Varşova’da Krallara Layık Bir Tur

Varşova'ya gitmeden önce kulağınıza gelecek söylentilerden biri "Varşova" ile "gezelim görelim" kelimelerinin bir araya gelmesinin ne kadar zor olduğudur. Turizm faaliyetleri genellikle eski başkent Krakow'a yönlendirilir, çünkü Varşova gri ve sevimsiz bir kenttir, zaten ikinci dünya savaşında şehrin %90'ı tamamen yıkıldığı için göreceğiniz hiçbir bina orijinal değildir, bir de yılın 300 günü falan hava kapalıdır…
Bu derece olumsuz bir propaganda, hele ki biz başkentliler için, "amanın, ikinci bir Angara mı görmeye gidiyorum" endişesi uyandıracaktır; ancak endişeye mahal yok, Varşova gezginler için oldukça keyifli bir tecrübe olabilir. Öncelikle "ama şehir ikinci dünya savaşından sonra yeni yapılmış, tarihi ve estetik bir silueti yok ki" düşüncesini silip atalım; çünkü Varşova o büyük yıkımın ardından tamamen eski dokusuna sadık kalınarak yeniden yapılmış bir şehir. Mimari güzellikleri seyrederken yapım tarihlerinin 1950'ler, 60'lar olduğunu düşünmeyin ve kendinizi orta çağda hissedin… Zaten UNESCO bile küçük bir kıyak geçerek şehrin eski merkezini (Stare Miasto) "Dünya Kültür Mirası"na dahil etmiş:


Şehirde gezecek çok kısıtlı zamanı olanlara Stare Miasto'yu gezmelerini önerip yukarıdaki yazımızla rehberlik etmiştik; vakti biraz daha bol olanlar ile birlikte de şehrin geri kalanına doğru yelken açabiliriz şimdi…

Eski şehirde tam bir tur attıktan sonra Zamkowy Meydanı'na, Kraliyet Sarayı'nın önüne geri döndünüz. Meydandan aşağıya, güneye doğru uzanan cadde, "Krakowski Przedmiéscie" olarak bilinir. Diliniz dolanmadan telaffuz etmeniz zor; onun için biz bu caddeye "Kraliyet Yolu" diyelim, ki Varşovalılar da böyle diyorlar, ve Kraliyet Sarayı'ndan başlayıp kraliyetin bir başka sarayı olan Wilanow'da biten yol boyunca ilerleyelim…
Yola çıkar çıkmaz solumuzda bir halk kahramanının anıtını göreceğiz… Polonya tarihinin en sevilen şahsiyetlerinden Adam Mickiewicz'e adanan bu anıtın Türkler için de büyük bir anlamı var. Adam, 1798 yılında doğmuş, Polonya tarihinin en önemli şairlerinden biri; hayatı boyunca rahat yüzü görememiş, Polonya'nın bağımsızlık mücadelesi için ömrünü tüketmiş bir kahraman. Rusya'nın baskısı altında inim inim inleyen Polonya'nın bağımsızlığı için şiirler yazmış, halkının maneviyatını güçlendirmiş ve bu uğurda ülkesinden ayrılmak zorunda kalarak Avrupa'nın birçok şehrinde mücadele vermiş bir direnişçi…

Daha önceki bir yazımda benzer bir halk kahramanı sanatçıdan bahsetmiştim; Chopin! Tabii Chopin Paris'e yerleşerek daha ziyade sanatını icra etmiş ve her zaman Polonya'yı desteklemiş; ama Mickiewicz, Chopin'den farklı olarak cephede de büyük mücadele vermiş. İki sanatçının ortak noktaları, vatanlarına dönemeden, gurbet ellerde son nefeslerini vermeleri; Chopin'in Paris'te öldüğünü biliyoruz, Mickiewicz ise hayatına İstanbul'da veda etmiş!
O yıllarda Rusya, Osmanlı İmparatorluğu ile Polonya Krallığı'nın ortak düşmanı ve iki hanedan arasında büyük bir dayanışma yaşanıyor. Osmanlılar, 19. Yüzyılda Polonya-Rus Savaşından kaçan bazı Polonyalıları İstanbul'da ağırlıyor. Mickiewicz, İstanbul'daki Polonyalılarla dayanışmak için şehrimize geliyor, yaralılarla, hastalarla ilgileniyor, ama hastalar arasındaki kolera salgını yüzünden bu amansız hastalığa yakalanarak 1855 yılında burada vefat ediyor. Bu arada, sağ kalan Polonyalı askerler için Beykoz sırtlarında bir arazi tahsis edildi ve burada kurulan köyün adı zamanla Polonezköy olarak tescil edildi ve sakinleri 1938 yılında Türk vatandaşlığına kabul edildi…

