Mısır Piramitlerinin Büyük Esrarı

Yazımıza en merak edilen sorunun cevabı ile başlayalım; piramitlerin esrarı falan yok kardeşim! Adam düşünmüş, çalışmış, sebat etmiş, emek vermiş, yapmış! Nazar etme ne olur, çalış senin de olur. 150 metre yüksekliğindeki Keops piramidinin dibinde, ağzın açık dikilip de "ulaaan, 2,5 tonluk taşı nasıl çıkarmışlar oraya" geyiği dünyada birkaç milyar kez yapıldı; dön memleketine, taş üzerine sen de bir taş koy…

Konuya biraz sert girdiğimin farkındayım, ama çocukluğumun ve pre-gençliğimin en gizemli konularından biri olmuştu Mısır piramitleri… Erich Von Daniken namlı şaklabanın yazdığı "Tanrıların Arabaları" kitabı çok popülerdi; arkadaşlarla birlikte kitabı hatmetmiş, baktığımız her yerde uzaylılardan bir iz görmeye, piramitlerin inşasında çalışmış yeşil derili ameleleri hayal etmeye çalışıyorduk.
Popüler kültürün her alanında piramitlerin inşasına dair komplo teorileri ve fantazilerden keyif aldık. Roland Emmerich'in kült filmi Stargate'e göre, piramit dediğin şey uzaylıların gemilerini bağlamak için kullandığı iskele babası gibi bir şeydi. René Goscinny'ye göre, piramitlerin yapımına Asterix ve Hopdediks yardım etmiş, dev taşlar devegücütazıhızı şerbeti sayesinde taşınabilmişti.

Tabii piramitlerin inşasını çevreleyen sırlardan daha ilginç olanı lanetleri ve mistik gizemleriydi. Piramitleri rahatsız eden mezar soyguncuları ve hatta arkeologlara musallat olan hastalıklar, esrarengiz ölümler, piramitlerin içinde var olduğuna inanılan radyoaktivite, yoğun enerji bölgeleri vesaire genç dimağımı hayretlere gark ediyordu.

Öyle ki, Ankara Fen Lisesi'nde birinci sınıfa başladığım yıl elime bir makale geçmişti. Makalede, piramitlerin yüksekliğinin 1/3'üne denk gelen düzleminde açıklanamayan bir enerji bölgesi bulunduğu anlatılıyordu. Bir iddiaya göre, piramitlerin birinde bulunan bir hayvanat cesedi beklenenden çok daha az çürümüştü. Bu keşfi yapan Fransız araştırmacı, memleketine dönünce küçük bir piramit modeli yapmış, içine bıraktığı et parçasının dışarıdakine göre daha yavaş bozulduğunu gözlemlemişti.
Piramitleri ilk gördüğünüzde "yok deve" demek geliyor içinizden...
İşte o gün içimdeki alim ruhu kabardı; TÜBİTAK'ın fizik, kimya ve biyoloji alanlarında lise öğrencilerine yönelik düzenlediği proje yarışmasına katılarak bu gözlemi geliştirmeyi, bilim dünyasına armağan etmeyi hedefledim. Güzel bir proje önerisi hazırladım, piramitlerin içindeki enerji alanının günlük hayatta nasıl yararımıza kullanılabileceğine dair hipotezler geliştirdim ve TÜBİTAK'a yarışmaya katılma başvurusunda bulundum!

Sonrasını az çok tahmin edebiliyorsunuz; TÜBİTAK beni sallamadı, olumsuz bir cevap vererek içimdeki bilim adamını doğamadan öldürdü. İşte size ilimde fende niye geri kaldığımıza dair açık bir örnek; eğer o gün desteklenmiş olsaydım, bugün saçma sapan yazılarımla başınızı ağrıtmak yerine, Stokholm'de Nobel töreninde yapacağım konuşma metnini yazıyor olurdum.

