Kahire Selahattin Kalesi

Bu Gala Daşlı Gala
Efendim, bir önceki bölümümüzde Şii Fatımilerce kurulan El Ezher camii ve medresesinin Selahattin Eyyubi’nin Kahire’yi fethi ardından, sünni islamın en önemli dini eğitim ve fetva kurumu haline getirilişini incelemiştik.

Selahattin Eyyubi, devlet adamlığından önce, başarılı bir asker. Kahire’yi fethettikten sonra, El Ezher’e gelene kadar kafasında daha önemli bir konu var; Nil deltasında, kabak gibi dümdüz Kahire’yi fethetmek pek de zor görünmüyor. Şehrin her şeyden önce sağlam bir kaleye ihtiyacı var, zaten Haçlı Orduları tehlikesi de geçmiş değil, geri dörtlüyü takviye etmek lazım…
Böylece Selahattin, şehrin zaten kale olabilecek yegane tepesinde (Mukattam) sağlam bir inşaata girişiyor ve 6 yıl içinde, 20. Yüzyıla kadar Kahire’nin yönetim merkezi olacak, girişteki tanıtım levhasına bakarsanız “İslam Aleminin en büyük kale”sini yaptırıyor. 
Kale, Memlukler döneminde de kullanılmaya devam ediyor, ardından gelen Osmanlılar zamanında da… Yüzyıllar boyunca kaleye her eli değen bir cami, saray, askeri bina, kuyu gönlünden ne koparsa ekletiyor ve kale bugünkü görkemli yapısına kavuşuyor. Günümüzde Kahire Kalesi şehrin en gezilesi yerlerinden birisi. Kaleyi inşa ettiren Selahattin Eyyubi olsa da, mekana en büyük damgayı vuran, ismini çok duyduğumuz Kavalalı Mehmet Ali Paşa.
Mehmet Ali Paşa Camiinin muhteşem avlusu...
Kahire, Osmanlı’ya katıldıktan sonra, İmparatorluğun ikinci büyük kenti olmasına rağmen biraz gözden/gönülden uzakta kalmış… Mısır, Osmanlı’ya bağlı en büyük eyaletlerinden biri olmuş ve İstanbul’dan atanan valilerce yönetilmeye çalışılmış.
Tabii bu dönem, bırakın Kahire’yi, İstanbul’da bile ortalığın toz duman olduğu, kellelerin yuvarlandığı, sokakların kanla yıkandığı dönemler… Kahire’ye atanan valiler de yönetimlerini sağlamlaştırmak için bazen sertliğe başvurmuşlar, bazen ürkek ve edilgen davranmışlar, kimi zaman başkentlerini takmamışlar ve kafaya göre hareket etmişler…

Bir tarafta da ülkeyi savaşlarla Osmanlıya kaptıran Memlükler ve Mısır aristokrasisi var tabii… Osmanlı valileri duruma göre Memlüklerle iyi ilişkiler kurup yönetimi fiilen onlara bırakmış, kimi zaman da Memlükler ile vali arasında cinai çekişmeler olmuş!
Mısır Kalesi’nin tanık olduğu idamların, uçan kellelerin, dökülen kanların çetelesini tutmak zor. Mısırlılar, kalenin bitiminde başlayan ve Kahire’nin merkezine yokuş aşağı inen Bab El Vezir (Vezirkapı) Caddesinin dili olsa da konuşsa derler… Yüzyıllar boyunca, ibretlik idamlar kaleden caddeye açılan kapıda gerçekleştirilmiş ve kesilen kafalar bir kan deryası içinde yokuş aşağı yuvarlanmış…

