İznik Surlarında Kahpe Bizans

Cümle alem kabul etmiştir ki, dünya tarihinin seyrini değiştiren en önemli kavşaklardan biri, Roma İmparatoru Konstantin’in Hristiyanlık üzerindeki baskıyı kaldırarak bu inancı bir nevi imparatorluk dini olarak tanıması ve önünü açmasıdır. O döneme gelinceye dek Roma İmparatorluğunda çok zengin bir dini yelpaze vardı, ama kimi pagan inançlar, ezoterik, gnostik ve saire tarikatlar ipin ucunu kaçırmıştı. Derler ki, Konstantin tebaası için şöyle kurumsal, oturaklı, derli toplu ve mümkünse tek tanrılı bir din seçmek istedi; gönlü Hristiyanlık ile tek tanrılı güneş tapımı (sol invictus) arasında gidip geliyordu ve güneş alerjisinin çıkması üzerine burun farkıyla Hristiyanlık kazandı!
Bu sefer de “gerçek Hristiyanlık nedir” sorusu ortaya çıktı ve günümüzde dilimizden düşmeyen “gerçek islam bu deel” muhabbeti tüm eski dünyayı sardı! Uzun ve detaylı bir tartışmaya şimdilik girmeyeceğim, ama ortaokul din bilgisi derslerinden de hatırlarsınız, İsa’nın ölümünden sonra yazılmış yüzlerce incil ortalıkta fink atıyordu ve herkesin incili ve imanı kendine doğru görünüyordu. Konstantin baktı ki böyle olmayacak; mademki hedef bir dini kurum, birlik ve hatta standart yaratmak, öyleyse Hristiyanlığı da amaca uygun bir kalıba sokalım.

Ve emrini verdi; "Hristiyanlık üzerine ahkam kesen ulemayı toplayalım, bir mekana tıkalım, en mühim itikadi konularda ve kutsal kitap üzerinde uzlaşsınlar." O zamanlarda şimdiki gibi şirketlerin sponsor olduğu, tatil beldelerinde düzenlenen bilimsel konferans mantığı tam oturmamıştı; ama Konstantin büyük bir ileri görüşlülükle “konsili İznik’te toplayalım, göl kenarında gevşerler, yayın balığı, zeytin, rakı, meze derken ortaya mis gibi bir din çıkar” diye buyurdu. Yurt içi/dışı tüm katılımcıların seyahat, konaklama ve harcırahlarını karşılayıp İznik’teki sarayını hizmetlerine sundu ve Hristiyanlık tarihinin en önemli toplantısı başladı.
İznik Senato Sarayı'nın Göl Kenarındaki son duvar kalıntıları...
Müfredatımızda öğretilen bir şehir efsanesi vardır; “efendim, İznik’te Hristiyanlık aleminin kutsal kitabı yazıldı, hem de İsa’dan 300 yıl sonra, hem de dört tane!” Kitap konusu tam öyle değil; İznik konsilinde tartışılan en önemli konu, Hz. İsa’nın niteliği ve tanrısallığının derecesi idi. Hristiyanlık aleminin ilk 1500 yılındaki tartışmaların özeti, İsa’nın “ne derece/yüzde kaç” tanrı olduğu üzerinedir ve bu “minicik” detay üzerine yüzlerce yıllık tartışma, binlerce cilt dini eser, milyonlarca insanın kanı harcanmıştır. Uzun sözün kısası, iki ana akım arasından (Arius ekolü: İsa daha az tanrı/Athanasius ekolü: İsa son derece tanrı) Athanasiusspor galip gelmiş ve Hristiyanlığın en ayırt edici temeli (İsa’nın feci derecede tanrılığı) atılmıştır.

