Lozan, Anlaşmaları ve Olimpiyatı Meşhur Huzur Diyarı

Tüm dünyada olimpiyat kenti olarak tanınan Lozan’ın Türkiye Cumhuriyeti için çok daha derin anlamları olduğu malumunuz. Bu anlam üzerinde sık sık polemik kopmasını anlayabilmek zor; ancak ülkemizde “Lozan Anlaşması sırasında Chicago’yu ABD’ye, Londra’yı İngiltere’ye, Buenos Aires’i de Arjantin’e kaptırdık” dediğinizde inanmaya hazır büyük bir kitlenin bulunması insanı dehşete düşürüyor. Kısacası, Türkiye Cumhuriyeti uluslararası camiada tanınmasını ve sınırlarını bu anlaşmaya borçlu.
Bildiğiniz gibi İsviçre tarafsız/kayıtsız/umursamaz/nötr ülke statüsü ile bu gibi anlaşmalarda (Lozan, Uşi, Montrö ve nicesi…) ev sahibi ülke rolü oynamasıyla meşhur. Adamlar sırf anlaşma müzakereleri için gelen heyetlerin konaklama ve yemek harcamalarından abad olmuşlar ve bu sayede dünyanın en zengin ülkeleri arasına girmişler. Demem o ki, tarafsız İsviçrelilere “Lozan zafer midir, hezimet midir” diye soracak olursanız “ben horozum, polemiğe girmem, görevimi yaparım” cevabını verecektir.

İşte Lozan da İsviçre’nin Frankofon kantonları arasında Anlaşmaları ile meşhur sevimli bir kentimiz. Lozan, İsviçre’nin batı ucundaki devasa Leman Gölü’nün en kuzey köşesine taaa milat civarlarında konuşlanmış 2000 yıllık falan bir yerleşim merkezi. Lozan, profesyonel hayatına Avrupa’nın içlerine giren Roma İmparatorluğu’nun göl kenarında kurduğu küçük bir garnizon ile başlamış. Roma’nın çöküşünden sonra burada yaşayan halk, şehirlerini daha rahat savunabilmek için göl kenarından tepelere doğru çekilmiş ve şehir merkezini bugünkü “Cité” diye bilinen yokuşlara taşımış.
Ardından geçen yüzyıllar boyunca Lozan civarında kıyametler kopmuş, kantonlar itişip kakışmış, özellikle Protestanlığın doğuşunda önemli bir yeri olan İsviçre diyarlarındaki katolik-protestan savaşları kayda değer aksiyonların başında gelmiş. Napolyon fırtınasının ardından 1815 yılında İsviçre’nin bağımsızlığı ve federal yapısı kabul edilirken, halk dini çatışmaların kendilerine sadece zarar getireceğini anlamış ve o gün bugündür İsviçre’nin açık, hoşgörülü, bilim ve teknolojiye önem veren, finans ve bankacılığı parlatan anlayışı kurumsallaşmış.

Lozan da o tarihlerden itibaren özellikle eğitim kurumları ile öne çıkan bir şehir olmuş ve nüfusuyla İsviçre’nin dördüncü büyük şehirliğine yükselmiş. Şehirdeki iki büyük üniversite dünyanın önde gelen eğitim kurumları arasında yer alıyor. Bu medreseleri sayesinde Lozan önemli bir öğrenci nüfusunu da barındırıyor.
Bu yaştan sonra üniversite okuyacak halimiz yok, şehri gezmeye geldik… Nasıl geldik, Cenevre’den trene binerek. Mühendislik dehasını saatleriyle kanıtlamış olan İsviçrelilerin saat gibi tıkır tıkır, sarsıntısız ve dakik trenleri de dikkate şayan; ancak tren biletleri de maaşallah Patek Philippe saatleri ile orantılı fiyatta. Zaten genel olarak pahalı bir ülkedeyiz, sermayeyi tren biletine yüklediğimize göre şehri aç karınla, yayan gezeceğiz.
Lozan Garı’nda trenden indik (İzmir fuarı gibi oldu, Lozan Kapısı ve Gar Kapısı…). Acaba ne yöne gitmeli? Şehir dimdik bir coğrafyada, aşağı tükürsen sakal (Uşi), yukarı tükürsen bıyık (Cité). İmdadımıza istasyondaki Turizm Ofisi yetişiyor; arkadaşlar gayet yardımsever, ne görmek istediğinize göre bir plan çıkartıveriyorlar size…

