Ölüler Şehri Kahire

Bu yazımızın başlığı size biraz iç karartıcı, can sıkıcı gelebilir; ölüler şehri de nereden çıktı şimdi diye düşünebilirsiniz. Hem de bahsettiğimiz şehir Kahire; bundan dört yıl önce bir sosyal medya sitesinin yaptığı araştırmada “dünyanın en 24 saat yaşayan şehri” seçilirken, New York, Londra, Tokyo ve Paris’i açık farkla geride bırakmış. Vallahi abartma yok; Kahire’ye iki kez gittim, ikisinde de merkezi bölgelerde kaldım ve trafik, korna, müzik, kahkaha, kavga ve daha bilumum yaşam belirtisi seslerden uyuyabilmişliğim yok…

Peki, bu dünyanın sürekli devinen, kalabalık ve capcanlı şehrinin önündeki “ölüler” sıfatı da ne ola? Tabii bizim düz düşünce sistemimiz canlılık ve ölüm kelimelerini yan yana getirmekte zorlanıyor. Bu iki kavram her kültür ve inanışta birbirinin zıttı olarak görülmüyor. Nitekim, Japon Yapmış serimde de Japon kültürünün ölüme bakışındaki nüansları az çok açıklamış, ölüm ve yaşamın birbirini tamamlayan, iç içe kavramlar olduğu falan gibi söylemlerle dimağları bulandırmıştım.

Şimdi, ayağımızı bastığımız toprakları iyi tanıyalım. Burası Kahire, dünyanın en eski ve gizemli uygarlıklarından birine ev sahipliği yapmış mistik topraklar. Hele ki, ölüm konusuna aşırı derecede takmış, ölümü hayattan çok daha fazla ön plana çıkarmış, allayıp pullamış, mumyalamış, felsefesine takla attırmış medeniyetlerin diyarındayız.
Ölüler dünyasının üzerinde devam eden yaşam...
O zaman, Kahire’nin bugün bile neden ve nasıl ölüler şehri olduğunu anlamak için filmi birkaç bin yıl geriye saralım. Piramitler yazımda da bahsettiğim gibi, Mısır uygarlığı geçici (bu) dünyayı fazla önemsemeden, tüm kaynaklarını, birikimini ve düşünsel üretimini diğer tarafa yoğunlaştırmış, tabiri caizse ölüm ve ötesi ile kafayı bozmuş bir uygarlık.

Yerleşik düzene geçen, belli bir merkezi otorite etrafında şehirler kuran, en azından yerleşim yerleri yoluyla dünyaya “kazık çakan” insanlar bir de bakmış ki kendileri öldükten sonra yok olup gidiyor. Çöle gömüyorsun, çakallar gidip buluyor, ısırıyor, kemiriyor, veya kum fırtınaları cesedi açığa çıkarıyor.

Mısırlı adli tıp uzmanları fark ediyorlar ki, cesetlerin sıcaktan, güneşten kuruyan kısımları daha sağlam kalıyor; kurumayan bölümleri ise leş gibi çürüyor. “Hmmm”, diyorlar, “dehidrasyon lazım”. Tam olarak bu kelimeyi kullanmıyorlar belki, ama anlıyorlar ki, cesedi suyundan arındırabilirseniz ölümsüzlük ve sonsuzluk bir derece mümkün… Ne de olsa ruh ölmüyor, ruhu, kişiliği ve yaşam gücünü oluşturan “ba” ve “ka” gökyüzünde birleşip günün birinde bedenini (khat) aramaya ve onunla bütünleşmeye geliyor. Yeter ki o güne kadar cesedin turşusunu kurabilesin…
Tamamen taş olabilsek dehidrasyona gerek kalmayacak
Ölümden sonra yaşam felsefesi tabii ki tanrıların maceraları ile başlıyor. Mısır mitolojisinin en renkli karakterlerinden İsis-Osiris-Seth-Horus kare asını mutlaka duymuşsunuzdur. Şöyle hatırlatayım; İsis, Mısır’ın yaşam kaynağı ana tanrıçasıdır (diğer kültürlerin mitlerinde Kybele, Demeter, İnanna, İştar ve benzerleri…) Osiris, İsis’in hem erkek kardeşi hem de eşidir. Seth ise filmin kötü karakteridir, Mısır mitolojisinin Erol Taş’ı, Osiris’i kıskanan karanlıklar tanrısıdır…