Konuyu İznik’ten saptırıp din tarihine sardırmayalım; toplantının yapıldığı İznik tarih boyunca bir cazibe merkezi olmuştur. Hele ki değişik uygarlık ve imparatorluklara başkentlik yapma açısından dünya rekorunu elinde bulunduruyor olabilir! Doğu Marmara’nın incisi Bithinya Krallığı’nın başkentliği ile kariyerine başlayan İznik, Anadolu Selçukluları’nın başkenti olduğu gibi, Konstantinopol’ün Haçlı işgali altında olduğu dönemde Bizans’ın sürgündeki başkenti olarak da hizmet vermiştir.
İzniğin yüzlerce yıllık çınarlarla sıralı ana caddesi...
İznik, göl kenarındaki mükemmel konumu, iklimi, tarım olanakları sayesinde tarih öncesi dönemlerden beri gözde bir yerleşim yeri olsa da, yıldızının parlaması Büyük İskender sonrasına dayanıyor. İskender’in generalleri arasında çıkan miras kavgası sonucunda Lysimakhos rakiplerini tepeliyor ve ele geçirdiği bu güzel kente pek sevdiği karısı Nikaia’nın adını veriyor! Bölge tarihinde romantizmin, centilmenliği tavan yaptığı bir dönem; hangimiz karımıza gidip “sevgilim, evlenme yıl dönümünde sana bir şehir aldım” diyebiliriz ki? Bırakın şehri, apartman dairesi alamayız!

Daha eski efsaneler Anadolu tanrıçası Kybele’den Yunan mitolojisine kadar dayanıyor; Kybele’nin en güzel kızlarından Nikaia evlenmeme yemini etmiş ve kendine aşık olan bir çobanı (hymnes )okla öldürmüş. Aşk tanrısı Eros işine karışıldığını düşünüp Nikaia’yı şarap tanrısı Dionysos’a (ne ilgisi varsa) şikayet etmiş; Dionysos, Nikaia’nın su içtiği ırmağa şarap katıp onu sarhoş etmiş, sonrası Nuri Alço’ya sarıyor, kısa kesersek Dionysos’tan hamile kalan Nikaia’nın ismi yaşadığı bu bölgeye verilmiş falan…
İznik Gölü ve Samanlı Dağları
Biz oricinal hikayeye sadık kalalım; şehrimiz, Bithinya Krallığı’nın başkentliğini yaptıktan sonra bölgeye Roma İmparatorluğu tebelleş olmuş ve eninde sonunda şehri almış! Şehre büyük yatırım yapan Romalılar, Romalılığın hakkını vermiş ve Nikaea’yı baştan aşağı imar etmiş. O dönemlerde alt geçit, duble yol ve AVeMe bilinmediğinden, şehre yapılan en önemli yatırım tüm şehri surlar ile çevirmekmiş! Roma ve Bizans döneminde İznik toplam uzunluğu 5 kilometreyi bulan surlarla çevrilmiş, ardından kiliseler, su sarnıçları, amfitiyatro ve saire, ne lazımsa esirgenmemiş!
Malazgirt savaşından dört yıl sonra Nikaea’ya ulaşan Selçuklular sur falan dinlemeden şehri fethetmiş ve 1080 yılında başkent yapmış. Şehrin ismini meşhur surları belirlemiş; “Nikaea surlarının içi” anlamı verecek “is” ön eki ile İznik kelimesi türemiş; türemiş ama Haçlı Seferleri ile kısa süre sonra şehir yine kafirlere kaptırılmış. Gözü dönmüş haçlılar, Bizans elindeki Kosntantinopol’u da yağmalayınca, Bizans hanedanı İznik’e çekilmiş ve şehir 60 yıla yakın bir süre Bizans’ın de facto başkentliğini yapmış, bu sürede bir kez daha abad olmuş.
Şehrin kuzeyine açılan İstanbul kapısı
Bizans hükümeti İstanbul’a döndükten sonra, civarda palazlanan Osmanlı Beyliği İznik’i fethetmiş ve şehri Türk-İslam kültürüyle donatmaya başlamış. Özellikle Çandarlı hamiliğinde camiler, medreseler, han ve hamamlar yapılmış, şehir kervan yolları üzerinde kaldığından zenginlemiş. Sadece maddi olarak değil, çeşitli dönemlerde İzniği mesken tutan düşünür, ulema ve mutasavvıf sayesinde İznik manevi zenginliği de tatmış. Bu kadar zenginliğin üzerine bir de çini işine girip şöhretleri Osmanlı sınırlarını aşınca, eh, değme keyfime demeleri beklenir…
II. Murat Hamamı, günümüzde Çini Çarşısı olarak hizmet veriyor
Ama diyebiliyorlar mı? Şimdi, şehrin yukarıda özetlediğim CV’sine baksanız dünyanın herhangi bir ülkesinde rahat başkentlik falan kapabilir. Olmadı, ülkesinin en önde gelen turizm merkezi olur (ki, henüz gölü ve doğal güzelliğine girmedik bile). Ama bugün İznik ne konumda? Ne yazık ki, (veya çok şükür ki) sahip olduğu potansiyelin çok altında tanınıyor ve ziyaretçi çekebiliyor. Arada sırada basında “İznik Hristiyan dünyasının hac merkezi olacak” türünden üfürme haberler de çıkmasa Nikaea’nın Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında yer aldığını unutacağız…
İznik çinisi ve Çini İzniği...
Benim aklıma gelen ilk olumsuz sebep, şehrin bir “haç” modelinde imar ve iskan edilmiş olduğundan ziyaret konusunda tereddüt yaşanması ve Cübbeli Hoca’nın bu konuda açık bir fetva vermemiş olması. Şehir, doğu-batı doğrultusunda uzanan bir haç modeli üzerine gelişmiş. Birbirini dik kesen iki ana caddeye paralel uzanan, ızgara modelinde derli toplu bir şehir. Efendim, Romalılar yeni bir garnizon kurduklarında şehri birbirini kesen iki cadde ile temellendiriyor, kesişim noktasında ise bir tapınak yerleştiriyorlarmış. Hristiyanlığa geçişten sonra tapınaklar kilise olmuş tabii… İznik gibi önemli bir merkezde bu kilisenin adı için tek seçenek var: Aya Sofya!