Osmanlı kendi derdiyle boğuşurken, 19. Yüzyılın başında dışarıdan beklenmedik bir tehdit gelmiş; “para para para” nidası ve kısa boyuyla tanıdığımız Napoleon Bonaparte güçlü ve modern ordusuyla Mısır’a dalmış. Fransızların ne işi var Mısır’da diye düşünebilirsiniz; ama dünyaya hakim olmaya çalışılan emperyal savaşlar o günlere kadar geri gidiyor ve Fransa ezeli rakibi İngilizlerin Hindistan yolunu kesmek için Mısır’ı ele geçirmeye karar veriyor…
Napolyon’un Kahire macerası oldukça kısa ama etkileyici… Tehlikenin cesametini gören Osmanlı, Mısır üzerinde sürekli tepiştiği Memluklarla birlikte Fransız ordularına direniyor. Ancak Memlukları hatırlarsınız; 300 yıl öncesinde bile Osmanlının topuna, tüfeğine, barutuna yalın kılıç dalan bu cengaverler, Fransız Ordusuna da aynı muameleyi çekmiş ve darmadağın olmuşlar…
Napolyon, Mısır işgalinde oldukça ilginç bir strateji işlemiş. Beraberindeki din ve bilim adamlarına Kuran’ı iyice inceleten Napolyon, kendilerinin de islama hizmet ettiğini, Müslüman sayılabileceklerini, halka daha modern, adil bir yönetim getireceklerini söyleyerek başlarda halkın sempatisini kazanmayı başarmış.
Napolyon bile "Gerçek İslam bu değil" diyerek Mısır halkını kendi müslümanlığına inandırmış...
Ancak, İngilizlerin işin içine girmesi, Amiral Nelson’un Fransız donanmasını dağıtması, Suriye’ye yönelen Fransız ordularının zor duruma düşmesi derken Fransızlar sonunda Osmanlı-Memluk-İngiliz koalisyonunca Mısır’dan çıkarılmış.

Fransızların Mısır’ı işgali, o dönem ve hatta günümüz açısından ibretlik sonuçlar vermiş. Birincisi, modern silahlar ve çağdaş bir ordu anlayışının, orta çağ askeri zihniyetini kolaylıkla dağıtacağı görülmüş. Ancak Fransızlar, İngiliz donanması ile dünya denizlerinde mücadele edemeyeceğini anlamış.
Mısır Ordusunun 5000 yıllık savaş tecrübesi!
Daha ilginç olan gelişme ise, Napolyon’un ordusunda bulunan kalabalık bir bilimadamı, tarihçi, teolog, filolog vesaire ordusu. Mısırlılar der ki, ülkede yüzyıllarca hüküm süren İslam devletleri, Türk Beylikleri, Memlükler, Osmanlılar ve saire bir gün olsun da bu topraklardaki eski uygarlıklar nedir diye merak etmemiş. Kıptilerin kültürünü incelemek isteyen, piramitlere dönüp bakan, olağanüstü tapınakları, yazıtları araştıran Allahın kulu çıkmamış…

Ama bu gavur Fransızlar, onlarca bilim adamı ile birlikte, sadece üç yıllığına işgal etiği Mısır’da eski uygarlıkların gizemini çözmek, ülkeyi ve uygarlığı tanımak, dillerini, hiyeroglif yazısını okumak için büyük çaba sarf etmiş. Nil Deltasında bulunan ve üç dilde yazılmış Rosetta taşı sayesinde eski dillerin şifresi kırılmış ve dünyanın ilk Mısırologları Fransızlar olmuş. Tabii arada Mısır’ın tarihi eserlerini de yağmalayıp Louvre’a götürmüşler, orası ayrı konu…
Yıllar süren Fransız, İngiliz egemenliği lisan bakımından pek iz bırakmamış...
Belki diyeceksiniz, Kuran’da bile lanetlenen firavun ve müşrik halkının uygarlığını araştırmak için Müslüman uygarlıklar niye vakit harcasın? Kime ne yararı dokunacak? Orasını bilemem artık, tartışmaya açık bir konu, ama keşke Mısır Kalesinden aşağı yuvarladıkları kellelere gösterdikleri zahmetin birazcığını da uygarlık tarihi için harcasalardı…
Neyse efendim, bu konuları geçelim, daha Mısır’ı gavurların elinden kurtaracağız… Fransızlar Kahire’den kışkışlandıktan sonra ülkede oluşan yönetim boşluğunu sürpriz bir eleman doldurmuş; Kavalalı Mehmet Ali Paşa! Mısır, daha önce Kafkas civarından gelen Türk Boylarının (Tolun, Memluk) yönetimine girdikten sonra, bu seferki kurtarıcısı Balkan diyarlarından, Arnavutluk’tan gelmiş!

