İslami Kahire

Minareden At Beni, İn Aşağı Tut Beni

Tolunoğlu Camiindeki (geçen bölüm) esrarengiz bekçimiz ile vedalaştıktan sonra kendimizi Kahire sokaklarına atalım ve gizemin, heyecanın doruklarına çıkalım… Bulunduğumuz bölge, Kahire’nin en eski yerleşim bölgelerinden biri ve hayat birkaç yüzyıl önceki tempo ve dekorda devam ediyor…

Şimdi, Kahire’nin en eski yerleşim bölgesi dediğimiz zaman aklınıza piramitler, firavunlar, dikilitaşlar, osirisler falan gelmesin. Her ne kadar Heliopolis, Giza, Memfis gibi antik Mısır şehirleri halen Kahire’nin yerleştiği araziye çok yakın olsa da, Kahire nispeten genç, yeni (binyüz yıl civarı) bir şehrimiz.
Bir önceki yazımda bahsetmiştim; Kahire civarındaki ilk Müslüman yerleşim, 7. Yüzyılda Mısır’ı fetheden İslam komutanı Amr Bin As tarafından kurulan Fustat bölgesi. Bölge, o zamanlar civarda yaşayan Hristiyan Mısırlıların (Kıptiler) yerleştikleri, kiliselerini inşa ettikleri Babil Kalesi’nin yakınlarında yer almış. Ardından, Tolunoğulları döneminde Fustat’ın az berisine Kata’i bölgesi kurulmuş.

Kahire’nin “Kahire” olması ise Fatımiler dönemine denk geliyor… Şii kökenli Fatımi Devleti, Tunus’ta kurulduktan sonra hızla genişliyor, 10. Yüzyılda Mısır’ı işgal ediyor ve Fustat yakınında büyük bir başkent kurmaya karar veriyorlar. Şehir kuzeye doğru genişlemeye devam ediyor ve “galip gelen, fetheden” anlamındaki “Kahire” ismini alıyor…
Aslında Kahire şehrin resmi ve dış dünyada bilinen adı; halk arasında şehir “Mısr” olarak anılmaya devam ediyor. Şehrin bir de lakabı var ki, bugünkü konumuz ile doğrudan ilgili; özellikle İslam dünyasında “bin minareli şehir" olarak haklı bir şöhret yapmış… Minare sayısı konusunda bir garanti veremeyeceğim, ama şehrin siluetine oldukça hoş bir katkı yaptıkları tartışılmaz:
Bin minareden birkaçı...
Şehrin Müslüman kimliği Fatımi döneminde iyice gelişmiş. Bu dönemde islam dünyasında çift (hatta üç) halifelik dönemi yaşanmış; Bağdat merkezli Sünni hilafeti, Mısır merkezli Şii hilafeti ile Endülüs Halifeliği… Hatta ilk haçlı seferlerinin başarıya ulaşıp Kudüs ve civarının işgal edilmesinde bile bu ayrı gayrılığın (Bağdat/Kahire) büyük payı olmuş.

Ancak 12. Yüzyılda Fatımilerin kendi içlerindeki iktidar savaşları iyice ayyuka çıkmış, Kahire merkezli komplolar, taht oyunları baş döndürmeye başlamış ve sonunda Vezir Şaver kendisine oyun oynayan iç mihraklara karşı Şam’dan yardım istemiş. Şaver’e yardım için gelen orduların başında İslam dünyasının en meşhur komutanlarından Selahaddin Eyyubi de bulunuyormuş.

Ancak Şaver, güç dengelerindeki değişimden korkarak sürekli taraf ve müttefik değiştirmeye başlamış. Öyle ki, Sünnilerin güçlenmesinden korkarak, Haçlılarla ittifak yapmaya kadar götürmüş işi… Haçlılar da Mısır yönetiminin zafiyet içinde olduğunu görüp Kahire’yi işgal etmek istemişler. Şaver, bu sefer de Haçlıları durdurmak için Fustat bölgesini ateşe vermiş ve Mısırlı tarihçilere göre Fustat’ta yangınlar iki ay boyunca devam etmiş.
Modern Fustat - Yangınlardan geriye çanak antenler kalmış...
O esnada Mısır’a tekrar yürüyen Selahaddin, hem Haçlıları, hem de Fatımileri tepeleyerek Kahire merkezli Eyyubi devletini kurmuş, Bağdat’taki halifeye biat etmiş, islam dünyasındaki duo-halife dönemi sona ermiş ve Mısır hızla sünnileşmiş. Eyyubi, ömrünün geri kalanını Haçlı seferleriyle mücadele içinde geçirmiş…

