Prenses Kaguya'nın Masalı

Hikayemiz şöyle; uzayda iki koloni arasında çıkan bir savaşta, can güvenliğini sağlamak için Ay Krallığı’nın Prensesi Kaguya emaneten dünyaya gönderilir. Prenses, bir bambu ağacının gövdesi içinde Japonya’ya iner ve bir bambu ormancısı tarafından bulunur. Bambucumuz Prenses Kaguya’yı bulduğunda henüz bir başparmak büyüklüğünde, çok güzel bir bebektir!
Çocuğu olmayan bambucu, uzaydan geldiğini bilmediği bu güzel bebeği karısıyla birlikte büyütür. Bebek doğa üstü bir hızla büyür ve ihtiyaçları artarken, bambucumuz prensesi koruyan ağaçtan her parça kestiğinde rahat bir hayat sürmelerini sağlayacak altınlar bulur ve kızını (prensesi) güzelce yetiştirir. Prenses Kaguya, büyüdükçe başka dünyadan gelmişcesine güzel bir kız olur ve ülkenin en gözde, zengin, asil bekarları, ve hatta imparator peşine düşer.
Prenses Kaguya hiçbirine, imparatora bile yüz vermez; çünkü bir dolunay gecesi nereden geldiğini ve sonunda nereye gideceğini hatırlar. Ay Krallığı, savaş sonunda prenseslerini elbet bu geri kalmış dünyadan alacaktır!
Hikayeyi dinlediniz ve burun kıvırdınız; ikinci sınıf bir bilim kurgu senaryosuna benzediğini düşünüyorsunuz. Daha iyisinin yazılabileceği, hikayede birçok klişe kalıp yer aldığı aklınızdan geçiyor. Yıldız Savaşlarındaki Prenses Leia’dan bile esinlenmiş olabilecekleri, hikayenin sıradanlığı aklınızı kurcalıyor ama…

… Ama, şimdi zurnanın zırt dediği yere gelelim. Bu hikaye, 60’lı, 70’li yıllarda Hollywood’da yazılmış bir hikaye değil. 19. Yüzyılda Jules Verne’in çiziktirdiği bir öykü de değil. Prenses Kaguya’nı masalı, 1100 yıl önce, 10. yüzyılda Japonya’da yazılmış bir halk masalı! 10. yüzyıl diyorum dostlar, bırakın bilim kurguyu, henüz dünya üzerinde “kurgu” bile yazılmayan bir devirden!
Zaten dünyanın ilk kurgusal romanı olarak kabul edilen “Genji’nin Hikayesi” de hemen hemen aynı dönemlerde Murasaki Shikibu tarafından Japonya’da kaleme alınmış. Prenses Kaguya’nın hikayesi ise, daha çok anonim bir halk masalı niteliğinde anlatılagelmiş ve bilim kurgunun atası olmuş! Günümüzün modern toplumları haçlı savaşları, mezhep savaşları ile birbirini boğazlarken, Japon hayal gücü uzaylıları savaştırıp prenseslerini dünyada saklamış!

Eğer hikaye ilginizi çektiyse, gözünüzde canlandırmaya çalıştıysanız, “keşke filmi de olsaymış” diye düşündüyseniz size bir müjdem var; çeşitli dönemlerde sinemaya, çizgi filmlere, dizilere konu olan bu efsane halk masalı, 2013 yılında Stüdyo Ghibli’nin radarına takılmış ve muhteşem bir animasyona dönüşmüş.
Stüdyo Ghibli dediğimizde hemen aklınıza Hayao Miyazaki gelecektir tabii, ancak bu film Ghibli’nin diğer kurucusu, Miyazaki’nin can dostu, ortağı ve bir anlamda “tamamlayıcısı” Isao Takahata tarafından yönetilmiş. Aynı dönemde Miyazaki “The Wind Rises” üzerinde çalışırken, Takahata da bin yıllık bir halk hikayesini animasyona uyarlamış…