Kavalalı, Osmanlı Ordusunda gelecek vaadeden bir asker iken, Mısır’daki fırsatları iyi değerlendirmiş, rakiplerini ve Osmanlı’nın vali olarak görevlendirmek istediği paşaları tepeleyerek kendini Mısır Hidivi olarak kabul ettirmiş. Görünürde Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı bir yönetim şekli olsa da, Kavalalı ülkede fiilen yönetimi ele geçirmiş!
Kavalalı son derece ilginç bir şahsiyet; yönetimi ele geçirir geçirmez Memluk Beylerin gagasını kırmış, Mekke ve Medine’deki Vahhabi ayaklanmasını bastırmış, Avrupa’dan danışmanlar getirterek modern bir orduyla idari sistem kurmuş ve Mısır’ı abad eylemiş. Bugün bile Mısırlılar Kavalalı’ı büyük rahmet ve minnetle anıyorlar…

Tabii Kavalalı güçlenirken Osmanlı’nın zayıfladığı bir devirdeyiz. Boynuz kulağı ha geçti, ha geçecek… Osmanlı, Mora isyanlarını bastırmak için Kavalalı’dan yardım almış; bir süre sonra da Mısır Hidivliğini bir tehdit olarak görmüş. Kavalalı, kaçınılmaz savaştan kaçmayarak ordularını Anadolu’ya göndermiş ve Mısır orduları Osmanlı’yı dağıtmış.
Kavalalıları (baba/oğlu) bıraksan İstanbul’a kadar yürüyecekler; ancak araya giren hatırlı büyükler (İngiltere ve Fransa) Kavalalı’yı, Mısır yönetiminin kendi hanedanına bırakılması kaydıyla ikna etmiş ve Osmanlı’yı yedirmemiş. Bazı tarihçiler, eğer Kavalalı İstanbul’u ele geçirse, getireceği taze kan ve modern devlet anlayışı ile İmparatorluğu çökmekten kurtaracağını ileri sürer; yaşanmadan bilemeyiz tabii…