Bugünlerde arabanın kapısına sinyal sistemine bağlı LED ışıkları takan öğrencileri bile destekleyen TÜBİTAK ile iki yıl sonra tekrar hesaplaştım. Lise üçüncü sınıfta arkadaşım ile hazırladığımız muhteşem fizik projemiz bu sefer yarışmaya katılmaya hak kazandı, ama bize tırışkadan bir mansiyon ödülünü layık gördüler ve ülkemizin bilim adamı yetiştirme potansiyelini iğfal ettiler. Bir başka bölümümüzde bu hüsranı ayrıca anlatma vaadi vererek piramitlere dönüyorum…
Efendim, piramitlerin bu gizemli enerjisine kafayı takmış kült bir grup çalışmaları abarttı; kartondan, taştan, tahtadan, camdan, sacdan ve kimbilir hangi maddelerden yaptıkları değişik ebatlardaki piramit modelleri ile akla ziyan deneyler gerçekleştirdiler. Eğer yerseniz, piramitlerin enerji alanlarının şu gibi "fayda"larını keşfettiler: çürümeyi önlüyor, bitki büyümesi hızlanıyor, piller şarj oluyor, keskin yüzeyler bileniyor, radyo dalgaları daha net alınıyor ve (af edersiniz) cinsel gücü artırıyor! Böylece, II. Ramses'in 190 küsür çocuğunun sırrını da çözmüş olduk!

Şimdi biraz ciddileşecek olursak, piramitlerin dönemlerine göre gerçekten de olağanüstü yapılar ve inşa edildikleri yer, konumları, ebatları bakımından oldukça manidar olduklarını kabul edebiliriz. Kuzey-güney-doğu-batı yönlerindeki konumlanmaları ve Orion takımyıldızının izdüşümünü yansıtmaları; yılın belli günlerinde ışık alan odaların tasarımı; piramidin üstünden geçen meridyenin tüm dünya üzerindeki karaları ve denizleri iki eşit parçaya bölmesi ve en uzun mesafe boyunca karada ilerleyen boylam (doğal sıfır boylamı) olması ilginç bulgular.
Gördüğünüz gibi, deveyle atların boylarının toplamını pi sayısıyla çarpınca piramidin motor hacmi çıkıyor!
Piramitlerle ilgili, dostlar arasında söyleyegeldiğimiz şekilde "Hadi ateyizler, bunu da açıklayın, bu da mı tesadüf" dedirtecek daha birçok astronomik/matematik detay var. Keops'un yüksekliği ile çevresi oranlandığında pi sayısına çok yakın bir değer elde edilmesi günümüz bilim dünyasına sıkı bir caps olarak kabul ediliyor. Piramidin ağırlığının 10 üzeri 15 ile çarpıldığında dünyanın ağırlığını vermesi, yüksekliğinin bir milyar katının dünya-güneş mesafesine eşit olması falan var…

Eh, benim boyumu da 81,868 trilyon ile çarpınca dünya ile güneş arasındaki mesafeyi veriyor, yani çok da zorlayıp eşeğin kulağına su kaçırmayalım, piramitlerin her köşesinden bir hikmet beklemeyelim, ünlü piramit mimarı İmhotep'in kafasının tasını attırmayalım! Ne de olsa piramitler matematik ders kitabı olarak değil, başka bir sebeple yapıldı… Hangi sebeple diye sormayın, zaten anlayana arkeoloji nobeli verecekler. Ama elimizde gayet anlamlı bulgular var; ilk olarak ölümsüzlük ile başlayalım.

