Varşova Yahudi Gettosu

Bir önceki bölümümüzde Polonya’nın uluslararası gururu Frederick Chopin ve muhteşem müziği hakkında ahkam kesmiştik. Chopin’in müziğini evinizde, konser salonlarında huşu içinde dinleyebilirsiniz; eğer sinema aleminde de Chopin eserlerinin başrolde olduğu bir film seyretmek isterseniz size kafadan “The Pianist”i öneririm; aman ha, şaşırıp da Haneke’nin “La Pianiste” filmine yönelmeyin, yani ille de Haneke diyorsanız başka filmini önereyim, ama ben Polonyalı bir Yahudi olan Roman Polanski’nin “The Pianist”inden bahsediyorum…

Filmimiz Chopin’in eşsiz müziği ile bezenmiş olsa da, keyifle izlenen, yüzünüzde gülücükler açtıran bir film değil… 2. Dünya Savaşı’nda Nazilerin Polonya’yı işgali sırasında yaşanan korkunç soykırımı, Varşova’daki gettonun oluşumu ve ardından Yahudilerin toplama kamplarına götürülüşünü, Varşova ayaklanması ve sonrasında yaşanan şehrin yerle bir edilişini olağanüstü gerçekçilikle anlatan bir sinema başyapıtı…
Varşova Gettosu’nun günümüzdeki durumu da çok parlak değil; ama bu bölgeyi esaslı bir “kentsel dönüşüm” bekliyor… Üzülsek mi, sevinsek mi?

Filmin yönetmeni Roman Polanski, Nazilerin elinden sağ kurtulmuş bir Yahudi… Annesi, babası ve kendisi farklı toplama kamplarına gönderilmiş, babası ile kendi sağ kurtulurken annesi öldürülmüş bir öksüz. Roman, bu filminde bizzat kendi hatıralarında yer alan olaylara da yer vermiş. Çok özene bezene çektiği her halinden belli olan film için “hayatımın en iyi filmi” demekten kendini alamıyor (hatta Spielberg, Schindler’s List filmini de yönetmesi için Polanski’ye verecekmiş, son anda vazgeçmiş). Oskar kazanan başrol oyuncusu Adrien Brody ise filmin havasına girmek için inzivaya çekilip yokluk çekmeye alıştırmış kendini; ayrıca 15 kilo verip piyano çalmayı da öğrenmiş ve oyunculuğu ile filmi alıp götürmüş hayvan herif…

Diyeceksiniz ki, Nazilerin Yahudi soykırımı çiğnene çiğnene sakıza dönmüş, duygu sömürüsü yapılan ve bıktıran bir konu oldu. Schindler’in Listesi var, Sophie’nin Seçimi var, Ida, Reader, Train of Life, La Vie et Bella, Bent, Au Revoir Les Enfants, var oğlu var… Gına geldi diye düşünebilirsiniz, ama Chopin’in hatrına, Polanski’nin hatrına bu filmi seyredin ve hiç olmazsa Brody’nin canlandırdığı Szpilman isimli, gerçekte yaşamış bir Yahudi-Polonyalı piyanistin Alman subaya icra ettiği, dört kolu ve 70 parmağı olmayan bir insan evladının nasıl çalabildiğine akıl sır erdiremediğim Chopin baladını izleyin…
Konu dağılmadan şunu tekrar hatırlatayım; filmin konumuz açısından önemi, Almanya’nın Varşova’yı istila ettiği 6 yıl boyunca trajedinin adım adım nasıl geliştiğini kronolojisi ile birlikte veriyor; çünkü bazılarımızın sandığı gibi 1939’da Naziler Polonya’ya girer girmez önlerine çıkan Yahudileri kesmeye başlamadılar; hikayenin bir giriş, gelişme ve sonucu vardı.

Naziler, Varşova’yı işgal ettiğinde şehirde yaklaşık 400,000 kişilik bir Yahudi nüfusu bulunuyordu. Naziler, işgalin ilk aylarında Yahudileri sadece taciz ettiler; kimliklerini açık edecek “davut yıldızı” bantlarını kollarına takmaya zorlandılar ve giderek ikinci, üçüncü, beşinci sınıf insan muamelesi görmeye başladılar.