Eyyubi, ileri görüşlü bir komutan olduğu için Kahire düzlüğündeki en yüksek tepeliği surlarla çevirerek savunmaya elverişli bir kale yapmış. Kahire şehri de ilerleyen yüzyıllarda bu kale (Selahattin Kalesi) ile Nil kıyıları arasında gelişmiş zahir…
"Sevimli" Kahire silueti...
Eyyubiler dönemindeki savaşçı sınıflardan biri Memlüklermiş. Memluk, özel bir sınıf köle anlamına geliyor; islam hükümdarına bağlı, savaşçı, çok da köle gibi olmayan köleler… Memluk toplulukları, genelde Müslüman olmuş Türk beylikleri, Çerkesler gibi savaşçı topluluklardan oluşuyormuş. Eyyubi Sultanlığının zayıflamasıyla, ordu içindeki memluklar kendi yönetimlerini kurmuşlar ve Mısır’da siyasi egemenliği ele geçirmişler.

Memluklar, hem haçlı seferlerine, hem de Moğol istilasına karşı koyarak dönemin en etkili siyasi/askeri aktörlerinden olmuş. Moğolların dümdüz ettiği Bağdattan halifeliği de alarak 250 yıl boyunca İslam aleminin en tepesine kurulmuşlar.
O yıllarda Kahire iyice serpilmiş, gelişmiş, şehir abad olmuş, birçok han, hamam, cami, medrese ve benzeri eserlerle donatılmış. Kahire’nin nüfusu 14. Yüzyılda 500,000’e yükselmiş, doğu ile ticarette büyük önem kazanmış ve “Çin’in batısındaki en kalabalık şehir” olarak bilinmiş. Ardından gelen veba salgınında nüfusun üçte ikisinin yok olması ve Portekizli hainlerin Umut Burnunu dolanması ile Kahire bir miktar örselenmiş…