Bir gün Seth ne yapar ne eder, Osiris’i bir punduna getirip kıtır kıtır doğrar. 14 parçaya ayırdığı cesedini Mısır’ın değişik bölgelerine serpiştirir. Kocasının derdine düşen İsis, tüm Mısır’ı dolaşır ve parçaları teker teker toplar. Mısır’ın birçok bölgesinde Osiris tapınağı bulunmasının sebebi, parçalarının buralara dağılmasından ötürüdür.

İsis, 14 parçanın 13’ünü bulur. Bulunamayan bir tek (afedersiniz) Osiris’in pipisidir. İsis, “ne yapalım, bu kadarına da şükür” diyerek puzzle misali parçaları birleştirmeye ve kocasını diriltmeye çalışır. Ona yardım eden tanrı ise, ölülerin tanrısı, mumyalama üstadı Anubis’tir. Çakal başlı insan olarak betimlenen Anubis, mezarların etrafında kol gezen ve ölüleri kemirmek için fırsat arayan çakal kardeşlerimizden esinlenilerek, onlara tanrısal bir paye çıkarıp leşseverliklerini yasallaştırmak için mitolojiye kabul edilmiştir.
Ölülerin koruyucusu Sfenks'i hep önden ve profilden gördünüz; arkadan bakınca biraz hayal kırıklığı yaratıyor :((
Anubis’in bilgisi ve yardımıyla Osiris’in parçaları birleştirilir, gizli formüleri olan bitkisel özlere bezenmiş keten bandajlarla sarıp sarmalanır ve Osiris mumyalanmanın ardından dirilir! Tanrıça İsis, bir şekilde pipisi olmayan tanrı Osiris’ten hamile kalır ve oğlu Horus’u doğurur. Ardından Horus, babasının intikamı için karanlıklar tanrısı Seth ile savaşır, Seth’in pipisini koparır, ama Seth de Horus’un gözünü çıkarır, karşılaşma 1-1 berabere bitse de organ farkıyla Horus galip sayılır, bilge tanrı Toth ikisini de iyileştirir, ama Seth yeraltına çekilir.

Şimdi hikaye size çok tanıdık geldi tabii; bakire İsis (veya Meryem diyelim) cinsi münasebet yaşamadan, tanrısal bir güçle hamile kalarak oğlu Horus’u (veya İsa diyelim) doğurur, Horus kötülükle (Seth) savaşır vesaire… Hristiyanlık efsaneleri ile %100’ yakın örtüşen Mısır Mitleri, aynı zamanda İran, Mezopotamya, Anadolu, Ön Asya, Yunan ve Roma mitolojileri ile de paralellikler gösterir (Frigya’nın Kybele ve Attis’i; Sümer’in İnanna ve Tammuz’u; Fenike’nin Adonis’i, İran’ın Mitra’sı, Yunan’ın Zeus/Hades’i ve kim bilir daha ne tanrılar…)

Ayrıca Osiris ve onu iyileştiren Tanrı Toth, ilerleyen çağlarda mistik/gnostik erginlenmeci inançların gelişmesinde büyük rol oynar. Dionysos, Orfe, Hermes kökenli mistik inanç sistemleri, insanı “gerçek” (öbür) dünyaya götürecek olan “gizli bilgi”nin, yani “gnosis”in elde edilmesine sardırmışlar ve bu inanç sistemlerinde Toth (ve Yunan karşılığı Hermes) bilginin; Osiris (ve Yunan karşılığı Dionysos) parçalandıktan/öldükten sonra dirilmenin simgesi olmuşlar.

