Güneye Giderken

...Sarıldım Akçora Gömleğine...

Geçenlerde Bulutsuzluk Özlemi’nin “20 Yaşında” konserini dinlerken, Mor ve Ötesi ile birlikte söyledikleri “Güneye Giderken” şarkısı kulağıma bir takıldı; takılış o takılış… Şarkıyı “sürekli çal” moduna, güneşi de soluma alarak birkaç yüz kere dinledim. Nejat’ı mı özlemişim, şarkıyı mı, güneşi mi, güneyi mi bilemiyorum. (e - hepsi)
Güneye Giderken, söz ve beste olarak bir müzikal başyapıt sayılmaz. Türkiye’nin John Lennon’u Nejat Yavaşoğulları da operatik bir vokal sunmaz bize. Sesi daha çok, otobüste gece yolculuğu yapmış, sabahında uyku mahmurluğuyla mırıldanan birine benzer. Ama işte şarkıyı efsaneleştiren ve kuşağımızın marşlarından biri haline getiren de bu samimiyet ve gerçekliktir:

sararmış tütün tarlası
ilerde beyaz yaşmaklı
al basmadan giysiyle
kadınlar çalışıyorlar
yüce dağlar ilerde mor
en yükseği en önce göründü
yolda güneş yükseliyorduuuuu
güneye giderken

Sanırım şarkı, izinlerin önce iptal edildiği, sonra açıldığı, Ankara’ya hapsolduğumuz bir tatilsizlik özleminde kulağıma takıldığı için etkisi katmerli oldu. Yaşımız icabı işin içine nostalcinin anlamsız lezzeti de karıştı ve kendimi 25-30 yıl önce güneye giden otobüslerde buldum. Evet, o yıllarda güneye otobüsle gidiliyordu; öyle aylar öncesinden ucuza düşürdüğünüz pegasus, anadolujet biletleri falan söz konusu değildi, TCK’ya, otogara, mola tesislerine ve otobüslere mahkumdunuz.
Otobüsler de ne otobüstü ama; günümüzün teknoloci harikası, klimalı, 2+1 ortopedik koltuklu her daim servis yapılan wi-fi’li otobüsleri nerede? Memleketimin otobüsü, tornadan çıkmış gibi birbirinin aynı olan Otomarsan 0302 modelleriydi. 0302’lerin üzerine ne otobüsler yapılmış, teknolojiye takla attırılmıştır ama benim için şehirlerarası otobüs algısı 0302’de sabit kalmıştır, üzerine çiçek koklamam!

Şimdi ismi Mercedes Benz Türk A.Ş. olan şirket, 1960’ların sonlarında Türkiye’de otobüs üretme işine girdiğinde “Mercedes Benz” ismini bu çorak diyarda kullanmak istememiş. Otomotiv, Marmara ve Sanayi kelimelerinden Otomarsan’ı türeterek ülkemizin şehirlerarası ulaşımını tekeline almış. Artık nesli tükenmekte olan bu nefis otobüsler halen ODTÜ’nün servis araçları olarak kullanılıyor. Otobüsleri 50 yıldır pırıl pırıl, dimdik ayakta tutan ODTÜ’nün mekanik işliğine ayrı bir selam gönderiyorum…
Eymir'de modern dünyadan saklanmaya çalışan bir ODTÜ 0302 otobüsü...
İşte bir yaz gecesi güneye gitmek istediğinizde bu otomarsan mamullerine biniyordunuz; hangi seyahat şirketi olursa olsun. Bir parmak daha prestijli olan şirketlerin, ulu soyların işletip hedefine varan neoplan, setra gibi delikanlılığı bozan modelleri henüz yurda girmemişti; zaten bu şirketler o yıllarda güneye gitmezdi. Güney ve Ege, Kamil Koç, Pamukkale, Köseoğlu, Aydın Seyahat gibi şirketlerin sorumluluğundaydı. İstanbul’a Gazanfer Bilge, İsmail Ayaz falan giderdi…

Bir Angaralı güneye gitmek istediğinde (en kolayı) İzmir caddesine Asburger’de yedikten sonra bu firmalardan birinin yazıhanesine dalardı. Yazıhanedeki somurtkan görevli, önündeki otobüs krokisi koçanını eline alır, istediğiniz seferin (20 Ağustos cumartesi, Kaş, 21:30) sayfasını bulur ve sizi uygun bir yere yerleştirirdi.