1940 ilkbaharında, Nazi yönetimi Yahudileri bir “getto” bölgesi oluşturup çevresini yüksek duvarlarla çevrelemeye ve bu bölgeden dışarı çıkmamaya zorladı. Birkaç ay süren duvar inşaatının sonunda, 400,000 kişilik nüfus Varşova’nın merkezinde küçücük bir bölgeye toplandı ve metrobüs sıkışıklığında yaşamaya başladılar.
Getto’dan kalan tek duvarda asılı olan temsili Varşova getto planı; sağ tarafta şehrin ortasından geçen Vistula nehri görülüyor

Bu tarihten itibaren, bir yahudinin getto dışında yaşaması ve ve gettodan çıkıp geri girmesi kesinlikle yasaklandı. Bazı Yahudiler “de getto oradan” diyerek diklendi ve bu başkaldırıyı hayatlarıyla ödediler. Getto içinde kendi kendine yeten bir hayat kurmaya, mesleklerini, eğitim ve hatta eğlencelerini sürdürmeye çalıştılar, ancak özellikle yiyecek için dışarı bağımlıydılar. Zaten savaş dönemi, yiyecek karneye bağlanmıştı ve Nazi adaletine göre Aryan bir Almanın günde 2,613 kaloriye, Yahudi olmayan Polonyalıların 699 kaloriye, Yahudi Varşovalıların ise 184 kaloriye hakkı vardı!

184 kalori ile kim yaşayacak; Yahudiler ellerinde avuçlarında ne varsa karaborsadan yiyecek sağlamaya çalıştı ve bu uğurda nazi kurşunlarına kurban gitmeyi göze aldı. Zaten vurulamayanların da çoğu açlıktan ölmeye başladı 100,000’e yakın Yahudi Varşova sokaklarında açlıktan kurumuş cesetleriyle kokuştu.
Bu kokuya ve görüntüye dayanamayan Almanlar, 1942 yılında bir karar alarak gettoda yaşayan yahudilerin daha “temiz” yöntemlerle imhasına karar verdi ve onları trenlere bindirerek Treblinka’daki gaz odalarına gönderdi. Korkunç haber Varşova gettosunda geriye kalan az sayıdaki Yahudi arasında yayıldı; Almanlar Yahudilere “gaz verirken” (lafzen), kalan Yahudiler de birbirine “gaz verdi” (mecazen) ve 1943 yılında, kaybedecek bir şeyleri kalmadığını anlayan getto sakinleri ayaklanma başlattı.

Eh, Almanlar zaten Yahudileri öldürecek sebep arıyor, bir de ayaklanma olunca alayını katlettiler. Yahudileri bitiren Almanlar, yavaş yavaş Yahudi olmayan Polonyalılara bulaşmaya başladı. Sonuç, daha önceki bölümlerimizde detaylıca bahsettiğim 1944 Varşova ayaklanması ve koca şehirde taş üstünde taş, baş üstünde baş kalmaması:


Savaş bittiğinde, çok az sayıda Polonyalı ve gettodan kaçıp Aryan halkın arasında saklanmaya çalışan küçük bir grup Yahudi sağ kalmıştı (Adrian Brody dahil olmak üzere…) Savaş esnasında Polonyalıların Yahudi halka karşı tutumu da değişkendi; kimi Polonyalılar, komşularını, dostlarını her türlü tehlikeyi göze alarak sakladı. Örneğin Polonyalı bir doktor, Rozwadow gettosunda yaşayan Yahudilerin tümüne tifüs mikrobu aşılayarak gettoyu karantinaya aldı ve Almanlar buraya hiç yaklaşmadılar.

Ama Yahudileri saklamak cezası ölüm olan bir suç olduğundan bazı Polonyalılar da saklanan Yahudileri ihbar etti, onların malına mülküne kondu, en azından canlarını kurtarmak için bunu yaptıklarını kendi vicdanlarına kabul ettirdiler. Bu konuda çevrilmiş Oskarlı bir diğer film Ida’yı mutlaka seyretmeli derim bence…