Yine de Memluklar boş durmamış, Suriye’yi, Antakya’yı ele geçirip sınırları epey genişletmişler ve Anadolu kapılarına dayanmışlar. Tabii sonunda Osmanlı ile hırlaşmışlar, savaşmışlar, ve her birimizin tarih derslerinde doyasıya ezberlediği Mercidabık ve Ridaniye savaşları sonucu Arap Diyarı, Kahire ve hilafet Osmanlıya geçmiş…
Bu konuda Memlukların küçük bir sitemi var; eğer Osmanlı’nın barutu, topu tüfeği olmasa bu maç böyle bitmezdi diyorlar… Memlukler, ateşli silah kullanmayı onursuzluk sayıyor ve kullanmayı reddediyormuş. Yani bir “tüfek icad oldu, mertlik bozuldu” vakası. Aynı sitemi Tebriz’e gittiğimde Safevilerin torunlarından da işitmiştim; “biz, Müslüman kardeşimizle savaşsak bile barut kullanmayı tercih etmezdik, mertçe savaşırdık, o yüzden kaybettik” şeklinde… Tabii bu sitem “bizim elimizde o dönemde tüfek yoktu” şeklinde de yorumlanabilir mi, bilmiyorum…
Kahire, Osmanlı döneminde de çok önemli bir merkez olmaya, İstanbul’un ardından en büyük ikinci şehir ünvanını korumaya devam etmiş. Mısır, Birinci Dünya Savaşına kadar gerek Osmanlı yönetiminde, gerekse de Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın bağımsız-ımsı Hidivliğinin idaresinde çalkantılı dönemlerden geçmiş, hızla gelişmiş, modernleşmiş...
Tarihin şöööyle bir kısaca üstünden geçtikten sonra ilk paragrafa dönelim… Tolunoğlu Camii kapısından çıkmış, şaşkın şaşkın ne yöne gideceğimize bakıyorduk. Yüzlerce yıl öncesinden kalmış daracık sokaklar labirentinde doğru istikameti bulmak hiç de kolay değil; ama caminin arkasından geçen Abdülmecit El Labban Caddesi, Mısır Kalesi’nin eteklerine kadar gidiyormuş.
Cadde dediğimizde, Şanzelize veya İstiklal Caddesi gibi şaşaalı, cıvıl cıvıl bir cadde beklemeyin. Dar ve toz toprak bir yol üzerinde, çöplerin, yıkıntıların arasında ilerliyoruz. Meğerse eski şehir merkezinin (göreceli olarak) temiz bir bölgesindeymişim…
Caddedeki ağırlıklı iş kolu oto tamir sanayii… Halbuki sıkı bir restorasyonla, dini ve tarihi kimliği ön plana çıkmış bir bölge olabilir. Eski evlerin, sokakların arasında hafif tedirgin bir yürüyüş yine de çok keyifli… Gündelik hayattan renkli insan manzaraları tam fotoğraflık, Balatsever fotoğrafçılar için bulunmaz bir bölge…
Ağaçlara çaput bağlamak yerine egsoz, karbüratör asmak adettendir...
Oto yan sanayi kadar gelişmiş bir diğer iş kolu da kahve ve nargile salonları. Dükkan önünde konuşlanmış müdavimler sizi meraklı bakışlarla süzecektir, bozuntuya vermeyin, selamlaşın, gülümseyin…
Cadde boyunca irili ufaklı camiler, mescitler, türbeler göreceksiniz. Ne de olsa bu bölge “İslami Kahire” olarak kayıtlara geçmiş. Tabii ki şehrin geri kalanı Budist, pagan veya jedi dinine mensup değil; ancak kente “bin minareli şehir” lakabını veren çekirdek bölge buralar…
Caddenin sonunda, Kahire Kalesinin eteklerinin yer aldığı büyük bir meydan var. Meydanın bir tarafında da birbirinden gösterişli iki camii… Kale meydanının incileri Sultan Hasan ve Rufai Camileri, Memluk mimarisinin en gösterişli örneklerinden kabul ediliyorlar. Tarzlarında Anadolu Selçuklu ögelerinin hissedildiği camiler, “kaleden keyifle seyredilecek” bir noktaya inşa edilmiş:
Sultan Hasan Camii, aynı zamanda büyük bir medreseye de ev sahipliği yapıyormuş ve Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli mezheplerinin her birine bölümler ayrılmış. Caminin üç yıllık bir sürede, “tek bir gün bile tembellik edilmeden” bitirildiği rivayet olunuyor. İnşasında Giza piramitinden getirilen taşların da kullanıldığı cami inşasının finansmanı için, veba salgınında ölen, mirasçısı kalmayan halkın mal varlığı da kullanılmış. 
Tolunoğlu maceramın ardından bu camileri de görmek istedim. Avluya yönelirken girişteki kulübeden bir görevli çıktı ve girmek için 50 Mısır Pound’u gibi esaslı bir para ödemem gerektiğini söyledi. La havle çektik ve şöyle bir muhabbete giriştik:
  • Ücretini ödemeden giremezsiniz
  • Ama ben Müslümanım
  • (Pek tipime yakıştıramadı) Ben nereden bileyim, ödemeniz gerek.
  • Türkiye’den geliyorum, elhamdülillah Müslümanım.
  • O başka, ücretini ödeyin
  • Ama namaz kılacağım, namazı da parayla mı kılacağız?
  • Valla yabancıları ücretsiz almıyoruz (O sırada iki Mısırlı ellerini kollarını sallayarak avluya girer)
  • Ama onardan para almadın!
  • İyi de, onlar Mısırlı
  • Ama ben de Müslümanım