Doğrusu bunlar çook uzun ve derin konular, biz Mısır’da kalalım… Dediğim gibi, Osiris ölüler dünyasının, veya başka bir deyişle “gerçek” dünyanın en temel figürü olarak kalmış. Çünkü dirildikten sonra yer yüzüne çıkmak istememiş, yukarısını oğlu Horus’a bırakmış ve yer altında, insanların ölüler alemine geçişine hakemlik etme görevini edinmiş.
Yer altı ve piramitler...
Şimdiii, konuyu dağıtmadan (ki, hiç beceremem) şu detayı belirtelim; Mısır inancında ölümsüzlük ve tanrı katına çıkmak ilk başta yalnız firavunlara özgüydü. Ölmeleri demek, gökyüzüne çıkıp artık Orion mu olur, Sirius mu olur, o civarda kendine bir ikametgah edinmeleri demekti. Ama zamanla Mısır inanç sistemi gelişip karmaşıklaştıkça, ölümsüzlük yavaş yavaş halka inmeye, sıradan Mısırlı da tanrılar katına çıkma (cennete gitme) imkanı bulmaya başladı.

Ama sıradan halk firavunla bir mi? O tertemiz bir varlık, sen ise hayatı boyunca her türlü b.ku yiyen, arsızlık, hırsızlık, zina yapan, oruçluyken sakız çiğneyen bir yaratıksın. O yüzden sağlam bir mahkemeden geçmen gerek. İşte Osiris, yer altında bu mahkeme heyetinin başkanlık ve koordinasyonundan sorumlu tanrı olarak (Yargıtay Birinci Başkanı) görev almış.
  
Mısırlı vatandaşlarımız öldükten sonra mezarlıkların koruyucusu ve ölülerin tanrısı Anubis tarafından 42 tanrılı/yargıçlı kutsal mahkemenin huzuruna çıkarılır. Mahkemede, Adalet tanrıçası Maat’ın terazisi bulunmaktadır (adalet-tanrıça-terazi; tanıdık geldi mi?). Ölünün kalbi terazinin bir kefesine, Maat’ın dirhemi diyebileceğimiz tüy ise diğer kefeye konur. Eğer ölünün kalbindeki kötülükler/günahlar ağır basarsa, Toth sonucu kayda geçirir, kalbi aslan-timsah-su aygırı kırması tanrı Ammit güzelce yer, ölü de cehennemin dibini boylar! Mısırlıların cehennem tasviri için doğrudan Tevrat, İncil veya Kur’an’ı okuyabilirsiniz…
Fotoğraf bana ait değil, gugıldan buldum; Mısırlı bir vatandaşın ölüler dünyası yolculuğu (Anubis mahkemeye getiriyor, Maat teraziyi ölçüyor, Toth kaydediyor, Horus da arkadaşı Osiris'in huzuruna çıkarıyor)
Eğer ölünün kalbi temizse (lafzi ve mecazi), Horus’un kayığı ile kutsal suları aşarak Osiris’in huzuruna çıkarılır ve cennete kabul edilerek sonsuz mutluluğuna kavuşur! Öbür dünyaya inanışa denk gelen terim olan amenti’nin “inandım, iman ettim” anlamındaki “amentü” ile benzerliği tesadüf mü; tanrı Amon’a seslenişin “amen” ve “amin” olarak tek tanrılı dinlere geçişi rastlantı mı, orasına siz karar verin…