Şehri tepeden tırnağa gezebilmek için önce en tepeye, tüm Lozan’ı ve hatta Leman Gölü üzerinden Fransa’yı gören Sauvabelin Tepesine çıkmaya niyetleniyoruz. Bindik bir otobüse, vurduk rampaya ve bulduk kendimizi Alplerin ormanlarında… Şehir dikine yükseldiği için bir anda rakım kazandık ve mis gibi ormanların ortasında oksijen solumaya başladık.
Sauvabelin tepesine ahşaptan büyük bir kule yapmışlar. Odun kokan basamaklarından döne döne yukarı çıktığınızda nefis bir manzarayla karşılaşıyorsunuz. Hava biraz daha güzel ve açık olaydı karşı kıyıdaki Fransız Alplerini daha net görebilirdik, buna da şükür. Tam karşımızda yer alan bölge meşhur Evian diyarı; hani suyu astronomik fiyattan satma konusunda Fransızların inanılmaz kabiliyetlerini sergilediği dağlar.
Ahşap kulemizden indikten sonra Lozan’a doğru parkların, ormanların içinden yeşil bir yürüyüş parkuru bulabilirsiniz. Sauvabelin Parkı, Hermitage Parkı ve daha nicelerini adımlayarak şehir merkezine yaklaşırken, Lozan halkının ahşap gördüğünde onu yontmak için dizginleyemediği büyük arzunun sonuçları her an karşınıza çıkabilir:
Biraz daha aşağılara indiğinizde, asırlık ağaçların yerini çok daha asırlık, geçmişi ortaçağa kadar uzanan binalar alacaktır. Ripone meydanına ulaştığınızda meydanın doğu kenarı boyunca uzanan Rumine Sarayı gözünüzü kamaştırabilir. Lozan Üniversitesinin eski bir binası olan saray bugünlerde jeoloji, zooloji, arkeoloji gibi bilumum “joli” müzelerine ev sahipliği yapıyor.
Sarayın iç mimarisi oldukça etkileyici. Ana girişteki kocaman kapıya yüklenip binaya giriyor, merdivenlerde, koridorlarda keyfinizce dolaşabiliyorsunuz. Kimse size “destur hemşerim, biletin var mı” demiyor, veya bana denk gelmedi, ama yine de müze koridorlarında fazla dikkat çekmeden binayı terk ediyorum.
Fazla vaktim yok, müzenin tepesinde yer alan Lozan katedralini görmeyi hedefliyorum. 11-12. yüzyıllarda Avrupa şehirlerinde baş gösteren devasa katedral inşa etme hastalığı Lozan’a da sıçramış ve gerçekten olağanüstü bir bina kondurmuşlar:
Yapımı yüz yıldan fazla süren bu devasa yapı, Gotik mimarinin insanı ezip büzen karakteristiğine uygun bir şekilde size tepeden bakıyor. Şehrin merkezindeki bu heyüla Katolik katedrali, Zwingli zamanında Zürih’ten esen protestan rüzgarlara dayanabilmiş ve şehrin Katolik kimliğini sürdürmüş:
Şehirdeki bir diğer büyük kilise ise, zamanında Fransisken keşişlerin manastırının arsasında kurulmuş olan St. François Kilisesi. Bu Fransiskenler ilginç insanlar; azizleri olan Francesco, zengin bir tüccarın oğlu olsa da, Roma’ya hacca gittiğinde gördüğü dilenci ve cüzzamlılardan etkilenerek dünya malına sırtını çeviriyor. Kendisini dini yaymaya adıyor, ama bu uğurda elini parayla kirletmemeye, hiçbir şekilde maddi kazanç elde etmemeye yemin ediyor. Sadece karın tokluğu/barınma karşılığı yardım alan Fransiskenler Hristiyanlık tarihinde önemli bir yere sahip…
Bugünkü İsviçre’ye ve finans sistemine baktığımızda Fransisken anlayış pek tutmaz gibi görünüyor sanki. Zaten zamanla manastır yanmış, yerine protestan kilise inşa edilmiş, paradan kaçınan keşişlerin yerini de parayı vakumlayan lüks markaların satıldığı mağazaların sıralandığı yokuşlar almış:
Sokak yerine yokuş deyimini kasıtlı kullanıyorum, çünkü haritada kuş uçuşu yüz metre gibi görünen bir mesafeyi almanız için dimdik bir sokağı inip bir diğerini çıkmanız gerekebilir. Şehir küçük, ama gezerken dikine yürüyeceğimizin bilincinde olalım ona göre…
Bu yokuşların en sevimlisi, katedralden şehrin eski meydanı diyebileceğimiz Palud Meydanı’na inen merdivenli sokak. Eski evlerin kenarına dizildiği sokaktan aşağı indiğinizde, Lozan’ın simgelerinden “Adalet Anıtı”nın dikili olduğu geniş alana varacaksınız. Bir elinde terazi, bir elinde kılıç ile adaletin gücünü ve önemini simgeleyen bu heykelin orijinali müzeye kaldırılmış.
Adalet falan filan dedik madem, o zaman Adalet Sarayı’nın da yer aldığı Montbenon Parkı’na ilerleyelim. Çok güzel göl ve dağ manzaraları sunan parkta, Adalet Sarayı’nın önünde tanıdık bir şahsiyetin heykeline rastlayacaksınız; William Tell… Tell, dünya tarihinde başrolünde elma olan üç önemli anekdottan birinin sahibi; ilki bildiğiniz gibi Adem ve onu cennetten kovduran elma, ikincisi Newton’un kafasında patlayan elma, üçüncüsü de William’ın okuyla ikiye böldüğü elma (tabii Steve Jobs’un elması bu üçüne de nal toplattı, ayrı konu…).
William, dönemin sapık diktatörü Gessler’in “her vatandaş, içinde kafam olmasa bile şapkamı selamlayacak” şeklindeki KHK’sına uymayarak şapkaya selam vermemiş. Gessler, William ve oğlunun kellesinin uçurulmasına hükmetmiş, ama aklına sadist bir hinlik gelmiş ve “oğlunun kafasının üstündeki bir elmayı okla vurursan serbestsiniz” diyerek kıs kıs gülmüş. Soğukkanlı William yayını gerdiği gibi oğlanı kafasındaki elmayı ikiye bölmüş. Hikaye daha sonra uzayıp gidiyor, Tell kaçıyor, İsviçre’nin özgürlük hareketine katılıyor, halk kahramanı oluyor falan, ama asla apple ürünü kullanmıyor!
William’ın heykeliyle vedalaştıktan sonra parktan çıkıyoruz ve Flon mahallesine gitmek üzere etrafımıza bakınıyoruz. Flon, doğumuzda veya batımızda; sağımızda veya solumuzda değil, dimdik aşağımızda yer alıyor. Önceden uyarmıştım sizi; Lozan, küçük ama üç boyutlu bir şehir; bir anda karşınıza çıkacak derin bir vadi, dimdik bir tepe haritadaki kısacık mesafeyi uzatacaktır.
Neyse ki Flon’a gitmek için beleş bir toplu taşım aracı var; asansör. Biniyorsunuz, diklemesine inip tez zamanda Flon vadisine iniyorsunuz. Efendim, Flon eskiden bir akarsu yatağıymış, derenin üstü kapatılıp doldurulmuş, burası büyük depolar, imalathaneler ile sevimsiz bir bölgeye dönüşmüş.
Ne zaman ki Lozanlı kardeşlerimiz cukkayı indirip façayı düzeltince bölgeye el atmışlar, büyük bir dönüşüm projesiyle Flon vadisi modern mimari eseri mağazalar, cafeler, barlar vesaire ile şehrin hip merkezi olmuş.
Size yazının başında Leman Gölü vaad etmiştim, ama halen daracık vadilerde cirit atmaya devam ediyoruz. Flon istasyonuna seğirtip İsviçre’de bulunan tek metro sistemini kullanarak göl kenarına inebiliriz. Lozan, son derece modern, sürücüsüz, rolex gibi işleyen bu metro sistemi ile dünyada metrosu olan en küçük şehir ünvanını kazanmış sanırım.