Ama Polonyalıların savaş esnasında takındığı tutumla ilgili asıl okunması gereken, hatta her insan oğlunun insan olabilmek için okuması gereken eserlerin başında Polonya yahudisi ünlü yazar Jerzy Kocinski’nin “Boyalı Kuş”u gelir. Ailesi, romanın kahramanı olan çingene çocuğu Nazilerden kurtarabilmek için uzak bir köye yollar. Çocuk, evine sığındığı yaşlı kadın öldükten sonra kendi başının çaresine bakmak zorunda kalacak, ama savaş döneminin sıkıntılarını yaşayan Polonya taşrası tarafından dışlanacak, hatta nazilere teslim edilmek istenecektir.  Kendisi de savaşa 6 yaşındayken tanık olan ve ailesiyle Katolik bir kimlikle saklanan Jerzy, savaşın inanılmaz vahşetini, aklınıza gelmeyecek detaylardaki dehşetini bu küçük çocuğun gözünden anlatır.
Stare Miasto sokaklarında dolaşırken karşıma Kocinski’nin “Boyalı Kuş”u çıkıverdi!

Kocinski, ilerleyen yıllarda komünist yönetimden de kaçarak ABD’ye yerleşir. Polonyalılar, savaş sırasında taşradaki halkı çok acımasız ve vahşi betimlediği için yazara pek ısınamazlar. Jerzy, ilerleyen yıllarda “The Pianist” Polanski ile arkadaş olur, hatta onun evindeki bir davete katılmak için yola çıkar, ama kaybolan bir bagajını uzun süre beklediği için davete vaktinde varamaz; o sırada da, ABD’nin en meşhur seri katillerinden Charles Manson, Polanski’nin evini basmış, yönetmenin eşi de dahil 5 kişiyi öldürmüştür…

Hayatının değişik dönemlerinde, farklı terör ve vahşet tecrübeleri edinmiş ve sonunda inithar ederek bu dünyadan ayrılmış Kocinski’nin “Boyalı Kuş” kitabının tüm dünyada zorunlu okutulması gerektiğini söyleyebilirim. Şiddetin, acımasızlığın bu çıplak, sade ve şiirsel anlatımı belki kafalarımıza bir şeylerin dank etmesini sağlar…

Peki efendim, bu korkunç trajediyi yaşamış gettodan günümüze ne kalmış? Bölgede gezilecek, görülecek, ibret alınacak bir şey var mı? Öncelikle, getto başta olmak üzere Varşova’nın dümdüz edilmiş olmasından dolayı o döneme ait görebileceğimiz pek bir bina, kalıntı, eser yok… Yine de eskiden gettonun bulunduğu bölgede kısa bir yürüyüş yapılabilir; ilk durak, gettonun güneydoğu girişi sayılabilecek Sienna Sokağı’nın girişindeki küçük duvar parçası olabilir.
Şimdilerde özel bir mülkün avlusunda kalan, ama yine de bahçeye girip bir göz atabileceğiniz duvar, 75 yıl öncesinin acılarına tanıklık etmiş. Burada ve şehrin değişik bölgelerinde bulunan birkaç kapı gettoya kontrollü giriş çıkışı sağlıyormuş (tabii Nazi askerlerinin). Sienna sokağından başlayarak eskiden gettoya ev sahipliği eden sokaklarda yürürseniz, trajediyi anan plaketlerden, yıkılmaya yüz tutmuş binalardan ve bölgenin geleceğini şekillendirecek büyük kentsel dönüşüm projelerinin reklamlarından fazla bir şey göremezsiniz…
Varşova’da şehrin en önemli caddelerinden birinin adı halen Jerozolimskie; yani Jerusalem! Hatta caddenin ortasında Kudüs’ü temsilen (plastik de olsa) bir palmiye dikili…

Şehri doğu-batı yönünde kat eden Chlodna Caddesi önemli bir ulaşım arteri olduğundan, burada getto ikiye bölünmüş ve caddenin üzerinden geçen bir yaya köprüsüyle bağlanmış. Günümüzde Chlodna ve Zelazna Caddelerinin kesiştiği bu noktaya giderseniz yine bir şey göremeyeceksiniz; ama dikkatli, çook dikkatli bakarsanız etrafınıza, dünyanın en “dar” eviyle karşılaşacaksınız:
Soldaki fotoğraf “ev”in önden, sağdaki de arkadan (giriş kapısı) görünümü…

Haliyle, dünyanın en “dar” evini görmek kolay değil; adı üstünde, caddeye cephesi fark edilemeyecek kadar “dar”. Ben de bulabilmek için bayağı bir bakındım doğrusu; ama evi mutlaka görmek istiyordum, çünkü Varşova rehberi kitapçığından okuduğuma göre bu ev ünlü Yahudi yazar Etgar Keret’e aitmiş!