Öbür tarafa sağ salim geçmenin bir rehber kitabı, kullanım kılavuzu da yazılmış tabii; yoksa sokaktaki Mısırlı nasıl mahkemenin terazisinden geçer not alsın? Hayatın, daha doğrusu ölümün kullanım kılavuzuna Mısırlılar “Ölüler Kitabı” (The Book of Dead) adını vermişler. Bu kitabın değişik çağ ve yörelere ait farklı versiyonlarına rastlanmış olsa da, temel olarak insanın ölüm sonrası arınmasına yönelik bir metin…
Sanırım Bart Simpson'un ev ödevi gibi; 150 kere "ben kötülük yapmadım" gibi bir şey yazmış?
Ölüler kitabı, gayet mistik, gizemli, sembolik bir dille mezar odalarının duvarlarına, ölülerin eşyalarına falan yazılmış hiyerogliflerden oluşmuş bir rehber ve vicdan muhasebesi. Kimilerince bir çeşit “kutsal kitap” olarak niteleniyor; ama adından da anlaşılacağı gibi, bu dünyaya ait hükümlerin yer almadığı, ölümden sonra mumyalanmakla başlayarak mahkemeye, cennete gidişe kadar aşamaların tarif edildiği bir kılavuz.

Ölüler kitabının (bence) en büyük iki özelliğinden biri, dünyada edinilen bilgiye, insanın kendine has kimliğine önem verilmesi. Yargılanmaya giden bir ölü için en büyük tehlikelerden biri, ismini, kim olduğunu, bu dünyada neler yaptığını unutması; yoksa kendini nasıl savunacak, ölüm ötesine hangi kimliğiyle geçecek? Zaten bu “içsel ve kutsal bilgi”nin farkında olmak, ilerleyen yıllarda ortaya çıkan tüm gizemci akımların temelidir; Platon’a göre de ölümden sonra ruhun izlediği yol aynıdır, bizlerin matematikçi sandığı, ama aslında bir “peygamber” olan Pisagor’a göre de ölüm “unutmak” demektir. Nitekim, kendisi önceki hayatlarını hatırladığını iddia eder, bozulmaz bir belleğin Hermes’in (Toth) oğluna en büyük armağanı olduğuna inanılır!
Bu mistik akımların detayı dipsiz kuyu, kısa keselim ve gelelim ölüler kitabının en önemli ikinci özelliğine: Ölüler kitabında vicdan ve öz değerlendirme kavramları esastır. Her ne kadar ölmüş arkadaş 42 tanrılı bir mahkemede hesap verse de, asıl hesabı vicdanına verir ve kendi içindeki tanrısal, yüce bir “öz” ile muhakemeye tutuşur. 42 tanrı, Mısırlıların tanımladığı 42 önemli günahı temsil eder ve ölü şu şekilde bir beyanatta bulunur:

“Ben buğday çalmadım, ben günah işlemedim, ben kimseye şiddet uygulamadım, ben yalan söylemedim, ben kimseyi dolandırmadım…” ve saire. Şimdi dikkat edin; ölünün beyanatı tamamen kendi vicdanına yönelik ve işlemediği günahların hepsi dünyevi, diğer insanlarla olan ilişkileri, onlara karşı hak ve yükümlülükleri ile ilgili günahlar; tanrılara karşı yükümlülüğüne dair bir hüküm yok! İşte bu beyanat, Maat’ın terazisinde tartılıyor ve doğru söylüyorsa cehennem azabından paçayı yırtıyor!
Bu beyanatı bir köşeye koyun ve gözünüzün önüne bir Hollywood filminden günah çıkarma sahnesi getirin; “yüce peder, ben yalan söyledim, ben hırsızlık yaptım, komşumun karısını…” Yani, Hristiyanlığa günah çıkarma olarak geçen adet, Mısırlıların vicdan muhasebesinin, araya bir ruhban sınıfı koyularak affı yüce bir varlıktan bekleme versiyonu.