Karagöz Hacivat diyaloğumuz böylece sona erdi, giremedik… Üst ve kapsayıcı kimlik konusunda anlaşamadık, din mi yoksa milllet ve vatandaşlık mı üstündür, çözemedik… Ben de fazla vaktim olmadığı için “bir başka camiye” diyerek az yukarı seyirttim…
Bu bölgede daha ileri dönem Memluk Sultanlarınca yaptırılmış Kanıbay El Rahman Camii diye bir cami daha bulunuyor; Sultan Hasan Cami kadar görkemli olsa da, tamamen çürümeye bırakılmış, çok bakımsız ve insanın içini acıtıyor. Kapılar kapalı, sadece nefis işçiliği olan kubbe ve minareleri görebiliyorsunuz:
Önünde eskiden at pazarı olan mekan şu aralar tam bir çöplük; ama ne çöplük! Ortalık pislik ve kokudan geçilmiyor, ve sadece çöpler değil, yer ile bütünleşmiş, çürümüş hayvan leşleri insanın aklını alıyor:
İkinci Ramses'in köpeği ile karşılaştık...
“İslami Kahire”nin yüzlerce yıllık mimari eserlerinin dev bir çöplük içinde sıkışıp kalmış olması Kahire için bir utanç olmalı. Ne yazık ki ülkede yaşanan iç çekişmeler belediye hizmetlerine kadar yansımış, çöp işleri sanırım taşeron firmalara bırakılmış, onlar da işi savsaklamış ve bölgedeki herhangi bir boş alan, arazi çöp dağları tarafından işgal edilmiş.
Camilerin yanından kale duvarı boyunca yukarı yürüdüğünüzde bir yol ayrımına varıyorsunuz. Kalenin arka kapısına giden yoldan ayrılıp aşağı, şehir merkezine inen yola dönerseniz renkli yolculuğunuz devam ediyor. Artık Bab EL Vezir (Vezirkapı) Caddesinin başındayız.
Kavalalı döneminin protokol caddesi sayılan bu yokuş, günümüzde pasaklı bir ara sokak niteliğinde ne yazık ki… Otomobillerin ara sıra güçlükle geçtiği, at arabalarının halen yolcu taşıma ve lojistik amaçlı kullanıldığı bir orta çağ sokağındayız sanki…
Yol boyunca yine oto tamirhaneleri, ufak tefek ağaç ve metal işleme atölyeleri dikkatinizi çekiyor. Binaların önünde oyun oynadığını sandığınız küçücük çocuklar aslında çırak… Ne yazık ki pek yabancı olmadığımız bir manzara…
Yolun sonlarında, bir diğer meşhur kapı olan Züveyle Kapısına gelmeden önce Emir El Meridani Camiinde mola veriyoruz. Camii halen faaliyette, ama çok bakımsız, yine de mütevazi ve sıcak bir havası var:
Avlusu oldukça güzel, minare görkemli… Yanımda arkadaşlar da var, olayı kaptık ya, müezzin kardeşe ufak bir bağışta bulunuyoruz ve bizi minareye çıkarıp etrafı gösteriyor.Minareden at beni, in aşağı tut beni türküsünü mırıldanarak aşağı iniyoruz, Züveyle Kapısından geçiyoruz ve atmosfer birden değişiyor! Kasvetli, bakımsız, çöplük sokaklardan canlı bir çarşı pazar bölgesine ulaşıyoruz. Manzara daha ziyade Mahmutpaşa formatında:
Halen “İslami Kahire” içindeyiz, ama çehre değişti, artık dantelli sütyenler ve ahlaksız, gavur ülkelerde göremeyeceğiniz dekolte/erotik kıyafetler ile dini kitaplar, seccade ve tespih yan yana tezgahlarda satılıyor:
Az daha ilerleyince, Kahire denildiğinde ilk akla gelen cami olan El Ezher’in dibinde buluyoruz kendimizi… El Ezher’i ayrı bir yazıya saklayıp yolun karşısına, Han El-Halil çarşısı bölgesine geçiyoruz ve “İslami Kahire” gezimizi farklı bir cami ziyareti ile bitiriyoruz:
Hazreti Hüseyin Camii, Fatımiler döneminden kalan (El Ezher ile birlikte) en önemli iki camiiden biri. Orijinal bina hasar gördüğü için 19. Yüzyılda daha modern/gotik tarzda yeni bir bina yapılmış. Memluk camileri kadar etkileyici taş işçilikleri, mimari incelikler yok; sütunlarla ayakta duran çok geniş, dikdörtgen bir iç mekana sahip:
Caminin en önemli özelliği, Kerbela’da kesilerek mızrağa takılan ve halka sergilenen Hz. Hüseyin’in başının caminin iç kısmında bulunan türbede olduğuna inanılması. Rivayete göre, Fatımilerin Şii hilafeti esnasında Hz. Hüseyin’in başı Kerbela’dan alınarak buraya getirilmiş ve kendi adıyla bilinen camide saklanıyor. Türbenin etrafında sürekli Hz. Hüseyin’i yad eden, ağlayan insanları görebilirsiniz.
Hüseyin Camii 24 saat yaşayan bir ibadethane. İnsanlar sadece namaz kılıp gitmiyor; içeride oturan, sohbet eden, uyuyan, dinlenen büyük bir kitle var; yani, cami sözcüğünün anlamı olan “toplanma yeri” bu mekanda tam karşılığını bulmuş. Bir de caminin içinde insanlara yarenlik eden kedi sayısı cemaatin önemli bir bölümünü oluşturuyor; kimsenin kıştlamadığı kediler uhrevi huzurlarıyla atmosferi yumuşatıyor…
Geriye islam aleminin en bilindik camii, üniversitesi ve ilahiyat merkezi El Ezher kaldı; o da zaten yolun karşısında, bir sonraki bölümümüzde bir gezip bakalım… 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"