Şimdi, bundan 5000-6000 yıl önceleri düşünelim; dünyada henüz yeni yeni yerleşik düzenler, büyük şehirler, merkezi yönetim sistemleri kuruluyor. Belli bir asil sınıf oluşuyor birileri kral falan oluyor, gücü eline geçirince -ister istemez- şımarmaya başlıyor. Tebaasına bakıyor, "Ulan, bu kıçında don olmayan maraba da ölüp gidiyor, koskoca ben de ölüp gidiyorum. Var mı böyle adaletsizlik?" diyerek bir çare arıyor.
Kısmen Mezopotamya inanç sistemlerinden de etkilenen Mısır mitolojisi ve dini devreye giriyor, ölümsüzlük, diğer taraf, kralın halka göre biraz daha kayırılarak tanrılar katına kabulü ihtimali, ruhun yok olmayarak varlığını devam ettirmesi inancı birleşip bir formül üretiyor. Buradaki ölümsüzlük kavramı tam olarak bizim düşünce sistemimize kazınmış, modern insanın uzay-zaman düzlemine oturan bir anlayış değil. Sonsuzluk kavramı, biraz uzun da sürse, "son"u olan bir kavram. Nitekim, kral ve firavunlar için yapılan piramitlere, anıt mezarlara "milyonlarca yıl malikaneleri" denmiş; yani er geç buradaki ikametleri son bulacak…

Mısır inancında, insanın ruhunu, kişiliğini ve yaşamsal gücünü oluşturan "Ba" ve "Ka" güçleri (bulmacalarda çıkar) ölümden sonra da varlığını sürdürür. Hiyerogliflerde insan başlı bir kuş şeklinde betimlenen ba, ölümden sonra göğe çıkarak (boyut değiştirerek) ka ile buluşur ve günün birinde yeryüzüne dönüp beden (khat) ile birleşmesi beklenir. Bu birleşme ve dirilme için iki şart vardır; birincisi, vuslat gününe kadar "khat"ın (beden) bozulmadan kalabilmesi (ki, bu durumu bir sonraki bölümümüzde, mumyalar başlığında inceleyeceğiz). İkinci şart da ruhun dünyaya geri döndüğünde, milyonlarca beden arasından kendisininkini bulabilmesi. O zaman, bedeni ardında bırakıp yükselirken, arkanda sağlam bir nirengi noktası bırakman gerek…
Piramit duvarlarını mesken edinmiş kuşlar, bedenlerini arayan ruhlar olabilir mi? Tabii ki!
Eh, dar gelirli memur, Bağ-Kur emeklisi en fazla bir mezar taşı dikebiliyor tabii; ama koskoca kral, firavun öyle bir yapı inşa ettirmeye muktedir ki, ruh daha 10.000 metre irtifada iken "ahan da benim beden şu koca daş yığınının altında" diyebiliyor. Hemi de mezar taşını piramit şeklinde yaptırarak (ki, ilk yapılan piramit basamaklı imiş) ruhun gökyüzüne rahatça yükselmesi sembolize edilebiliyor. 

Piramitler, gökyüzünden bakıldığında ışıl ışıl parlayacak, böylece güneş tanrısına göz kırpacak dev yapılar… Güneş gibi parlama durumu şuradan geliyor; Giza'daki Kefren piramidinin üst kısmının düz döşeme taşları halen yerli yerinde ve tüm piramitlerin bu formda yapıldığı, kızgın çöl güneşi altında pürüzsüz, parlak bir yüzey oluşturduğu, zamanla bu düz plakaların dökülerek/aşınarak bugünkü basamaklı dış yüzeyin ortaya çıktığı düşünülüyor.

Bir de işin güç gösterisi, iktidar ispatı boyutu var tabii; kralsınız, kralını yapmak zorundasınız. Gerekirse halkı ezeceksiniz, ülkenin tüm imkanlarını, kaynaklarını bu proje için seferber edeceksiniz, ortaya çıkan çılgın proje sonucu bütçe açığı, kamu borcu, enflasyon falan tavan yapacak. Değer mi peki? Aslına bakarsanız, güçlü devletlerin, merkezi yönetimlerin halen sürdüregeldiği bir reçete bu; "çılgın proje" olarak bilinen bazı devasa kamu yatırımları, piramit şeklinde olmasa da, günümüzde bile güç gösterisi olarak sergilenmeye devam ediyor.
Piramitler, Mısır uygarlığının eski krallık denilen ilk dönemlerinde yapılmış genel olarak. Yani, Ramses, Seti gibi yeni krallıkta hüküm süren daha medyatik firavunların tercihi, piramit yerine kral mezarları olmuş. İlk piramidin müellifi, üçüncü hanedan denilen dönemde, MÖ 2600 yıllarında veziri İmhotep'e basamaklı bir piramit yaptıran Zoser. İmhotep, bu başarısı ile ilerleyen yıllarda tanrısal bir unvan kazanmış, zanaat ve ustalık tanrısı Ptah'ın oğlu olarak kabul edilmiş. 