Bunun üzerine, ölüler kitabındaki 42 maddelik “yapmadım, etmedim” vicdan muhasebesini alın ve bu maddeleri 7-8 ana başlıkta toplayın (örneğin, buğday çalmadım, arpa çalmadım, öküz çalmadım maddelerinin hepsini “hırsızlık” maddesinde birleştirelim). Karşımıza ne çıktı? Hz. Musa’nın On Emri! Bir farkla; Hz. Musa, araya “benden başka ilaha tapmayacaksın, put yapmayacaksın” gibi tek tanrılı emirler de eklemiş… Hz. Musa kimdir? Mısır’da doğup büyümüş, o toprakların inanç ve kültürüyle yoğrulmuş bir şahsiyet; demek ki şaşıracak bir durum yok!
Ancak, On Emir ile Ölüler Kitabı arasındaki en önemli, ve ileride tek tanrılı inançların yumuşak karnı olan nüans, vicdana verilen önem ve ağırlığın, tek ve yüce Allah’ın buyrukları, ona itaat etme, ceza ve mükafatı ondan bekleme ile değiştirilmiş olması. Yani, “çalmadım, yalan söylemedim, adam öldürmedim” şeklindeki vicdani muhasebenin “çalmayacaksın, yalan söylemeyeceksin, adam öldürmeyeceksin” söylemi ile ilahi buyruklara dönüşmesi ve bu buyruklara uyup uymamanın hesabının Allah ile görülmesi.

Yukarıda yaptığım yorumlar benim okuduğum kitaplardan edindiğim şahsi kanaatler ağırlıklı, lütfen fazla kaale almayın, ama sizde bir merak uyandırdıysa ne mutlu… Kısaca şunu söyleyecektim; çok tanrılı görünen, rahip sınıfının öne çıktığı Mısır inancında bile vicdan ve insanın “öz”ü mevzuu son derece temel; ölüme bu kadar kafayı takmış bir kültürde bile arkanda kul hakkı bırakmadan mahkemeye çıkman son derece önem taşıyor!
Bir kalp kırdın ise yaptırdığın piramit piramit değil! 
Konuyu çok dağıttık, şöyle toparlayalım; ruhun ne kadar masum, temiz ve hafif olursa olsun, geri döndüğünde bedenini sapasağlam bulamazsan hiçbir kıymeti yok! Ne demiş Mısırlı atalarımız, sağlam ruh sağlam vücutta bulunur. Bu yüzden, ne yapıp edip, ölü bedeni sıkı bir şekilde korumak lazım. Nasıl yapacağımızı ölüler tanrısı Anubis göstermiş; mumyalayarak!

Şimdi gelelim eğlenceli konulara; diyelim ki öldünüz (Allah gecinden versin) ve diğer tarafa gideceksiniz. Önce, yakınlarınızın akropolden nekropole geçip ölü endüstrisi ile pazarlık yapması, anlaşması gerekiyor. Önceki bölümden hatırlarsanız, şehirlerin yaşanılan, bu dünyaya ait mahalleleri Nil nehrinin doğu (güneş doğan) yakasındayken, nekropoller (ölülerin şehirleri) Nil’in batı kıyısında!

Ölüm Mısır kültüründe çok büyük bir yere sahip olduğundan, Mısır ekonomisinde de hatırı sayılır bir sektör. Nüfusun önemli bir kısmı sizin ölünüz üzerinden ekmeğini kazanıyor. Nehrin batı kıyısındaki Ölüler Organize Sanayi Bölgesinde mumyacılar, lahitçiler, rahipler vesaire ile görüşeceksiniz, ölen kişinin toplumdaki yerine (ve en önemlisi) bütçenize göre bir cenaze töreni tasarlayacaksınız, lahit seçecesiniz, cenazede zılgıt çekecek, ağlayacak kadın sayısına kadar her detayı düşüneceksiniz! (tanıdık geldi mi?)
Nil'in batı kıyısında bir tapınak
Sonra cenazenizin başına dönüyorsunuz, cesedi hasıra sarıp bir felukaya (Nil teknesi) bindirerek batı kıyısına geçiyorsunuz. Ölünün bu dünya ile öbür dünyayı ayıran Styx nehri üzerinde, Charon’un kullandığı bir kayıkla taşındığı; hatta cesedin dişlerinin arasına bir altın (Charon’un bahşişi) sıkıştırıldığı Yunan mitolojisine bir selam verelim.