Aslında metroyla Lozan’dan ayrılıp bir başka köye, Uşi’ye (ouchy) gideceğiz. Başka bir köy dediysem uzun bir yolculuk düşünmeyin; metroyla iki üç durak, benim gibi yürümeyi tercih ederseniz de 20-25 dakika falan…
Lozan şehir merkezi gölden epey bir yukarıda; kıyıda kalan küçük köyün ismi Uşi imiş; tabii artık Lozan ile birleşerek sahil mahallesi haline gelmiş. Köye vardığınızı karşınıza çıkan sevimli şatodan anlıyorsunuz; Uşi Şatosu, zamanında Lozan Piskoposluğu için yapılmış, epey bir restorasyon vesaire sonucu günümüzde şık bir otel olarak hizmet veriyor.
Şatonun ve Uşi’nin bizim tarihimizde önemli bir yeri var; Trablusgarp Savaşı sonrasında Türkiye ile İtalya arasında imzalanan Uşi Anlaşmasının mekanındayız. Kimilerince “Birinci Lozan Anlaşması” olarak bilinen bu anlaşma ile Oniki Adayı İtalyanlara kaptırmışız… Mı? Aslında hayır, Anlaşmada adalar Osmanlı’ya bırakılmış, fakat Balkan Savaşı ve Yunan İstilasından çekinen Osmanlı, İtalyanlara “ortalık durulana kadar şu adalar sizde kalsın” demiş. Ortalık bir daha durulmuş mu? Hayır.

