Bugün Sinemalardan Orta Avrupa

Blogumuzda konudan konuya atlarken bir mola da sinema aleminde verelim… Holivut dünyası üzerine yazan, çizen, konuşan oldukça gani olduğundan değişik coğrafyalara açılıp farklı birkaç eser inceleyelim istedim. Orta Avrupa’nın bereketli topraklarından, yaratıcı zekalarından çıkmış üç filmi önereyim size; filmlerin birbiriyle herhangi bir bağlantısı yok, herhangi bir sosyal/politik mesaj falan çıkarmaya kalkmadan keyifle seyredin. Doğudan batıya giderek, bir Romen, bir Macar bir de Çekoslovak filmini yansıtalım beyaz perdeye:
Aferim, (Romanya), Radu Jude, IMDB puanı: 7,9
Romanya’nın Oskarlar için aday filmi olup da seçilemeyen, Berlin Film Festivalinde en iyi yönetmen ödülünü alan cillop gibi bir eser! Filmimizin adı olan Aferim bildiğimiz anlamıyla kullanılmış; bravo, eline sağlık, tebrikler, gözüme girdin, iyi halt ettin gibi... Bir Romen filminde ne işi olur “aferim”in, biraz açalım: “Aferim”in bu filmdeki anlamı, kendini üstlerine, muktedire beğendirmek, onların onayını almak, mükafatlandırılmak, gazaplarından kurtulmak. Bu uğurda gerekirse etik değerlerini çiğnemek, evrensel değerlere karşı gelmek, başka insanların zarar görmesine göz yummak. Çünkü “aferim” almak, sadece ödüllendirilmek anlamına gelmiyor; günü kurtarmak, senden beklenildiği şekilde davranıp ayakta kalabilmek de “aferim”e bağlı olabilir. Filmin kahramanı Costandine’in dediği gibi, “korku utanılacak bir şeydir, ama sağlıklıdır, Allah’ın bize lütfudur!”
Costadine, genç oğlu ile birlikte 19. Yüzyılda Eflak taşrasında görev yapan yerel bir polistir. Evet, hani okul hayatımız boyunca kafamızda yer eden, Osmanlı’nın vergiye bağlamaya doyamadığı Eflak Prensliği… Osmanlı’nın bölgede bıraktığı kültürel kalıntılardan biri de ağır Türkçe küfürler ve “aferim” onayı olmuştur. Film, Costadine ve oğlunun yeni bir göreve çıkmasıyla başlar. Çingene köle Carfin, efendisini soymuş ve kayıplara karışmıştır; onu bulup Kazıklı Voyvoda’nın torunlarından bu acımasız Eflak derebeyine teslim etmeleri gerekir.
Ve ekranlarımızda siyah beyaz bir Romen Western’i ile karşı karşıyayızdır; film, vahşi batı kovalamaca klişelerini başarıyla Eflak topraklarına adapte eder. 19. Yüzyılda kölelik denilince niye aklımıza sadece ABD’deki kölelik geliyor? Bu film sayesinde öğrendim ki, o yıllarda Avrupa’daki çingeneler de Afrikalı kardeşlerinden daha iyi bir durumda değillermiş. Eflak topraklarındaki korkunç insani dram filmde soğan katmanları gibi açılır; Osmanlı ve Rus İmparatorlukları Eflak Prensliğini, Prens yerel beyleri, beyler manastırları, manastırlar köyleri, köylüler çingeneleri ezerek ayakta kalmaya çalışmaktadır. İşte, her sınıfın o günü sağ çıkarmasının şartı, bir üstünden alacağı “aferim”e bağlıdır.
İçinizi karartmayayım, filmin oldukça neşeli bir tempoda aktığını söylemem gerek. Costadine’in oğluna öğütler verdiği diyaloglar çok keyifli. Hele ki ormanda kaybolmuş bir Osmanlı paşasıyla Türkçe konuştuğu sahne var ki, çok beğeneceksiniz; paşamızın ağzını doldurarak “anasını s..yim” repliği dilinize dolanabilir. Filmin anti-osmanlı olduğunu söyleyemem; özellikle 20. dakikalarında kafayı sıyırmış bir keşiş ile dünya milletleri üzerine yaptıkları birer kelimelik değerlendirme dizisi de sizi gülümsetecek. Güce yaranmaya çalışmanın, hayatta kalmanın en kolay yolu olarak senden üstün kişiye biat etmenin dayanılmaz hafifliği sadece günümüze özgü değilmiş demek…
19. yüzyıl dönme dolabı!