Eğer profesyonel bir güneyci iseniz, hemen yer seçimine müdahale ederdiniz. Nejat abinin dediği gibi güneş “soldan” yükseleceği için, otobüsün sağ tarafından koltuk seçmeniz lazım, yoksa ön ve arkada oturan komşunuzla perde kapmaca oyunu oynamak zorunda kalırsınız. En ön meraklısı değilseniz, ki gece boyu gözünüze kamyonların uzunları girebilir, 15-16 veya 19-20 numaraları almak isterdiniz. Görevli, “o koltuklar Garajlar’daki ofiste” der, size vermek istemezdi.

Eee, günümüzdeki gibi tüm ofisler online bağlı değil; otobüs koltuklarını Angara’nın çeşitli büroları arasında paylaştırırlardı. Siz ısrar edince homurdanarak Garajlar’ı arar, “19-20 numaralar boşta mı? Tamam, ben satıyorum, not al” der ve bize bileti verirdi. Tükenmez kalemle karbon kağıdı olan bir koçana biletinizi elle yazar uzatırdı.
Tabii Garajlar demişken günümüzün AŞTİ’sini düşünmeyin. Ankara Garajlar, halen Angara Büyükşehir Belediye’sinin heyüla binasının yükseldiği arsadaydı. Güneye gideceğiniz yaz akşamı Garajlara geldiğinizde egsoz dumanları arasından 9 numaralı peronu bulur, tekerleksiz bavullarınızı (bavulda tekerlek mi olurmuş?) oflayarak muavine teslim ederdiniz.

O zamanların muavinleri şimdiki gibi değildi; yolcuyla fazla muhatap olmaz, ama en azından fırsatını bulduğunda üzerinize boşalmazdı. Yolda en fazla isteyene su vermekle görevli muavinin teknik bilgisi daha önemliydi; kahve servisinde uzmanlaşmasındansa, yolda kayış koptuğunda kasnaklar arasına naylon çorap geçirmeyi bilmeliydi.

Otobüsteki yegane ikram, aluminyum folyo kapağa haiz cam şişedeki kavacık suyuydu. Servis konusunda yaşanan en büyük tartışma da yola çıktıktan 5-10 dakika sonra su isteyen muavinle yaşlı teyze arasında vuku bulurdu; muavin, “daha yeni yola çıktık teyze, binmeden içseydin” der, teyze de “ilaç saatim geldi ayol” diyerek üste çıkardı. Muavin, teyzeye ne olur ne olmaz diye bir de kusma torbası verirdi; kafa koyma yerlerine geçirilen beyaz örtülere kusmuk bulaşması istenmezdi.
Su neyse de, otobüs yola çıkar çıkmaz sigara yakan yolcular neydi öyle? Evet, yanlış okumadınız, bir zamanlar bu memlekette toplu taşım araçlarında fosur fosur tellendirmek serbestti. Yola çıktıktan, ya da mola verdikten sonra yarım saatçik bir dumansız hava sahası bile haramdı bizlere. 0302 model otobüsümüzün pencere kenarına iliştirilmiş alüminyum küllüklerin kapakları açılır ve izmaritlerle doldurulurdu. Kapılardaki kelebek camlar veya tavandaki kapakçık otobüsü vantile etmeye yetmezdi!

