebini biliyorum; liderleri öldüğünde cenaze marşı çalamayayım diye”
Bu nükteli plaketin konulduğu yere savaş sonrasında yeni bir Chopin anıtı dikilmiş tabii. Bir pazar günü öğleden sonraya denk gelen ikinci Varşova seyahatimde beni karşılayan arkadaş havanın güzel olduğu pazar akşam üstlerinde, anıtın olduğu yerde ünlü bir piyanist tarafından Chopin konserleri verildiği tüyosunu çıtlatınca, otele yerleşir yerleşmez parka doğru yollandım…

Gerçekten de Chopin’in dizlerinin dibine bir piyano yerleştirilmişti ve sağlam bir piyanist tarafından o sihirli notalar seslendiriliyordu. Halka açık ve ücretsiz olan bu konseri dinlemek için Varşova halkı parka akın etmiş, çayıra çimene yayılmış, huşu içinde piyanoyu dinliyordu.
Bir pazar öğleden sonrası, gidecek AVeMe’si olmayan zavallı Varşova sakinleri çayıra yayılmış Chopin dinlerken…

Bu parkta, Chopin anıtının altında çalmak öyle amatör piyanistlerin gelen geçeni eğlediği bir etkinlik değil; aksine, Chopin icracısı olarak kendini dünyaya kabul ettirmiş virtüözlerin davet edildiği bir organizasyonmuş. Örneğin, 2014 yılında dünyanın en önde gelen Chopin yorumcularından olan İdil Biret bir pazar öğleden sonra bu parkta konser vermiş. Gidemedim, üzgünüm…

Chopin, bildiğiniz gibi özellikle piyano için yaratılmış bir besteci ve eserlerinin büyük çoğunluğu solo piyano için yazılmış. Besteleri son derece naif, ince, melankolik, huzur verici parçalar… Chopin’i fırsat oldukça severek dinlerim, ama klasik müzikten iyi anlayan bir otorite olmadığım için, müziğini tasvir etme işini bir başka üstada, Oscar Wilde abimize bırakayım: “Chopin çaldıktan sonra kendimi işlemediğim günahlar için ağlıyormuş, bana ait olmayan trajediler için yas tutuyormuş gibi hissederim”.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"