Şimdi, cesedin batı kıyısına ne zaman taşınacağı önemli bir konu; eğer ki cesedimiz hızlı yaşayıp genç ölmüş, güzel bir cins-i latife ise fazla acele etmemekte fayda var. Çünkü nekropol sakinleri nekrofil alışkanlıkları ile tanınır olmuşlar; eğer henüz dumanı tüten taze ve güzel bir cesedi teslim ederseniz, mumyalama işleminden önce başına neler gelebileceği, pamuğu ne ile ikame edecekleri konusunda fanteziler sınırsız…

Yüzlerce yıl sonra “zevcenizin cesedi ile vefatın üzerinden kaç saat geçene kadar sevişilebileceği” konusunda fetva verilen ülkenin Mısır olması asla tesadüf değil! Bu toprakların fıtratında var… Nitekim, antik çağda da batı kıyısı sakinleri hayatın aktığı doğu kıyısında pek sevilmezmiş. Bir de üstlerine sinen ceset kokuları, kirli tırnakları ile fazla sempati toplamazlarmış. Ama mumyalama ve defin gibi zor ve tatsız bir işle uğraştıkları için yine de saygı görürlermiş… Ölüm ve cesetle uğraştığı için toplumdan dışlanan Japonların burakumin sınıfı gibi.
Kahire'nin ölüler kentinde yaşayanlar bugün de ölüden bir parmak daha hallice...
Mumyalama, lahit, cenaze töreni konularında anlaştınız, cesedi de (başına bir şey gelmeyeceğinden emin olduktan sonra) teslim ettiniz ve mumyalama başladı. Mumyalama, kişinin statüsüne ve bütçenize göre 2-3 günden 6-7 aya kadar sürebilen bir süreç; ne kadar uzun mumyalandın, o kadar iyi korunuyorsun.

Mumyalama, tıp, kimya, teoloji, anatomi ve hatta gastronomi bilimlerinin iç içe olduğu multi disipliner bir ana bilim dalı. Buralarda çalışan rahipler aynı zamanda doktor, kimyacı ve simyacı. Önlerine gelen cesedi, ilk önce tuzlu bir havuzda bekletiyorlar ve belli bir su/tuz dengesine kavuşmasını sağlıyorlar. Ardından, çürümenin başlıca sebebi olan iç organların temizliği başlıyor.

Kadavra bir masaya yatırılarak sol tarafından derin bir kesikle gövde açılıyor. Mide, bağırsaklar, ak/kara ciğer çıkartılıyor, beyin kafatası içinde parçalanıp burun deliklerinden çengellerle çıkarılıyor (burnundan getirmek), gözler oyuluyor ve geriye tek bir organ kalıyor: Kalp! Eski Mısır inancında, hayatın kalpte olduğuna inanıldığından, kalp özel işlemlerden geçirilip tekrar içeri yerleştiriliyor; beynin ise bir değeri yok!
Binlerce yıl süren marinasyon!
Ardından, boşaltılan vücudun hem çürümeyecek, hem de postürünü koruyacak şekilde yeniden imarı başlıyor. Vücut boşluğu, karabiber, kimyon, tarçın gibi baharatlar, çeşitli kimyevi ve aromatik maddeler, kremler ve yağlarla yoğurulmuş otlarla doldurularak tekrar dikiliyor. Vallaha işin bu kısmı benim bile iştahımı açtı; bir et parçasını bu kadar güzel ve özenli marine edeceksiniz, terbiyeye yatıracaksınız ve sonra mangala yatırıp ızgara etmeyeceksiniz! Dr. Hannibal Lecter’in dedeleri mutlaka Mısır’lı olmalı…