Ama piramit olayını meşhur eden, dördüncü hanedanın kralı Khufu için yapılan dünyanın yedi harikası listesine girmesiyle meşhur Keops piramidi. Keops 147 metre yüksekliğinde yapılmış, zamanla 139 metreye inmiş. O zamanlarda imar kanunu kaç kata izin veriyordu bilemiyoruz, ancak Khufu hiçbir masraftan kaçınmamış. Ortalama ağırlığı 2,5 ton olan 2,300,000 adet kaya kütlesinin inşaatta kullanıldığı tahmin ediliyor. Nil boyunca açılan taş ocaklarından taşınan kireçtaşı bloklar inşaat alanına getirilip halen tam olarak açıklanamayan tekniklerle üst üste yığılmış.
Piramitleri kendi gözümle görmeden önce, bu kadar hayret uyandıran, büyüleyen yapılar olmalarına şaşırırdım. Taşları al, üst üste diz, aban kölelerin üstüne, ne var bu kadar abartılacak? Ancak piramitlerin yanına gidip de kendi boyunuzda taş blokların önünde dikilince işin ciddiyetini kavrıyorsunuz. En akla yatkın teori, dev rampalar üzerinden, ıslatılmış zeminde kaydırarak taşların taşınması şeklinde. Yapının içinden spiral bir rampa veya devasa manivelaların kullanılması da öne sürülen görüşlerden.

Her ne şekilde yapılırsa yapılsın, ortaya korkunç bir işgücü ihtiyacı çıkacağı kesin. Mısırlılar hakkında ilk yazılı belgeleri derleyen Yunan tarihçi Heredot, kendi tahminlerine dayanarak piramitlerin dev bir köle ordusuna kan, ter ve gözyaşı karşılığı yaptırıldığını düşünmüş. Ancak son yıllarda ortaya çıkan bulgular, piramit inşasında büyük bir nitelikli işgücü ordusunun, o dönem için hatırı sayılır bir yevmiye karşılığı çalıştığını; inşaat ekibi için Giza'da büyük bir şehir kurulduğunu, çalışanların bira ve yiyecek malzemesi şeklinde gündeliklerini düzenli olarak aldığını ortaya koymuş.
Piramitler bölgesindeki mastabalar, yani diğer soyluların, yapımda emeği geçen mühendislerin mezarları
Zaten ilerleyen yıllarda Musa peygamberin peşine takılarak Mısır'ı terk etmek zorunda kalan İsrailoğulları dünyada "duvar ustası" olarak (masonluk) şöhret yapmadı mı? Piramitleri bilmem ama, Mısır'da şehir, saray, anıt mezar inşaatlarında tecrübe kazanan İsrail evlatları Kenan diyarına gidince kendilerine tapınaklar inşa etmedi mi? Demem o ki, o devirlerde bile büyük inşaat faaliyetlerine sadece kölelik penceresinden değil, kalifiye işçilik ve mühendislik boyutuyla da bakmak gerek…

Çalışanların kalifiye olduğu, baştan savma iş yapılmadığı piramit inşaatlarındaki milimetrik detay ve ölçümlerden de anlaşılıyor. Örneğin, kral odalarından dışarı doğru açılan ince kanallar, Orion takımyıldızını görecek şekilde konumlandırılmış! Keops'un 230 metrelik taban uzunluğundaki hata payının 58 milimetre olması karşısında ise kafamızı piramitlere vuruyoruz. Ulan, sene olmuş 2015, işyerimizdeki helalar yenilenirken tabana eğri dizilen karolar yüzünden bütün pis su dışarı akıyor! Evde de birbirine açısı 90 derece olabilen iki duvara henüz rastlamadım…