Yani, Ege adalarına tur düzenleyen şirketlerin broşüründeki haritayı paylaşarak “bakın, Ege adalarını Lozan Anlaşması yüzünden gavur yunana kaptırdık” aymazlığı, Uşi anlaşması ile başlayan sürecin de Lozan’da mukim olmasından kaynaklanan bir karışıklıktan olabilir. Olmayabilir de…

Uşi Şatosu, arkasındaki park, feribot limanı ve Leman Gölü’nün müthiş berrak maviliği ile ruhumuzu dinlendirdikten, karşı kıyıda Fransa topraklarında kalan Alplerin en yüksek zirvelerinin beyazlığından gözlerimizi kamaştırdıktan sonra sol tarafa, doğu istikametine meyledelim ve bizim için anlamı ve önemi daha büyük bir diğer oteli görelim; Beau Rivage Sarayı/Oteli.
Bu muhteşem otel, Lozan’ın kalantor ailelerinden Sandozgillere ait. Sandoz ailesi belleklerinizde bir çağrışım yapmış olabilir; çocukluğumuzun o her derde deva turuncu efervesan tabletlerini unutmak mümkün mü? Bir sandoz içebilmek için hasta ayağına yatar, bir bardak suya tableti atıp fışır fışır erirken kabarcıklar yüzümüzü gıdıklasın diye kafamızı bardağa gömerdik!  