Filmin müzikleri, handa geceledikleri sahnedeki danslar, panayır yerinde bir köşede gençlerin büyük bir keyifle dönme dolap benzeri bir düzenekle, kukla gösterileriyle eğlenirken, yan tarafta dayaktan perişan olmuş küçücük çingene çocukların köle olarak alınıp satılmaları filmin tatlı-ekşi sosundan geliyor. Acımasız, daha doğrusu pragmatik Costadine’in zaman zaman vicdanıyla boğuşup oğluna “biz olması gerekeni değil bizden bekleneni yapıyoruz… belki gelecek nesiller bizi lanetleyecekler, ama ne yapalım” benzeri küçük itirafları kahramanımızı bize sevdiriyor; ama gönlümüzden geçen, zavallı köle Carfin’in paçayı kurtarması. Ah be çingeneler, ne çekmişsiniz diğer milletlerden… Bu güzel filmi ile Radu Jude’ye kocaman bir AFERİM!
Liza the Fox Fairy, (Macaristan), Károly Ujj Mészáros, IMDB puanı: 7,8
Macar yönetmen Mezsaroz’un ilk uzun metrajlı filmi; Liza ve Tilki Efsanesi komedi, dram, romantik, fantastik ve hatta absürd sinemadan hoşlananlar için muhteşem bir kolaj olmuş. Önce filmin adındaki “tilki efsanesi”nden başlayayım; çünkü filmi izlememdeki birinci etken, Japon mitolojisindeki tilki lanetini bir Macar filmine nasıl kattıklarını görmekti.
Japon mitolojisine göre açık ve güneşli havada yağan yağmur, tilkilerin düğünlerini yapmaları için en uygun zamandır. Hava aynı anda hem güneşli hem de yağmurluysa Japonlar ormana girmezler. Tilkilerin düğününe tanık olmak büyük bir uğursuzluktur ve Japon mitolojisinde çok önemli bir yeri olan tilkiler (kitsune) bu terbiyesizliği affetmezler. Akira Kurosawa’nın “Dreams” filminin bir bölümünde, güneşli yağmurda ormana giderek tilkilerin düğününü gizlice seyreden bir oğlan çocuğu tilkilerce fark ediliyor ve kendi canını alması için eline bir kama tutuşturuluyor. Oğlanın tek kurtulma şansı tilkiler diyarına giderek af dilemek. Tilkiler diyarına da güneşli yağmurda oluşan gökkuşağının altından geçerek ulaşılıyor. Çocuğun olağanüstü güzellikteki bir manzarada çiçek tarlasının içinden aman dilemek için umutsuzca gökkuşağına doğru yürüdüğü sahne, sinema tarihinde beynime en derin kazınan sahne olmuştur.
Kurosawa üstadın kendi fırçasından...
Japon kültüründe tilkiden bahsettikten sonra filmimize gelelim; Liza, 30 yaşına gelmiş, son 12 yılını Japonya’nın (mevta) Budapeşte büyükelçisinin yatalak eşine bakarak geçiren tatlı bir hemşiredir. Baktığı hastasından Japonca öğrenmiştir. Evden çok az çıkmaktadır, fakirdir ve herhangi bir romantik ilişkisi, arkadaşlığı yoktur. Hayatındaki tek (hayali) dostu, evdeki Japonca pop kasetlerinden dinlediği Tomy Tani isimli bir şarkıcıdır; Tomy, fantastik bir şekilde sadece Liza’nın görebileceği bir şekilde ortaya çıkar, ona tutkundur ve yarenlik eder.
Liza 30 yaşına geldiğinde, geleceğine dair ümitleri tükenirken ve okuduğu Japonca romanlarındaki ideal aşkın hayalini kurarken beklenmedik bir gelişme olur ve baktığı hasta vefat eder. Liza artık kendine daha çok vakit ayırabilecek ve hayal ettiği aşkı hamburgercilerde arayabilecektir (çünkü hayata o kadar yabancı kalmış ve beklentilerini düşürmüştür ki, onun için dışarıda güzel bir yemek, fast food zincirlerinden öteye gitmemektedir)
Tabii Budapeşte hamburgercilerinde tertemiz bir aşk bulmak kolay değildir; hayatın acemisi kızımız çok ilginç tiplerle tanışacak, hayatı alt üst olacaktır. Hayali arkadaşı, Erol Büyükburç kılıklı Japon popçu Liza’nın yakasından düşmeyecektir. Çünkü Liza, değişik versiyonları olan tilki lanetinin bir çeşidine yakalanmıştır; Japon inanışında, fettan kadın görünümündeki tilkiler yaşadıkları ormanda erkekleri baştan çıkarırlar.
Macar geyşası
Nasu ormanının fettan tilkileri bu konuda özellikle nam salmıştır ve bu çekici dişilere aşık olan erkeğin sonu kesin ölümdür! (Aşağıdaki nehir/orman manzarasını, Japonya’da Nasu bölgesini gezerken çekmiştim, ama karşıma bir tanecik bile tilki çıkmadı) Yani, Liza’ya aşık olacak erkeklerin ömrü pek uzun olmayacaktır. Zavallı Liza’nın bu laneti kırmak için yapabileceği bir şey var mıdır acaba?