Şimdi, piramitleri ve inşa sürecini böyle güllük gülistanlık anlattık ama, resmin o kadar da parlak olmadığını yine piramitlerden anlıyoruz. Keops'tan sonra yapılan Kefren piramidi biraz daha küçük. Onun ardından yapılan Giza'nın en minyon piramidi Mikerinos ise döneme ait bazı ipuçları ile örtüşmekte; merkezi yönetimin gücü azalmış, ülkede rahatsızlıklar ve başkaldırılar yaşanmaya başlamış, tüm imkanları piramit inşasına yönlendirmek kolay değil.
Mikerinos
Firavun da olsan, piramidine kaynak bulmak zorundasın, bunun vergisi var, baskısı, yasağı var… Örneğin Keops, devasa piramidi için ülkenin tüm kaynaklarını seferber ederken diğer tapınakları kapatmış, halkın kurban kesmesini yasaklamış, hatta para sıkıntısı yüzünden kendi öz kızını (afedersiniz) kârhaneye satmış! Kefren de pek sevilmeyen bir figür olunca, en minik piramidi yaptıran Mikerinos tapınakları açtırmış ve halkın işine gücüne dönmesine izin vermiş.

Ancak yine de MÖ 22. Yüzyıl civarlarında huzursuzluk doruğa çıkmış, iç savaşlar patlamış ve ülke bir fetret devrine girmiş. Tanrılarla kanka olan firavun zayıflıkla, ahlaksızlıkla suçlanmış, vergi toplanamamış, mezar ve tapınaklar yağmalanmış. Geleneksel kurumların çöküşü ile halkta bir bilinmezlik, karamsarlık, umutsuzluk doğmuş, ölüm ve ötesi sorgulanır olmuş, ilk krallık dönemi çökerek Mısır inanç sisteminde revizyona gidilmiş.
Sfenks'in korumasına rağmen yağmalanan piramitler...
Bu dönemlerde bir kralın oğluna şöyle bir öğüt verdiğini okumuştum: "Taştan bir anıt dikeceğine öyle davran ki anıtın sana duyulan sevgiyle ayakta kalsın. Herkesi sev, çünkü tanrılar adalete adaklardan daha çok değer verir". Hay ağzınla bin yaşa yüce kral; sevgiyi anıtın, adaleti adağın önüne koyabilen liderlere günümüzde bile nadir rastlanıyor!

50-100 yıllık bu ara dönem sonrası Mısır tekrar toparlanmış ve "Orta Krallık" denilen farklı bir döneme girilmiş. Ama bu arada piramitlere ne olmuş, biz o konuya dönelim… Yukarıda açıkladığımız gibi, piramitler ruhlar tarafından kolay fark edilsin diye devasa boyutlarda, pırıl pırıl inşa edilmiş. Ama ruhlardan önce bu görkemli yapıları fark edenler olmuş: mezar hırsızları!

Diyeceğim o ki, mezar hırsızlığı sadece günümüze ait, 100-200 yıllık bir olay değil. MÖ 2200 yılında bile Allah (veya Osiris, Ra, Amon, vb…) korkusu olmayan mendeburlar piramitleri elden geldiğince soymuş. Nitekim, orta ve yeni krallık dönemlerinde firavun ve şürekası, ortalıkta "gel beni soy" dercesine dikilen piramitler yerine, krallar vadisi gibi yerlerde, gizli, ulaşılması daha zor ebedi istirahatgahları tercih etmişler.