İşte bizim paraları bastığımız o tabletler sayesinde Sandozgiller göl kenarına muhteşem bir saray kondurmuş ve otele çevirmişler. O otelde cumhuriyet tarihimizin kuruluşu, uluslararası camiada kabul edilişi demek olan Lozan Anlaşması müzakereleri yürütülmüş. Anlaşma sonrasında, Batılı emperyalist güçlerin önüne birer bardak Sandoz konularak “Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur, Sevr rüyanızın üzerine bir bardak gazoz içebilirsiniz” denmiş.

İşte bu tarihi otele bir selam çakarak göl kenarında birkaç yüz metre daha yürürseniz Olimpiyat Parkı ve Müzesine denk geleceksiniz. İsviçre’nin beynelmilel kuruluşlara ev sahipliği yapmasındaki başarılarının bir örneği olarak Uluslararası Olimpiyat Komitesi merkezinin Lozan’da olduğunu ve göl kenarında güzel bir park ve müze düzenlediklerini göreceksiniz.
Olimpiyat Parkı küçük bir park; tatlı bir eğimden dolanarak müze binasına çıkarken çeşitli sanatçıların olimpik sporlarla ilgili sevimli heykellerine rastlayabilir, olimpiyatlara dair ilginç anekdotlara yer veren tabelaları okuyarak eğlenebilirsiniz. Örneğin, 1932 olimpiyatlarına katılabilmek için Brezilya kafilesi yolculuk yaptıkları gemiye 50.000 paket kahve ile binmiş, yol boyunca kahve satarak olimpiyat masrafını çıkarmışlar.
1894 yılında Pierre de Coubertine isimli Fransız tarihçi, nereden aklına estiyse, Antik Yunanlıların olimpik ruhunu canlandırmaya adamış kendini… Yunan meslektaşı Vikelas ile birlikte, 1896 yılında ilk modern olimpiyatları Atina’da düzenlemişler. Pierre, Yunanlıların bundan sonra tüm olimpiyatları Atina’da düzenleme isteğine karşı çıkarak, tüm ülkelerin dört yılda bir olimpiyat kapabilme şaklabanlığına kapıyı açmış.

Coubertine’in sporla ilgili naif bir görüşü olduğu söylenebilir… Olimpiyatlara amatör bir yarışma ruhu kazandırmak onun fikriydi; ama, yüz yıl bile dayanamadı bu fikir. “Efendim, önemli olan kazanmak değil katılmak” gibi kimsenin iplemediği bir geyiği de Pierre yumurtlamış. Halbuki, 1900 yıl önce St. Paul Korintlilere (Olimpik Yunanlılara) mektuplarında “Bir yarışta tüm yarışmacıların koştuğunu, ama sadece birinin ödül aldığını bilmiyor musunuz? Ödülü alacak şekilde koşun” diyerek olimpik ruhun çerçevesini çizmiş.
Efendim, günümüzde olimpiyatların vardığı anlamsız nokta üzerine daha sayfalarca yazıp çizebiliriz, ancak konumuzdan sapmayalım ve Leman Gölü’nün kıyısındaki Olimpik Parkın keyfini çıkaralım. İnsan bu komitede bir iş bulsa ne güzel olur yahu, dört yılda bir olimpiyat düzenle, kalan üç yıl onbir ayda göle nazır kahveni iç!

Gördüğünüz gibi Lozan, parklarıyla, eğitim kurumlarıyla, gölüyle, müzeleriyle, yokuşlarıyla ve sakin hayatıyla çok şirin bir beldemiz. Kendinizi huzurun kollarına teslim etmeniz gayet kolay; ama ille de gölgemle kavga edeceğim derseniz, Oniki Adaları, Musul’u, Kerkük’ü ve hatta 2020 İstanbul Olimpiyatlarını kaybettiren, işi gücü Türkiye’nin önünü kesmek olan o meşhur “üst akıl” ile didişebilirsiniz…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"