Varşova'da "Siren" Sesleri

Baltık Denizi’nden Balçık Nehirlere Yolculuk

Avrupa şehirlerinin mitolojilerden kalma birer sembolleri, şehirle özdeşleşmiş hayvanı, bitkisi, kahramanı olması adettendir. Tabii bu hayvanlar genelde kurt, aslan, kartal, ejderha gibi az biraz yırtıcı, tuttuğunu koparan hayvanlar olmalıdır; sonuçta o şehri savunmakla, dosta güven, düşmana korku yaymakla mükelleftirler. Sen şehrinin simgesi olarak hamster seçersen, kusura bakma ama, fethedilmeye mahkumsun…

Şehirler bazen özdeşleşecekleri hayvanları arayıp bulurlar, bazen de hayvanlar gelir şehrini bulur! Şehrin sembolünün öyle bir hikayesi olmalıdır ki, o şehrin sosyolojisi, antropolojisi, tarihi üzerine biraz fikir versin, mesaj kaygısı olsun…
İşte Varşova da, simgesinin uzun yollardan gelip şehrini bulduğu, başından geçen olaylardan sonra şehriyle bütünleştiği vilayetlerimizden biri. Varşova’nın hikayesi taa Poseidon’a kadar gidiyor efendim, yani sırtını sağlam yere, oturaklı bir tanrıya yaslamış diyebiliriz…

Poseidon’un oğullarından Triton’u hatırlarsınız. Nereden hatırlarsınız, Andersen masallarından ve Disney animasyonlarından… Hani sualtı yaşamından sıkılan, insan olmak isteyen bir deniz kızı (siren) vardır, ille de insanların dünyasında yaşamak ister, babası da “yapma kızım, etme kızım, seni çiğ çiğ yerler orada, hele bir de Türkiye kıyılarına vurursan kuyruğundan balık çorbası, geri kalanından da…” neyse, işte bu öğütleri veren baba Triton’dur.
Hollywood senaryolarını ve Andersen masallarını bırakıp mitolojiye dönersek, Triton’un iki kızı uzak denizleri aşıp Baltık kıyılarına (Gdansk şehri) gelmiştir. Kardeşlerden biri, manken ve fotomodel olma niyetiyle Kopenhag kıyılarına seğirtip bir taşın üzerine çıkar, oturur… ve halen orada oturmaktadır. Evet, Andersen masallarına, Hollywood animasyonlarına konu olan o meşhur denizkızı, halen Kopenhag’ın simgesi olarak şöhretini devam ettirmektedir.

Kız kardeşi ise Baltık Denizinde keyfine bakmak yerine balçık nehrine dalar, tatlı sularda akıntının tersine ilerler ve soluklanmak için bir kıyıda mola verir. Vistula nehrinin kıyılarında balıkçıların ağlarına takılan balıkları görür ve onları kurtarmak ister. Ancak balıkçılar birinin ağlarını kurcaladığını anlar ve suçluyu yakalar; karşılarında güzel bir denizkızı, yani siren, veya yerel dilde “syrenka” vardır.
Syrenka'nın mola verdiği Vistula'da köprülerin altından çook sular akmış!
Balıkçılar, syrenka’nın sesine, şarkı söylemesine aşık olurlar ve onu alıkoyarlar. Ancak, kötü kalpli, aç gözlü bir tüccar syrenka’yı kaçırır. Hikayenin bir versiyonuna göre, onu hapseder, kafeste, panayırlarda gezdirir. Bir gün genç bir Varşovalı balıkçı, syrenka’nın acıklı türküsünü duyar, sesini tanır ve onu kurtarır. Bunun üzerine syrenka, kendini Varşovalı balıkçıların hamisi ilan eder, daima onların koruyucusu olacağına and içer!