Neyse ki gece yolculuğu yapıyoruz; bir süre sonra otobüsün tavanındaki beyaz, parlak ışıklar söner, mavi ve yeşil pastel ışıklar yanardı. Biz de bu pavyon ortamından faydalanıp uyumaya çalışırdık. Güneşin soldan yükselmesine daha çok olduğu için biraz uyuyalım derdik ama heyhat… 2-3 saat sonra otobüs mola yerine ulaşırdı ve uykunuzun en tatlı anında mola yerlerinin o efsane anonsları kabus gibi kulağınızın ırzına geçerdi:

“Haaaankara istikametinden gelip Eeaaantalya istikametine devam eden Peeaaamukkale turizzminnnn jdkfjhkhdhdlgjdl… çaylar şirketten olup ücret ödenmemesi….”

Otobüsün mavi yeşil lambalarının ışığından sıyrılıp, mola yerindeki mavi-yeşil-kırmızı-sarı-turuncu ampüllerin altına adım atardınız. Bir an için rüyanız devam ediyor, sürreel dünyanızda gezinmeyi sürdürüyorsunuz gibi gelirdi, ama sonra Afyon diyarının müthiş soğuğu vururdu sizi. O yıllarda henüz küresel ısınmamıştık sanırım; güneye gittiği için yola şortla çıkan zavallılar ağustos ortasında bile tir tir titrerdi.
Afyon-Ankara arasında ıskartaya çıkmış bir dinlenme tesisi... 
Türkçeyi andıran bir dilde yapılan anonsla karbonatlı çayınızı yarım bırakır otobüslere doluşurduk. Soğuk şokundan sonra uykumuza geri dönmeniz pek mümkün değildi; tabii bir de yola çıkar çıkmaz yakılan sigaralar gözümüzü yaşartmaya başlamıştı. Muavinimizin ellerimize döktüğü limon kolonyası kalan uykumuzu da kaçırırdı. En iyisi koridor aralığından (yer numarası etiketinden İngilizcesinin aisle olduğunu öğrendiğimiz) yolu dikizlemekti...

Tabii ki henüz yollarımız duble değildi, nerede o lüks? Otobüs az sonra bir damperli kamyonunun ardında tıkanırdı. Koca rampayı aşana kadar kamyonun motorunu dinlemek, egsozunu solumak zorundaydık. Hiç olmazsa gecemize eşlik edecek kamyon arkası edebiyatı otobüsün farları altındydı; rampaların ustası, gözlerinin hastası önümüzde puflamaktaydı.

Otobüslerde gece yolculukları hakkında daha fazla detay için Orhan Pamuk’un “Yeni Hayat”ını mutlaka okuyun derim. Hatta otobüste okuyun, yeniden uykuya dalın, birazdan güneş yükselecek soldan… Biletinizi 19-20 almıştınız umarım, gözünüze güneş girmesin. Çünkü gece boyunca kaliteli bir uyku uyuyamayan bünye, tam sabaha karşı sızmak üzereyken o çok özlediğimiz güneş bizi dürter; biz ise “n’olur bırak, 15-20 dakika daha uyuyayım” diye sızlarız.

Az sonra güneş ısrarcı davranır ve ortağı iyice aydınlatır. Karşıdaki dağlara, yanımızdaki ovaya bakarak yerimizi kestirmeye çalışırız. Tarlalardaki üründen veya gün doğumuyla çalışmaya gelmiş köylülerin kıyafetlerinden bir çıkarım yapabiliriz; ama hedefe yaklaşıp yaklaşmadığımızı anlamanın en önemli ölçütü “Akçora Gömlekleri”dir.