Ama mezar tercihi her nasıl olursa olsun, ölüler alemine yönelik yapıların canlılar dünyasından çok daha sağlam, görkemli ve ebedi olduğu aşikar! Bugün Mısır'da antik döneme dair gezilebilen, görülebilen kalıntıların çoğu piramit, kral mezarı ve tanrılar adına yapılan tapınaklar. Saray, tiyatro veya sivil bina kalıntısı gibi hayata yönelik yapılar ise çok daha nadir. Tapınaklar, mezarlar, piramitler en sağlam granit bloklar ve kireçtaşı ile yapılırken, evler kerpiç, saz, saman, hasır, ahşap ile inşa edilmiş. Krallar bile muhteşem saraylar yerine olağanüstü mezarlar yaptırmış. Çünkü bu dünya geçici, öbür dünya kalıcı… (en azından milyonlarca yıl)
Halikarnas Balıkçımız bile bu detaya takılmış ve bir eserinde "Mısır denince insanın aklına piramitler ve mumyalarla büyük bir mezarlık gelir; oysa Anadolu denilince oyun ve müzik için yapılmış tiyatro ve stadyumlar gelir" mealinde bir saptamada bulunmuş. Mısır uygarlığı, gerçekten de ölüm ve ötesi ile kafayı feci bozmuş bir medeniyet; bu detayı gelecek bölümümüzde biraz daha açacağız…

Artık Giza piramitlerini görmeye gidebiliriz. Giza, ölüler bölgesi olduğu için Nil'in batı kıyısında; güneşin yükseldiği doğu kıyısı yaşanılan şehirlerin, batı kıyısı da görkemli piramit ve mezarların yapıldığı ölülerin bölgesi olmuş. Benim kafamdaki imge, Kahire'den dışarı çıkacağımız, uçsuz bucaksız çöllerde serap görerek yolculuk edeceğimiz ve sonsuzluğun ortasında piramitleri göreceğimiz şeklinde…

Heyhat, hayat hiç de öyle romantik değil! Giza piramitleri, utanmasa şehrin göbeğinde dikiliyor. Afrika'nın en büyük metropolü Kahire, Giza'ya doğru genişlemiş, çevrelemiş ve yutmak üzere… Kalabalık caddelerden, dar sokaklardan geçip, sıvasız boyasız çirkin binaların gölgesinden bile kurtulamadan kendinizi piramitler bölgesinin nizamiyesinde bulunca biraz hayal kırıklığı yaşıyorsunuz.
Neredeyse piramitin bahçesine toplu konut yapacaklar! Yabancısı olmadığımız bir durum...
Biletinizi alıp piramitlerin yanına vardığınızda ise, hayal kırıklığı yerini büyük bir hayranlığa bırakıyor. Az önce de bahsettiğim gibi, piramitler gerçekten de yakınlarına gidince çok etkileyici! Kafanızdaki imajdan çok daha büyük, görkemli ve ezici! Tek bir tuğlasının bile 2,5 tonluk bir kaya bloğu olması karşısında diliniz tutuluyor…

Küçükken en büyük hayalim, bir gün piramitlerin yanına gidersem, içine girmek yerine (eğer izin veriyorlarsa) basamakları tek tek tırmanıp tepesine çıkmaktı. Ancak tek bir "basamak" 1,5-2 metre yükseklikte olunca bu hayalim suya düştü! 1,5 metrelik takriben 100 adet kayaya tırmanarak tepeye çıkmak, imkansız olmasa da, akıllı adamın işi değildi.
Bir diğer seçenek de piramitlerin içine girmek, kral-kraliçe odalarını görmek. Ancak hem vaktimiz sınırlıydı, hem de içerileri gezmek konusunda caydırıcı tavsiyeler almıştım. Öncelikle, piramitlerin içleri talan edilmiş; görecek fazla bir şey kalmamış. Ayrıca, daracık koridorlarda, iki büklüm ilerleyerek milyonlarca tonluk kayaların altında olduğunuzu düşünmek benim gibi bir klostrofobiğin göğsünü daraltıyor.