Öykü severler Etgar Keret’in adını mutlaka duymuştur; duymayanlar da hemen not etsin efendim; Etgar abimiz, Polonya’daki Nazi soykırımından, bir evin döşemeleri altında 3 yıl saklanarak kurtulabilen Yahudi bir baba ve annenin 1967 yılında doğmuş oğludur. 1992 yılında ufaktan yazmaya başlamış ve “Borular” isimli öyküsüyle tanınmaya başlamış.
Keret, kısacık ve çarpıcı öyküler yazar. Öyküleri son derece sade bir dille kaleme alınmıştır; gerçek hayatta başlayan hikayenin birdenbire sürreel dünyaya kayması, paralel bir evrende seyredip yeniden dünyamıza dönmesi okuyucuyu çarpar. Öykülerinden bazılarını Murakami’nin kısa öykülerine de benzettim doğrusu; bir dolaba girip ortadan kaybolan, farklı bir gerçekliğe geçen kahramanlar, borunun bir ucundan girip diğerinden çıkamayan objeler, cehennemin kapısında bakkal işleten aileler… Hayatın acısı ve acımasızlığı ile genç yaşta tanışanlar, İsrail-filistin itişmesinin dramını yaşayan gençler…

Siz Keret’in öykü kitaplarını araştıradurun, ben de yazarımızın Varşova’daki, “dünyanın en dar evi”ni göreyim. Eh, görecek pek bir şey yok zaten, en geniş yeri 133 santim olan çelik konstrüksiyon “yapı”, iki apartmanın arasındaki boşluğa monte edilmiş, büyücenek bir klimanın dış ünitesi gibi bir şey!  Zaten bu “ev” Polonya makamlarının bina inşaat yönetmeliklerini karşılamadığı için, ev olarak değil, bir sanatsal enstalasyon olarak kabul ediliyormuş.
Keret Evi, iki binanın arasında, tostun kaşarı gibi duruyor…

Elektriğini yandaki binadan ödünç alan, suyu da geri dönüşümlü bir sistemle kendi içinde kullanan bu “ev”, bir yatak odası, bir mutfak, banyo ve oturma odasından meydana gelmiş. Keret, kendisi olmadığı zaman evini Varşova’yı ziyaret eden meslektaşlarına açıyormuş. Ben de bir dahaki gidişimde Etgar’ı arayıp yatıya gelmek istediğimi söyleyeceğim; ama bu kadar dar bir evde klastrofobiden nalları dikerim! Tabii, adamların fıtratında var, üç yıl boyunca döşeme altında nazilerden saklanmaya alışıklar!

Keret böyle bir eve sahip olma fikrine nasıl kapılmış diye düşünürken, aklıma Varşova’nın eski şehir merkezindeki mimari şaheser geldi! Efendim, Keret’in sanatsal “şey”inden önce de dünyanın en dar evi ünvanı yine Varşova’daki bir binaya aitmiş; Stare Miasto’daki Kanonia meydanında bulunan aha şu ev, insanı daraltacak kadar dar inşa edilmiş:
Resmin ortasındaki evin cephesi son derece dar olsa da, arkaya gittikçe genişleyen, üçgen bir plana sahip. Ön cephesi niye dar diye soracak olursanız; vakti zamanında Varşova Belediyesi, emlak vergisi denilen zorbalığı ilk kez uygulamaya koyduğunda, neye göre vergi alsak diye düşünmüş. Aklıevvel bir zabıta, “efendim, binaların caddeye bakan ön cephe yüzey alanı ile orantılı vergi alalım” diye bir fikir atmış ortaya ve kabul edilmiş! Vergi matrahının sırrını öğrenen bir Yahudi de resimde gördüğünüz binayı daracık bir boşluğa konduruvermiş… (niye Yahudi diye sormayın, yazı boyunca çektikleri trajediden bahsettik, bari biraz da cimriliklerine dokunduralım)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"