Tatil yörelerimize yaklaştıkça dağa, taşa ve briket duvarlara yazılmış “Akçora Gömlekleri” yazıları tatile az kaldığını müjdelemektedir. Akçora A.Ş.’nin nasıl bu kadar geniş bir reklam/hayran ağı olduğuna hiçbir zaman akıl sır erdiremedim; büyük bir organizasyon, o yılların anarşik örgütleri gibi boya ve fırçalarla Akdeniz/Ege bölgelerine yayılmışlardır.
Zamanında Süleyman Demirel, Ecevitçilerin her yere “Umudumuz Karaoğlan” yazmasına sinirlenmiş ve “Dağa taşa umudumuz yazmakla iktidar olunsaydı, Akçora Gömlekleri dünyanın en çok giyilen gömlek markası olurdu” diye latife yapmış. Ama gerek Demirel’in, gerekse şarkımıza bile Akçora’yı konu eden Nejat abinin atladığı bir konu var; Akçora gömlekleri, bildiğimiz tekstil mamulü değil, motor pistonlarının gömlekleriymiş:

zefir radyoları var ya
biriket duvarlarda
sesini duydum onlardan
sarındım akçora gömleğine
uyu dedin uyudum
devam et dedi muavin

Akçora testini de geçtik, artık menzile yaklaştık diyorsunuz, ancak otobüsünüz bir kahvaltı molası daha verecektir. Siz içinizden “n’olur durma, devam et, bir an önce varalım Kaş’a” diye yalvarırken otobüsünüz irice bir Petrol Ofisi kampüsüne girer ve onlarca 0302 Otomarsan arasına park eder. Şoförünüz helezon yaylı koltuğunun solunda yer alan el frenini “gaaarrçççç gıııırççç gaaaarç gıııırrrçç” sesleriyle (10-12 kere) çektiğinde, en az yarım saat orada olacağınızı anlarsınız.

Arkadaşlar, ben şimdiye kadar hiçbir araçta, 0302 otobüsün el freni kadar karizmatik bir frene rastlamadım. Uzay mekiğinde bile böyle bir tertibat bulamazsınız. Şoförlerin o el frenini çektikten sonra kabaran öz güvenleri, kendinden emin duruşları transatlantik kaptanlarında yoktur. Otobüsün her bir köşesi retro tasarım harikasıdır; 54 numara ayakkabı tabanı kesitindeki gaz pedalı, üç açılı diş fırçasına benzeyen vites kolu ve kehribar topuzu bir daha görülmemiştir…

Araçtan indiğinizde, arasına park ettiğiniz onlarca otobüs arasından sizinkini ayırt etmeye çalışırsınız. Gece binerken fark etmediğiniz renklere bakarsınız; o yıllarda tüm 0302 otobüsler enine çift renkli çizgilerle boyanmıştır. Mavi-Lacivert-beyaz kombinasyonları çokça görülse de, turuncu, yeşil, kahverengi ve benzeri renk tonları da unutulmaz.
Fotoğraf bana ait değildir ama pek hoşuma gitmiştir...
0302 jenerasyonların sonuna doğru, otomatik (hidrolik) kapılı modeller çıkmaya başlamıştı. Koluna abanarak açtığımız kapılardan sonra fısslayarak açılan bu kapılar o kadar orijinal gelmişti ki bize, teknolojinin bir sonraki adımının Mars’a gitmek olduğunu düşünmüştük. Bu otobüsten inenler, sanki kapıyı kendileri tasarlamış gibi, göğüslerini kabartarak biz manuel kapı kollu, ezik otobüs yolcularına tepeden bakardı.

Teknoloci biraz daha gelişince otobüslere müthiş bir detay daha eklendi; klima! 0302’mizin tepesine kondurulan Sütrak veya Konvekta klimalar bize resmen sınıf atlatmıştı. Tabii, otobüsün önlerine yerleştirilen küçük televizyonda Betamax kasetlerden seyrettirilen örgü saçlı Gülşen Bubikoğlu filmleri de vardı; ama televizyonun varlığı otobüs dünyasında büyük bir atılım olarak görülmedi.