Yine de piramitlerden içeri giren epey bir güruh vardı. Giriş gayet serbest görünüyordu, ama arkadaşımın anlattığına göre uyanık Mısırlılar girerken değil, çıkarken para almayı akıl etmişler. Böylece, içeride ızdırap çekmek için bir de üste para vermeyecek turist vatandaşlar, "nasılsa beleş, içeriye de bir bakalım" dediklerinde çıkış kapısında sobeleniyorlar!
Piramitlerin çıkışı
Bu taktik turizm uyanığı ve ne yazık ki yüzsüzü Mısırlıların klasik numaralarından… Örneğin, piramitlerin civarında bolca göreceğiniz develere fotoğraf çektirmek için binmek parasız, ama inmek ücrete tabi! Devenin üzerinde zaten biraz ürkmüş olan eleman hatırı sayılır bir bahşişi tokalamadan sahibi deveyi çökertmiyor!

Mısırlıların giriş bedava/çıkış paralı; binmek bedava/inmek paralı şeklindeki üçkağıtçı yaklaşımı, bana acaip bir icat yaparak çok zengin olan adamın fıkrasını hatırlattı, ama şimdi aile içinde anlatamayız, merak eden özelden yazsın… Biz şimdi Kahireli girişimcilerimiz tarafından içine edilmekte olan piramit bölgesini koklayalım. Ortamdaki hakim koku, yoğun bir at ve deve boku. Turistlere deve keyfi yaşatacağız derken işin bokunu çıkarmışlar ve burnunuzu tutmadan bölgeyi gezmeniz mümkün değil.
Bu yüzden size tavsiyem, atlı/develi birliklerin yoğun olarak toplaştığı girişe yakın bölgelerden biraz uzaklaşıp piramitlerin arkasına dolanmanız, daha uzakta olan Kefren ve Mikerinos'a doğru uzamanız ve size askıntı olacak yerel elemanları ofsaytta bırakacak özgün stratejilerinizi geliştirmeniz. İlle de deveye binip çöl ambiyansı yaşamak isterseniz o sizin tercihiniz tabii…

Piramitler bölgesini gezerken hediyelik eşya alışverişinizi de aradan çıkarabilirsiniz. Mısırlı satıcılar Sfenks civarında kurdukları yüzlerce tezgah ile her türlü ihtiyacınıza karşılık verecektir. İhtiyatı ve pazarlığı elden bırakmadan papirüs, maske, piramit, gönlünüze göre girişin…
İstediğiniz firavun, tanrı, rahip ücreti karşılığı...
Sizde bir şey almaya mecburmuş duygusu uyandıran Mısırlı tezgahtarlar, "para, para, para" şeklinde özetlenebilecek hayat görüşlerini kimden almıştır dersiniz? Tabii ki Napolyon Bonapart'tan olmalı… 1798 yılında Mısır'ı işgal eden Napolyon, Piramitler Savaşı öncesinde askerlerine "İleri askerlerim, piramitlerin tepesinden kırk asırlık tarih bizlere bakıyor" diyerek sıkı gaz vermiştir…

Napolyon'un ordusundaki en önemli birlikler süvari veya piyadeler değildi; yaklaşık 170 kişilik biyolog, antropolog, tarihçi, arkeolog, dil bilimci, tabip vesaireden oluşan bilimadamı ordusu tarihin seyrini değiştirdi. Antik Mısır medeniyetinin çöküşünden o güne değin tek Allahın kulunun merak etmediği piramitlerin, tapınakların, hiyerogliflerin sırrını çözmek için yapılan çalışmalar sonucunda, Rosetta taşının kod çözücülüğü ile eski yazı çözüldü. 19. Yüzyıl başlarında yayınlanan 20 ciltlik "Mısır'ın Tasviri" eseri ile Fransızlar resmen Mısır'ı sahiplendi!