Kavalalı’nın Selahattin Kalesi’ndeki en önemli eseri Muhammed (Mehmet) Ali Paşa Camii… Üç yazı boyunca size epey bir cami gezdirmiştim, ama her biri mimari olarak birbirinden ve İstanbul’daki camilerimizden oldukça farklıydı. Mehmet Ali Paşa Camii ise, klasik Osmanlı tarzında yapılmış, hatta Sirkeci’deki Yeni Cami model alınarak inşa edilmiş bir eser.
Kaledeki eski Memluk kalıntılarının üzerine inşa edilen caminin dev kubbesi, tavan süslemeleri, mimarisi, bol bol kullanılan su mermerinin verdiği zarafet, avlusu ve özellikle R2D2’ya benzeyen şadırvanı çok etkileyici:
Camiyi gezip içimizi ferahlattıktan sonra, kalenin biraz daha iç karartıcı bir bölümüne gidelim… Polis Müzesi olarak düzenlenen bu bölümde Mısır Kalesinin dehşet salan zindanlarını görebilir, kulağınızı iyice kabartırsanız duvarlarda yıllardır yankılanan çığlıkları duyabilirsiniz:
Kale zindanları öyle sıradan hırsızın, arsızın kapatıldığı hücreler değil; her biri politik suçluların, sakıncalı düşünürlerin, isyankarların ağırlandığı, stüdyo tipi miniminnacık daireleri ile her baskıcı rejimin sahip olmak isteyeceği bir VIP hapishane:
Kale zindanlarından çıktığınızda önünüzde açılan geniş avlu ve teras ise Kahire’nin en güzel manzaralarından birini sunuyor… Ne yazık ki, her biri estetik harikası olan minareleri çıkardığınızda geriye kalan manzara, sıvasız binalar, enkaz yığınları ve çanak anten deryası…
Polis müzesinden ayrıldıktan sonra askeri müzenin olduğu kısma geçmenizi tavsiye ederim. Müzenin içine girmeniz şart değil, dışarıda bile ülkenin militer geçmişine yönelik epey bir malzeme görebilirsiniz…
Mısır'da "Yazarlar Sendikası" olduğuna mı şaşıralım, Askeri Müzenin içinde yer almasına mı???
Avlunun ortasında sizi Kavalalı’nın at sırtında heybetli bir heykeli karşılayacaktır. Özellikle Mısır’ın modern bir ordu kurmasında Mehmet Ali’nin hakkı her zaman veriliyor:
Kavalalı hanedanı sonrası, Birinci dünya Savaşı civarlarında bağımsız görünse de İngilizlere bağlı bir Mısır Krallığı kurulmuş. Fuat (Avni olmayan) ve Faruk gibi “F”li kralların iktidarı sırasında milliyetçi akımlar, Müslüman Kardeşlerin fikirleri gittikçe güçlenmiş ve 1950’lerin başında, Mısır’ın ve Arap dünyasının medar-ı iftiharı Cemal Abdülnasır’ın cumhurbaşkanlığı ile taçlanan Mısır Cumhuriyeti kurulmuş.
Nasır, tam bir Arap milliyetçisi ve Arap toplumunun yüzyıllarca örselenen gururunu onarmak için büyük çaba göstermiş. Yeri gelmiş büyük güçlerle savaşmış, yeri gelmiş onların desteğini arkasına almış, Arap birliğini sağlamak için Suriye ile birleşme kararı alarak “Birleşik Arap Cumhuriyeti” diye bilinen kısa ömürlü devleti kurmuş.

Tabii maya tutmamış, Suriye bu birlikten ayrılmış, Nasır da giderek sosyalist çizgiye yaklaşmış. Rusya ile giriştiği teknik işbirliği sonucunda savaş uçağı başta olmak üzere epey bir Rus menşeli silah almışlar, sivil alanda da Asvan barajı gibi dev projeleri tamamlamışlar…
Mısır'ın "Rus Yapımı" uçakları... Demek ki Made in Russia uçakların Ortadoğu coğrafyasında düşürülmesi çok eskilere dayanıyor...
Arap camiasındaki gücünü, liderliğini giderek pekiştiren Nasır, İsrail’in nasırına basınca kıyamet kopmuş. İsrail hava kuvvetleri, Mısır savaş uçaklarını daha kontak açamadan oldukları pistte zımbalayınca, savaşın ismi bile “6 gün savaşları” olarak müstehzi gülüşmelere yol açmış. Tabii Abdülnasır’ın karizması fena çizilmiş, Pan Arabizm akımı da genç yaşta mevta olmuş.
Heykelin altındaki "dünyanın en iyi askeri" yazısı, tabii ki iyimser bir milliyetçilik içeriyor; ama altı gün savaşları Mısır askerinin karizmasında derin yara açtı!
Nasır’ın ardından gelen dönemi biliyorsunuz; Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek gibi oldukça tartışmalı liderler Abdülnasır kadar sevilmedi. Enver Sedat bir süikast sonucu öldürüldü, Hüsnü Mübarek’in gidişini de facebook ve twitter üzerinden hep birlikte izledik…

Lafı yine çok dağıttım, Selahattin Eyyubi’nin yaptırdığı kale derken Mübarek Hüsnü’ye bağlamışız lafı. Kısaca diyeceğim şudur ki, Kahire’ye kadar gelmişken şehrin bin yılına tanıklık etmiş, Eyyubisini, Memluğunu, Osmanlısını, Fransızını, Kavalalısını, İngilizini, Pan-Arabını görmüş kaleyi görmeden geçmeyin…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"