İşin bundan sonrası bütçeye bakıyor. Ceset, paranızla orantılı bir süre kimyasal işlemlerden, natron banyolarından geçiriliyor, uzunluğu kilometreleri bulan reçineli keten bandajlarla mumyalanıyor, yanakları çökmesin diye ağız boşluğu dolduruluyor, göz çukurlarına taşlar yerleştirilip etrafına sürme çekiliyor ve olanca yakışıklılığıyla törene hazır hale getiriliyor, Anubis kılıklı rahiplerin okuduğu dualarla cenaze törenine geçiliyor.

Off, amma zahmetli işmiş, eski Mısır’da yaşamak kolay, ölmek ve sonrası zor! Daha bir de bu mumyalama işlemini evin kedisi, köpeği için de yaptıracaksın; dünyada evcil hayvanları ile aynı evde yaşayan ilk uygarlık olan Mısırlılarda kedi çok saygın bir hayvan; hatta evlerde yangın falan çıkarsa ilk kurtarılan “nesne” kedi olurmuş. Bu kadar kıymetli bir can için de mumyalama işlemi yaptırılması kaçınılmaz…
Fotoğrafta kaç kedi olduğunu bulun! Bir zamanlar Mısırlı'arın evinin baş köşesinde keyif süren pisiler, bugün çöplüklerde, Kahire halkı ile benzer sıkıntıları çekiyor 
Peki, ölümün bu kadar önemli bir yer tuttuğu bir kültürün izlerinin bugünlere yansımaması mümkün mü? Değil! Her ne kadar Mısır Krallığı yerini Asurluların, Büyük İskender’in, koptik Hristiyanlığın ve ardından İslam uygarlığının idaresine bıraksa da, bu uygarlıkların kültür kodları hakimiyetini ilan etse de, kadim Mısır inancı bugün bile Kahire sokaklarında etkisini sürdürmekte... Ve böylece, yazımızın en başına, Kahire’yi neden “ölüler şehri” olarak nitelendirdiğimiz soruya dönelim.

Efendim, önceki yazılarımı okuyup şehrin eski bölgelerini (İslami Kahire), Selahattin Kalesini falan gezdiyseniz ve Bab-el Vezir (Vezirkapı) Caddesinden aşağı yürümeye başladıysanız, az aşağıdan sağa sapın ve şehrin önemli bir alanını kaplayan büyük mezarlıklardan birinin ortasında bulun kendinizi:
Eski Mısır’daki ruhun “orijinal” bedeni ile kavuşma beklentisi, Hristiyanlık ve islam inançlarının etkisine rağmen devam ediyor; bir çeşit reenkarnasyon inancı halk arasında geçerliliğini sürdürüyor. Ancak işi eski Mısır’daki gibi abartıp nekropoller, görkemli mezarlıklar yapmak hem kolay değil, hem de hakim inanç sistemlerince hoş karşılanmayabilir.

Ama Mısırlılar, artan nüfus, kalabalıklaşan şehirler ve büyüyen fakirliğin de baskısıyla “pratik” bir çözüm geliştirmişler. Bir aile (veya kişi) mezarlıklardan birinde küçük bir ev yaptırıyor (tek göz, en fazla iki oda, ufak bir kulübe). Öldüğünde kendisini bu evin altına gömdürüyor ve fakir bir aileye de bu evi tahsis ediyor.
Eğer şarkı söylemeden mezarlıktan geçemeyen biriyseniz, bir ömür boyu türkü tutturmanız gerekecek! 
Aile, artık o mezarın bekçisi ve bakıcısı; bir terslik çıkmadıkça kuşaklar boyu burada yaşamaya devam edebiliyorlar. Onların barınma sorunu çözüldüğü gibi, diğer tarafa göçen şahıs da dünyadaki mekanını sağlama alıyor. Hatta bazı Mısırlıların yeniden dirildiklerinde bakıcı ailelerini hizmetçisi olarak kabul edeceğine inandıklarını duymuştum. Yani, maiyeti ile gömülen firavunun küçük bir modeli gibi…