Biz yolumuza devam edelim ve az sonra solumuzda aslan heykelleri, kahraman anıtları olan görkemli binanın önünde bir nefes alalım. Günümüzde Başkanlık Sarayı olarak hizmet veren bu bina, 1955 yılında Varşova Paktı'nın imzalandığı mekan olsa da, 1999 yılında Polonya'nın NATO'ya katılmasıyla binanın girişinde Polonya, AB ve NATO bayrakları beraber dalgalanır olmuş.
Sarayın tarihi 17. Yüzyıla dayansa da, asıl ihtişamını 18. Yüzyılda, Poniatowski Ailesi'nin eline geçtiğinde yaşamaya başlamış. O yıllarda Game of Thrones dizisi gibi, krallık çeşitli soylu ailelerin arasında el değiştirebiliyormuş ve 1764 yılında Poniatowski'gillerden Stanislaw kral olmuş (halbuki Game of Thrones dizisinde Stanis çok feci çuvallamıştı). Binanın (bizim göremediğimiz) iç mimari detaylarının muhteşem olduğu, hatta 1937 yılında Polonya'yı ziyaret eden Alman Bakan ve Orgeneral Hermann Goering'in sarayda ağzı bir karış açık, hayran hayran dolaşırken toplantısına yetişemediği söylenir (belki de naziler Varşova'yı işgal etmeye o anda karar vermişlerdir)

Şimdi Saray'dan da çıkalım, zaten içeri girememiştik, ve yolumuza devam edelim… Az ileride köşede Varşova'nın en eski ve meşhur otelini göreceğiz; Bristol Otel! Bir zamanlar şehre gelen meşhur simaların tek tercihi (belki de tek alternatifi) olan bu otelin ziyaretçileri arasında Picasso'lar, Nixon'lar sayılırken, bizim ilgimizi bir başka isim çekiyor; Nazım Hikmet…
1958 yılında Nazım Hikmet Moskova'ya sürgüne giderken, eşi Münevver de Varşova'ya yerleşmiş. Nazım Hikmet, sürgünü izleyen ilk 5 yıl içinde 3 kez Varşova'ya gelmiş ve eşinin yanında değil, Bristol Otel'de konaklamış (sanırım Vera vakası yüzünden). Üstad, Saman Sarısı şiirinde Biristol Oteli şu şekilde anmış:

Üst ranzada ben uyuyorum,
Varşova'da Biristol Oteli'nde
Yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığım yoktu
Oysa karyolam tahtaydı dardı
……………………..
İniyorum merdivenleri dördüncü kattan
Asansör bozulmuş yine
Aynaların içinde iniyorum merdivenleri

Nazım Üstad'ın her gelişinde kaldığı dördüncü kattaki 4xx numaralı oda (biliyorum ama söylemeyeceğim işte) Türk ziyaretçiler tarafından halen tercih ediliyormuş ve otel yönetiminden ısrarla bu odada kalmayı talep eden müşteriler varmış… Rivayete göre, Nazım Hikmet asansörü bozuk Bristol Otel'de kaldığı ilk gecenin sabahında, dışarıda pazar ayini için bekleşen kalabalığı görünce çok şaşırmış; Rusya'da dini inançların tamamen köreltilmesinden dolayı, bir doğu bloku ülkesinde kiliselere akın edilmesi şaşırtmış üstadı… Yanında bulunan Zekeriya Sertel, Rusların Polonyalıları bu şekliyle, "dindar komünistler" olarak kabul ettiğini açıklamış… Ayrıntılar için:


Acaba Nazım Hikmet'i şaşırtan, önünde cemaatin toplaştığı kilise hangisi olabilir ki? Bristol Otel'in az ilerisinde karşınıza ön cephesi etkileyici bir kilise çıkacak, tarihi/turistik çok bir önemi olmasa da seyreylemesi güzel… Şairimizin gözüne takılmış olabilecek bu kilisenin orgunda Chopin abimiz de çalmayı severmiş netekim:
Otel ve kilisenin ardından yürüyüşümüzü sürdürüyoruz ve karşımıza Varşova Üniversitesi, Kopernik anıtı ve Polonya Bilimler Akademisi çıkıyor ki, bu konulara daha önce değinmiştik:


Bu noktadan sonra "Krakowski Przedmiéscie" caddemizin ismi değişiyor ve Nowy Swiat oluyor… Eh, hiç olmazsa telaffuzu daha kolay… Nowy Swiat, Kraliyet Yolunun önemli bir bölümünü içeriyor ve günümüzde de Varşova'nın en sevimli, gezilesi mekanlarından… Daha 19. yüzyılda modern evlerin inşa edildiği, oldukça kalabalık bir iş/alışveriş/eğlence merkezi olan bölge, savaş sırasında yıkılsa da, aslına sadık kalınarak tekrar inşa edilmiş.
Bugün Nowy Swiat Caddesi, toplu taşım araçları ve bisikletler dışında çok sınırlı araçların girebildiği bir cadde olmasından dolayı gayet ferah bir yaya bölgesi. Oldukça şık mağazalar, değişik ülke mutfaklarının sunulduğu seçkin lokantalar ve binaların ikinci-üçüncü katlarında hizmet veren eski şirketlerin ofisleri ile keyifli bir yürüyüş caddesi. Alabildiğine yürüyün derim…
Nowy Swiat Caddesi, şehri doğu-batı doğrultuda kesen en önemli bulvar olan Jerozolimskie (Kudüs) Caddesi ile kesiştikten sonra isim değiştiriyor ve cıvıltısını kaybediyor. Kraliyet yolunda ilerlemeye devam ediyoruz, ama şimdilik etrafımız bazı kamu binaları ve büyükelçilikler ile çevrili… Birden yolun kenarında karşıma kürsüden konuşan bir kovboy heykeli çıkıyor ve karşımızda Ronald Reagan:
Solda Polonyalı, sağda Macar Reagan…

Polonyalılar, Reagan'ın komünizme karşı savaşının, doğu blokunun çözülmesinde ve ülkelerinin liberal demokratik bir sisteme geçişinde önemli rolü olan, güçlü bir lider olarak tanıyorlar. Birden aklıma birkaç ay önce Budapeşte'de Meclis'e yakın bir caddede yürürken zank diye karşıma çıkan Reagan heykeli geliyor; bizim kovboy gerçekten de doğu bloğunda bir halk kahramanı olmuş! La have vela kuvvete çektikten sonra yolumuza devam ediyoruz ve Kraliyetin ihtişamını yaşayacağımız cazip bir bölgeye geldiğimizi solumuzda beliren Ujazdow Parkı ile anlıyoruz:
Dev ağaçların altında serinleyeceğiniz (zaten Varşova'da serinlemek isteyeceğiniz mevsim oldukça kısıtlı) bu görkemli parkta uzun uzun kafa dinlemek isteyebilirsiniz. Ama düğün albümüne temalı fotoğraf kondurmak adetinin sadece ülkemizle sınırlı olmadığını, Polonyalı genç çiftlerin de parkta bahçede resim çektirmek için birbiriyle yarıştığını görüp tahtınızı ve bankınızı onlara bırakabilirsiniz:
Ujazdow Parkında fazla oyalanmadan, az aşağısındaki Lazienski Parkı'na doğru ilerleyin ve Varşova'nın en keyifli mekanlarından birinde, şehrin hayhuyundan tamamen uzaklaşarak sincaplar ve tavus kuşları arasında güzel bir yürüyüş yapın:
Lazienski Parkı, daha önceki bir yazımda belirttiğim gibi, büyük bir Chopin heykeline ev sahipliği yapıyor ve bazı pazar günleri öğleden sonraları halka açık piyano konserleri veriliyor. Denk getirebilirseniz ne ala, getiremezseniz de sizi oyalayacak epey malzeme var. Parkın girişindeki, Varşova Üniversitesi tarafından 1818 yılında kurulmuş olan Botanik Bahçesi 10,000'in üzerinde bitki çeşidini barındırıyor.
10,000 bitki bana fazla gelir diyorsanız, yazımızın başlarında bahsi geçen kral Stanislaw tarafından yaptırılan saray-park kompleksi Lazienski'nin derinliklerine girelim:
Parkta yaşayan hayvan arkadaşlarımızı ürkütmemek için bisiklet, kaykay gibi tekerlekli faaliyetler ve mangallı piknikler yasaklanmış. Onun için yaya yaya yürüyerek parkta dolanın, gönlünüzce kaybolun, istediğiniz yerden geri çıkın…
Ama kaybolun dediysem, parkın tek taş yüzüğü diye niteleyebileceğimiz "Adadaki Saray"ı kaçırmayın! Daha formal bir adı var mı, bilmiyorum, ama parktaki dev göleti ikiye ayıran bir kara parçası üzerine yapıldığından adadaki saray olarak anılıyor… 17. Yüzyılda (afedersiniz) hamam olarak inşa edilen bina, sanatsever Kralımız Stanislaw tarafından yazlık saray olarak yeniden düzenlenmiş.
Değişik mimari tarzlarla süslenen görkemli sarayda, Kral Stanislaw'ın verdiği "Perşembe Partileri"ne davet edilmek zamanın aristokrasisi için çok önemliymiş. Gölette Sarayın az ilerisinde bulunan amfitiyatroyu, binicilik okulu, kış bahçesi, muhafız kulübeleri gibi müştemilatı da yürüyüşünüz esnasında görebilirsiniz.