Eee, boru değil, koskoca Poseidon’un torunundan bahsediyoruz. Okyanuslarda coşmak yerine Vistula nehrinde hizmet vermeyi tercih etse de, yüzyılların mitolojik tecrübesine sahip bir karakter. Hemen kılıcını, kalkanını kuşanır, bıçkın bir poz vererek şehrin armasında yerini alır:
500 yıl öncesinin syrenka'sı da ucube bir yaratık olmuş; paytak ayakları, güdük kanatları, sürüngen kuyruğu ile korku ve mizah kaynağı!
Syrenka hakkında bir başka efsane de 1200’lü yıllara, Prens Kazimierz’e dayanıyor. Prensimiz Polonya ovalarında ava çıkar ve kaybolur. Bataklık bir bölgede karşısına syrenka çıkar ve prense yol gösterip onu bir balıkçı kulübesine ulaştırır. Balıkçı aile prensi gayet güzel ağırlar; prens de hemen oracığa yeni bir şehir kurulmasını, şehre balıkçı ailesinin kızları olan Wars ve Sawa’nın isimlerinin verilmesini, syrenka’nın da şehrin sembolü olmasını buyurur! (Warsaw ismiyle ilgili benim başka bir teorim var, onu da gelecek bölümde anlatalım…)

Kopenhag kıyılarındaki kız kardeşi daha çekingen, feminen ve tabii silahsız bir denizkızı olarak, hatta kimi zaman da şuh pozlarla dünya kültür belleğine kaydolur. Tabii bu güzel ve savunmasız kızımız, masalcı Andersen’in de hayal gücüyle dişil bir karaktere bürünür. Haliyle sık sık tacize uğrar! Kopenhag kıyılarındaki meşhur denizkızı heykeli, özellikle son 40-50 yılda sık sık Vandalların saldırısına uğramış, defalarca taciz ve hatta tahrip edilmiş ne yazık ki...
Kopenhag'lı hemşerim, sen böyle heykeli dikersen, daha çook taciz ederler!
Varşova’nın syrenka’sı ise caydırıcı görünümüyle uzun yıllar şehri kollamış (taa ki nazi işgaline kadar). Savaşta ortada syrenka falan kalmamış tabii, komünist dönemde de politbüroya girememiş, ama 1990’lardan itibaren şehrin simgesi olarak eski ihtişamına kavuşmuş, taksi logolarından bira kutularına kadar hayatın içine girmiş. 

Ama en görkemli syrenka, şehrin eski merkezindeki pazar meydanının ortasında, kılıcını kaldırıp "yaklaşanı keserim" edasıyla salınıyor. Halen oldukça agresif bir görüntü çizmesinin nedenini ben keşfettim; sanırım Varşova Belediyesi sorunun farkında değil... Efendim, bu meydanda gördüğünüz evler, dönemin varlıklı tüccarlarının yaptırdığı rezidanslar. Syrenka da zengin ve kötü kalpli bir tüccar tarafından kaçırılmamış mıydı? Eh, sen getirip syrenka'yı tüccarların mahallesinin ortasına dikersen, zavallı kızcağız 24 saat elinde kılıç kalkan, gardını düşürmeden dikilmek, kuyruğunu kollamak zorunda kalacak:  
Ulan, tüccar zihniyetin elinden zor kurtulduk, bizi getirip yine tüccarların ortasına diktiler! 
Syrenka’nın en minimalist ve kübik yorumlarından biri de Picasso üstadımıza ait. 1948 yılında Polonya’yı ziyaret eden ressamımız, Varşova’nın sembolü syrenka’yı “kendi gözünden” görmüş ve bir güzel kübize etmiş. Uzun yıllar kayıp kaldıktan sonra, kısa süre önce piyasaya çıkan kübik syrenka, dolgun göğüsleri ile yılların amazonik savaşçısına zıt bir imaj çizmiyor mu sizce de? 
İyi de üstad, sen bizim savaşçı, amazon ruhlu syrenka'yı Nadide Sultan'a çevirmişsin! Oldu mu şimdi...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"