Nasıl ki İslam dini Türkler tarafından benimsenirken birçok eski inanış, adet, gelenek bir şekilde yeni inanç sistemi ile kaynaşmış, Mısır’ın ölüme verdiği anlam ve önem de kendini inanç sisteminde kabul ettirmiş. Kahire’de belli bir derecede maddi gücü olanların “ölüler şehri” diye bilinen mezarlıklarda ev yaptırdığı, buraya defnedildikleri ve maddi durumu iyi olmayan ailelerin de bu bölgede yaşadıkları bir gerçek.
Tahminen Memlukler döneminden beri süregelen bu uygulamanın Abdülnasır zamanında doruğa çıktığını duymuştum. Mısır’ın geçirdiği yapısal dönüşüm esnasında, Kahire’nin fakir bölgelerden büyük göç aldığı ve başkente akın eden yoksulların mezarlık-evlere doluştuğu, kabristan nüfusunun milyonlar mertebesinde olduğu söyleniyor.

Mısır hükümetinin şehrin göbeğindeki bu mezarlık alanları temizleyerek ölüleri şehir dışına defnetmek, yeni açılan bölgelerde de modern yerleşim merkezleri kurmak gibi bir kentsel dönüşüm projesi olduğu söyleniyor. Bizim Zincirlikuyu, Karacaahmet falan da kupon arazi sayılır, acaba bir gün…
Ölüler şehrinde dolaşırken dikkatli olmakta fayda var; zaten güvenliğin sakat olduğu bir bölgedesiniz, canlılardan sakınmanız gerek, bir de ölülerin üstünde dolaşıyorsunuz, yeterince sinir bozucu! Fotoğraf falan çekerken de dikkatli olun, kadraja girdiğini fark eden bir mezar bakıcısı, paparazziye saldıran Holivut artisti kadar acımasız olabilir!

Ölüler şehrinde bir miktar dolaşıp rahmetlilerin ruhuna fatiha okuduktan, ölüler kitabına uygun şekilde vicdani muhasebe yaptıktan sonra, labirent gibi sokaklarda, mezar-evlerin arasında bir çıkış yolu arıyorum ve “canlılar dünyasına” gittiğini tahmin ettiğim bir amcanın peşine takılıyorum.
Danny Kaye Parkı...nın kalıntıları...
Küçük bir açıklığa geliyoruz; bir zamanlar mimari bir tasarım eseri olduğu anlaşılan meydana bakan duvarda garip bir plaket var. Duvardaki isme bakıyorum, hayal mi görüyorum diye kendimi tokatlıyorum, ama gerçek; Danny Kaye üstadın Kahire halkı için yaptırdığı parkın (veya kalıntısının) ortasındayız!

Küçüklüğümden beri hayranı olduğum, New York Filarmoni orkestrasını yönettiği “Balarısının Uçuşu” parçası halen gözümün önünden gitmeyen, çoluk çocuğa klasik müziği sevdiren hayırsever Amerikalı komedyenin ismini ölüler şehrinin girişinde bir duvarın üstünde görmek… hani uyanıkken rüya görmek, veya Alacakaranlık Kuşağı benzeri absürd bir şok yaşamak bu olsa gerek. 
İlginç olan ayrıntı, ölüme bu kadar kafayı takmış, ölümden sonraki yaşam hakkında kapsamlı bir felsefe geliştirmiş, ölüm sonrası için bedenini korumak amacıyla mumyalama tekniklerinde aşmış Mısır toplumuna park yaptıran Danny Kaye üstadın kendi cesedini yaktırarak küle çevirmesi. Oldu mu şimdi Danny; niçin bedenini Mısır’ın mumyacılarına emanet etmedin? Nekrofillerden mi korktun?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"