74 hektara yayılan bu dingin parktan çıkmayı başarabilirseniz kraliyet yolu boyunca ilerlemeye devam edebilirsiniz. Ama baştan uyarayım; yolun bundan sonrası, uzunca bir süre ilgi çekici bir atraksiyon göremeyeceğiniz geniş ve huzurlu bir cadde; Varşova'da bazı caddeler o kadar geniş ki, eni ile boyunu karıştırabilirsiniz. Tabii bu genişlik sadece araçların hayrına değil; yayalara ve yeşilliğe ayrılan kesim bizim alışık olmadığımız kadar cömert…
Kraliyet Yolu'nun (Royal Route) sonuna kadar royal royal gidecek olursanız "Varşova'nın Versay"ı olarak nitelenen, Avrupa Barok mimarisinin en güzel eserlerinden sayılan Wilanow Sarayı'na ulaşacaksınız. Bu muhteşem sarayı yaptıran Kral Jan III Sobieski çok yakından tanıdığımız bir figür; yazının başında tanıttığım halk kahramanı Mickiewicz, Türk-Polonya kardeşliğinin temsilcisi olduğu gibi, Sobieski tam tersi bir ilişkinin kahramanı…

Yıllardan 1683, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Viyana kapılarına dayanmış, şehir çaresiz, düşmek üzere… Rivayet odur ki, Merzifonlu topla, tüfekle, tüm gücüyle yüklense şehir düşecek; ancak Paşamız şehrin mimarisine, zenginliğine, görkemine zarar gelmesin diye sadece kuşatmayı uzatarak Viyanalıları teslim olmaya zorluyor. Merzifonlunun bu asil hoşgörüsü pahalıya patlıyor ve Sobieski kumandasında bir ordu uzayan kuşatmadan canı sıkılan yeniçerilerimizi dağıtıyor. Sobieski büyük bir kahraman olarak Viyana'ya giriyor, Papa tarafından "Hristiyanlığın koruyucusu" olarak kutsanıyor, Merzifonlu'nun çadırını hatıra olarak yanına alıp ülkesine dönüyor (çadırdan parçaların sarayın müzesinde sergilendiğini duymuştum).
Bir saraydan başlayıp diğer sarayda biten kraliyet yolumuzun sonuna geldik, dağılabilirsiniz… Yazıdan da anlaşılacağı gibi, Varşova kuzey-güney doğrultusunda gezilen bir kentimiz, eski şehir merkezinden (Stare Miasto) başlayıp kraliyet yolu boyunca ilerleyince şehrin (görmeye değer) %80'ini görmüş oluyorsunuz diyebilirim… Kalan kısmı için, Nowy Swiat'tan sağa dönüp bir miktar batıya ilerleyerek daha önce tanıttığım Bilim ve Kültür Sarayı ile Yahudi Mahallesini gezebilirsiniz:



Dikkatinizi çektiyse, gezi yazımızda şehrin ortasından geçen Vistula nehrine ve şehrin diğer yakasına pek değinemedik… Ne yazık ki Vistula nehri, Seine'in Paris'e, veya Tuna'nın Budapeşte'ye verdiği lezzeti Varşova'ya katamamış… Şehrin doğu yakası ise yakın bir zamana kadar pek tekin olmayan, viran bir bölge imiş. Ama bugünlerde "Praga" diye bilinen doğu yakasının hızla toparlandığı, hip bir bölge olma yolunda ilerlediği söyleniyor:
"Batı"dan bakınca gördüğümüz, 2012 Avrupa Kupası için yapılan şehrin yeni stadyumu bölgeyi daha canlandırdığı gibi, bir Türk şirketince inşaatı yeni tamamlanan, Vistula nehrinin altından geçerek şehri doğu-batı doğrultusunda kateden ikinci metro hattı bölgeyi "gelişmiş batı"ya bağlıyor.
Doğu-batı ikilemi yaşayan Varşova kuşları…

Evet efendim, Varşova'dan yaptığımız yayının sonuna geldik… Uçağımızı yakalamak için bir an önce Frederyck Chopin uluslararası havaalanına yollanıyor, şirin mi şirin Angaramızın havaalanının adının niye böyle karizmatik olmadığına hayıflanıyoruz… Belki bir gün bizler de "Ver diyom vermiyon", "Vekilime kaymak lazım", "Atakule'den at beni" şarkılarıyla sevilen Ankaralı Turgut'un adını havaalanımızın tabelasında görüp gururlanabiliriz… 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"