Az önce filmdeki hayali Japon popçuyu Erol Büyükburç’a benzettim; bir sebebi var tabii ki… Film, 60’lar-70’ler arası bir zaman diliminde geçiyor ve son derece keyifli bir retro havası var. Kıyafetler, mobilyalar dönemi olanca nostaljisi ile yansıtıyor, pastel renkler huzur veriyor, Liza ile esas oğlan Henrik’i seyrederken karşımızda resmen Göksel Arsoy ile Filiz Akın oynuyor! Saç kesimlerinden elbiselerine kadar…
Film, olanca absürdlüğü ile devam ederken sizi gerçek hayattan da koparmıyor; fantazide aşırıya kaçmıyor. Görsel sanatların çok iyi kullanıldığı zekice sahneler, bilindik atasözlerini sürekli unutan polis şefinin filme kattığı mizah, fast food zincirlerine, mutluluğun hazır formülünü umutsuz kadınlara sunan dergilere yönelik iğnelemeler, iki kırkayağın aşkı (?) da oldukça keyif verici. Film boyunca çalan kitsch Japon pop şarkıları tatlı bir nostalji yaşattı! 2015’te fantastik film festivallerinde epey ödül toplayan bu sevimli filmi keyifle seyredebilirsiniz…
Happy End, (Çekoslovakya), Oldrich Lipsky, IMDB puanı: 8,0
Bu sefer sizi Çekoslovak yapımı (evet, bölünmeden önce) çok farklı, yaratıcı, bulmaca gibi, bir o kadar da komik ve eğlenceli bir film izlemeye davet edeceğim; ama önce ağır bir spoyler ile keyfinizi kaçırayım: filmin “sonunda” kahramanımız Bedrich giyotinle kafası kesilerek idam ediliyor! Bir dakika, yoksa başı mıydı? Benim de kafam karıştı… Eğer öyleyse, filmin “sonunu” söyleyeyim; kahramanımız Bedrich “doğuyor”.
Happy End, Mutlu Son, veya Mutlu Başlangıç 70 dakikalık deneysel bir kara komedi. Film, baştan sona (veya sondan başa) ters bir kurguyla ilerleyen (gerileyen) bir film. Başrol oyuncusu ve protagonist kasap Bedrich, karısını ve aşığını öldürmek suçundan idam ediliyor! Film ilerledikçe (geriledikçe) bu çifte cinayete varan olaylar örgüsünü öğreniyoruz.
Ters kurgulu film ilk kez duyulmuş bir şey değil tabii; Memento, Irreversible, Benjamin Button ilk aklıma gelenlerden… Ama o eserlerde film “lafzen” ters oynatılmış değil; birkaç dakikalık düz ilerleyen sekansların ters zamanlama ile gösterilmesi sonucu olay akışını sondan başa izliyoruz. Ama Mutlu Son tamamen ters akan bir film.
Böyle bir filmi sıkmadan, anlaşılır bir biçimde kurgulamak büyük bir deha gerektiriyor. İşte senarist ve yönetmenin başarısı burda; filmdeki diyaloglar da haliyle ters akıyor, ama öyle bir kurgu var ki, önce cevabı, arından soruyu, sonra o soruyu doğuran ifadeyi tersten dinlediğinizde bambaşka bir hikaye çıkıyor ortaya… Filmi düzünden seyretseniz sıradan bir öykü; ama tersten izleyince olaylar bambaşka bir anlam kazanıyor.
İşin püf noktası ise dış anlatımda; kahramanımız kasap Bedrich, film ilerlerken (gerilerken) çok yaratıcı, naif bir dış anlatımla olayları “tersten” yorumluyor; yani, hayat tersine akarken o sanki her şey kronolojik sırayla oluyormuş gibi (doğum, büyüme, aşık olma, evlenme, çocuk sahibi olma, vb…) anlatıyor. Yani, öldüğü ilk sahneyi aslında doğumuymuş gibi aktarıyor. Dış anlatım ile ters kurgunun örtüşmesi/çatışması zaman zaman beyninizi zorlarken ortaya olağanüstü yaratıcı bir film çıkarıyor.
Soğuk savaş yıllarına ait bu film Chaplin/Keaton tarzıyla çekilmiş… kahramanımızın karısını “monte ettiği” ve suda boğulan bir adamı kurtardığı (kurtulmuş bir adamı suda boğduğu) sahnelerde gülmekten kırıyor. Bu arada, hayatın bizim kanıksadığımız zaman algısı içinde ne kadar “simetrik” olduğunu da şaşırarak fark ediyorsunuz; her şeyi tersten yaşasak da olurmuş aslında!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"