Otobüslerimizin karizmasına en büyük darbeyi model ve tasarım değişikliği vurdu. Otomarsan, 0302’yi biraz elden geçirip, köşeleri keskinleştirip ilaç kutusuna benzer 0302 S modelini çıkardı. Olayın şokunu atlatamadan ise, otobüs keyfimizi yerin dibine batıran 0303’ler çıktı. Bu bir türlü ısınamadığım model, artık otobüs devrinin sonuna yaklaştığımızı, bundan sonra güneye özel aracımızla veya ruhsuz bir uçağın emniyet kemerli koltuklarında gideceğimizi haber veriyordu.
Nerede kalmıştık efendim; kahvaltıyı yapıp otobüsünüze bindiniz ve güneşin solda giderek yükseldiğini mutlulukla izlediniz. Az önceki mola yerinde hortumla yıkanan camın üzerinde kalan damla izlerinin arasından, güneşin sarıya boyadığı köy evlerini seyrederken otobüs duble olmayan yollarda Torosların virajları ile boğuşmaya başladı.

Kaş’a giderken otobüsün iki manevrayla geçebildiği bir virajı hatırladım; ikinci şoför, yanındaki muavin koltuğunda uyuklayan kaptan şoföre aracını şarampole yuvarlayan arkadaşını anlatıyordu. Bir sus şom ağızlı, Kaş’a giderken göz çıkarma! Neyse ki virajı aldık ve bir an için ön camdan birkaç yüz metre aşağımızdaki Akdeniz’in mavisini gördüm gibi oldum.
...Ve deniz göründü!
Belki de gördüğüm kaptan şoförün gömleğinin mavisi idi. Arkadaşlar arasında mavinin bir tonuna türkuaz gibi, petrol mavisi gibi “kamil koç mavisi” ismini taktığımız bir dönem olmuştu. Şoförlerin üniforma gibi tek tip, tek renk gömlekler giydiği bir dönemdi ve işyerinde mavi gömlek giyen arkadaşlara hangi seferden döndüğünü falan sorarak dalgamızı geçiyorduk. Bu arada, beyaz gömleklerin üzerine sırmalı apoletler işleten firmalar da vardı ki, sivil ulaştırma sektörüne militer bir hava katarak 80’lerin olağanüstü halini bize hatırlatıyorlardı.

E tabii, anılarımızın çoğu 80’li yıllara; ülkemizdeki huzur ve güven ortamının “yeniden” tesis edildiği dönemlere ait. Nejat abi bile, bir rivayete göre şarkıyı yazarken “solda güneş yükseliyordu” yerine “yolda güneş yükseliyordu” demek zorunda kalmış. Ne o öyle, yükselen sol falan! Cıssss….
Neyse efendim, otobüsümüz de jandarma kontrol noktalarını aşarak sonunda hedefe ulaşır, bizi yükselen güneşin kollarına teslim ederdi. Olanca uykusuzluğumuz ve nemrutluğumuzla otobüsten inince tuzlu deniz kokusu ve sarı bir sıcak sarmalardı bizi; gece Afyon’da üşüyünce giydiğimiz pantolon ve kazak birdenbire fazla gelirdi. Mahmur suratımızdan çapakları temizlemeye çalışırken güneye çoktan gelmiş ve sırtları soyulmuş hemşerilerimiz bizim yoğurt gibi tenlerimize bakıp gülerlerdi…

Biliyorum, çok gereksiz bir yazı oldu ama “Güneye Giderken” şarkısını ne zaman duysam içimde çocukluğuma, gençliğime; o parasız pulsuz, sefil ama bir o kadar keyifli tatillerimize dair karışık bir duygular yumağı kabarıyor. Ortopedik koltuğu olan klimalı arabalarımızda, 59,99 TL’den başlayan erken rezervasyon uçak biletlerimizle, duble yollarda sarsıntısız ilerleyen lüks neoplan otobüslerde bir daha asla duyamayacağımız duygular… Sanırım benimle benzer endişeleri yaşayan Nejat abi de “Beynim Zonkluyor” şarkısında şöyle sormuş:

niye yükselemedi güneş solda güneye giderken?
niye kanat takıp uçamadı deniz bulutsuzluk özlemiyle?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"