Mısır'ı Napolyon'dan önce kayda geçiren diğer büyük şahsiyet ise, az önce kendisinden alıntı yaptığımız Halikarnas Balıkçısı'nın hemşerisi, Halikarnassos'lu büyük tarihçi Heredot'tur. Benim gibi gezmeyi ve (biraz da abartarak) yazmayı seven bu şahsiyet, hayatının bir döneminde Mısır'ın büyük bölümünü dolaşmış ve Evliya Çelebi misali bu büyük uygarlığı Helen dünyasına tanıtmıştır.
Mısırlılar hakkında "dünyanın en eski insanları; astronomide Yunanlılardan iyiler; keten kıyafetleri her zaman tertemizdir; sünnet olurlar; hekimlik mesleğinde uzmanlaşma söz konusudur; başka hiçbir medeniyetin geleneklerini kabul etmezler; kadınlar ayakta işer, erkekler çömelerek (??); kadınlar tek parça, erkekler iki parça giyinirler; evlerini hayvanlarıyla paylaşırlar; dünyanın geri kalanındaki eserlerin hepsini toplasan bunlarınki kadar etmez" gibi gözlemlerinin ardından, benim de vurguladığım özelliklerini ifşa eder: "anlatılması çok uzun, bitmez tükenmez dini törenler yaparlar"

Koptik yazımda da bahsettiğim gibi, Mısır'ın ismi bile Yunanlıların "Ege'nin Aşağısı" (Aigaiou huptiōs) deyişinden türemiş. Antik çağlarda Mısır - Girit - Yunan kültürleri doğrultusunda büyük bir etkileşim söz konusu; Mısır inanç sistemlerinin Girit'te önce Minos, ardından Miken kültürlerini etkileyip oradan da Yunan yarımadasına, Helen kültürüne geçtiğine dair birçok bulgu var. Mısır'ın çoktanrılı inancı, Osirisler, Horuslar, Toth'lar Yunan topraklarında Zeus'lar, Hades'ler, Hermes'lere evrilmiş.
Dünyanın "tek taş"tan oyulmuş en büyük heykeli, meşhur Giza Sfenksi! Yüzü doğuya bakan ve piramitleri korumakla görevli arkadaşın burnunu Fransız topçularının kırdığı söyleniyor...
Mısır tarihini Yunanlıların yazdığı ve isimlendirdiği Giza piramitlerinde iyice açığa çıkıyor zaten. Piramitlerin isimlerine bir bakın; Keopslar, Kefrenler ve hele ki Mikerinos piramidi sanki Yunanlıların çılgın adası Mikonos'tan isim almış gibi… Mısır Yunan etkileşimi ilerleyen yıllarda gizemli bir şekilde devam etmiş; özellikle Mısır tanrısı Toth ve Yunan karşılığı Hermes'in başını çektiği mistik/gnostik inanç sistemlerinin sırrına henüz erebilmiş değiliz. Şu İskenderiye Kütüphanesi yerle bir edilmiş olmayaydı…

Bu karman çorman duygu ve düşüncelerimiz eşliğinde piramitlerin yanından ayrılırken karnımız da acıkmıştı tabii… Bize piramitleri gezdiren arkadaşımızın güzel bir sürprizi vardı; "Mısır-Yunan mistik ve gnostik sentezini boşverin; size bu iki kültürün en baba sentezini yaşatayım" dedi ve bizi ilginç bir restorana götürdü. Piramitlerin bulunduğu Giza'ya çok da uzak olmayan restoran, bahçe içinde, salaş, ancak bilenlerin bulabileceği izbe bir köşedeydi.
Böyle bir mekanizma Hermes'lere, Toth'lara layık! Langırt tavuğu yemeden Kahire'den ayrılmayın...
Kim bilir ne zamandır Mısır'da yaşayan Yunan asıllı bir kardeşimizin işlettiği lokantanın spesiyali kömürde tavuk çevirme… ve tabii yanında muhteşem orta doğu ve Yunan sentezi mezeleri. Mekan Kahire olduğu için uzo veya firavun birası içemiyoruz tabii; ama tavuğun lezzetine diyecek yoktu! Eski langırt masalarının tabanına kömür dökerek şişlerine taktığı tavukları çeviren bu yüce girişimci, büyülerin, gizlerin, simyanın, bilginin (ve tavuk ızgaranın) ortak tanrıları Mısırlı Toth ve Yunan Hermes'in torunu olduğunu kanıtlamıştır!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"