Kendisi çizimci olmayan Takahata’nın kariyerindeki en önemli kavşak noktası, sanırım Alp Dağları’nın kızı Heidi’nin yapımcılığı ve yönetmenliği üstlenmesi; yani Isao abimiz çoğumuzun çocukluk anılarına (biz bilmesek de) damgasını vurmuş bir sinemacı. 70’lerde ve 80’lerde animasyon çalışmalarına devam etmiş ve dostu Miyazaki tarafından Stüdyo Ghibli’nin kuruculuğuna davet edilerek yeni şirketindeki ilk filmi “Grave of the Fireflies” ile dünyayı ayağa kaldırmış!
Takahata ve son filmi Prenses Kaguya tarz olarak Ghibli’nin daha bilindik eserlerinden ayrılıyor; Sprited Away, Howl’s Moving Castle, My Neighbor Tottoro gibi filmleri izlediyseniz, filmlerden fışkıran mutluluk, iyimserlik, naiflik, çevrecilik, barış ve muhteşem bir hayal gücü kadar çizimlerdeki mükemmellik, gerçekçilik, detayların şaşırtıcı keskinliği insanın aklını başından alır.
Isao Takahata’nın filmi ise bilindik Ghibli ürünlerinden daha farklı bir tarzda çevrilmiş. Dışavurumcu sanat akımlarından etkilenmiş olan Takahata, bu filmini sanki suluboyayla çizilmiş bir hayal dünyasını yansıtırcasına kotarmış. Filmdeki her bir kareyi dondurup çıktısını alarak duvarınıza asabilir, o muhteşem renkleri, figürleri uzuun uzun seyredebilirsiniz.
Bu açıdan film, hikayesini bir kenara bıraksak bile, müthiş bir seyirlik. Filmin süresinin biraz uzun ve sonlara doğru hikayenin ucunu azıcık kaçmasının olumsuzluğunu bu görsel şölenin birkaç dakika daha sürecek olmasının verdiği teselli kurtarıyor.

Film Japon toplumunu, folklorunu, geleneklerini yansıtması açısından da çok başarılı. Japon kırsalında yaşayan köylülerin hem çektikleri zorlukları, hem de sade, naif ve mutlu hayatlarını izleyebiliyorsunuz. Bir taraftan da, toplumun katı kurallarına göre yaşamak zorunda kalmış soylu bir hanfendinin uzaktan hoş görünen altın kafesteki bülbül trajedisine tanık oluyorsunuz.
Özellikle filmin 50. dakikası civarlarında, prensesimizin şehirdeki malikanesinden köyüne kaçışı sahnesi var ki, birkaç dakikalık bu sinema şölenini mutlaka izleyin derim! Son derece sade ama yaratıcı, renklerin, perspektifin, çizgi karakterlerdeki hareketin dahice kullanıldığı, okullarda mutlaka gösterilesi bir sahne… Ben de geri alıp alıp birkaç kez seyretmeden edemedim…
Filmimiz hikayenin orijinalliği, teknik, görsellik ve Japon kültürünü tanıtım ögelerine ek olarak çeşitli metaforlarla bir takım mesajlar da veriyor. Çok daha üstün bir uygarlıktan dünyaya gönderilen kızımızın “kayıp cennetten” gelişi ve sonunda oraya dönecek oluşu; dönüşü esnasında Budist bir aydınlanma, insanoğlunun dünyayı tarumar etmesi inceden işlenmiş.
Bu arada, 1100 yıl önce yazılan orijinal hikayede de çok ilginç detaylar yer almakta; filmde göremesek de, Ay İmparatorluğu’nun ulaşım aracının “uçan daire”, yani yuvarlak bir kaportaya sahip oluşu dikkat çekici; demek ki dairesel uzay gemilerinin standardı 10. Yüzyılda Japonlarca belirlenmiş!

Uzun lafın kısası, farklı bir animasyon izlemek, kendinize görsel bir şölen çekmek ve japon’un hayal gücüne “yapmış” demek istiyorsanız, Prenses Kaguya’nın Masalı’nı izlemenizi tavsiye değil, emrederim!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"