Şehri gezmeye tam cücüğünden başladık, ama olsun… Ayasofya Kilisesi, bugünkü adıyla Aya Sofya (Orhan) Camii 1331’de, Orhan Bey’in fethinden sonra camiye çevrilmiş. Orijinal kilise 11. yüzyılda şiddetli bir deprem sonucu ciddi hasar almış; bina camiye çevrildikten sonra Kanuni devrinde güzel bir minare eklenmiş ve Mimar Sinan yapıyı güçlendirmiş. Depremler sonucu bir miktar yerin dibine giren yapı ana caddeden 2-3 metre kot altında kalıyor. Bahçesinde sağa sola saçılmış lahitleri gördükten sonra besmele çekip kapısından girebilirsiniz.
Binamıza her gelen uygarlık el attığı için mecburen eklektik bir mimariye kavuşmuş...
İstanbul Ayasofya üzerinde dönen müze-kilise-cami tartışmaları İzniğe de sıçramış, “o Ayasofya olmadıysa bunu ibadete açalım bari” diyerek hızlı bir restorasyon ile yapıyı 2011 yılında ibadete açmışlar. Tapınağın Hristiyanlık dönemindeki anlam ve önemine zeval gelmemesi için ilginç bir yöntem bulunmuş; ana holde boks ringine benzer büyük bir kerevet kurularak namaz için ayrılmış; yan taraflarda ise Bizans döneminden kalma fresk ve mozaikleri, şapel kalıntısını inceleyerek gezmeniz mümkün.
"...and on the red corner, weighing 78 kilograms, İmam Şahabettin!"
Ne de olsa burası İznik Ekümenik (evrensel) Konsilinin yapıldığı mekan; ama hangi konsil? Yazının başında belirttiğim Hristiyan aleminin ilk konsili değil; şehirde bu çeşit teolojik sempozyum işi tutunca, İznikliler kendilerini konsil turizmine vermiş ve yedinci konsil için de Olimpiyat Komitesi’ne başvurarak evsahipliğini kapmışlar! 787 yılında yapılan bu yedinci konsilin teması da ikonoklazm, yani resim ve figür düşmanlığı olmuş… (tanıdık geliyor mu?)

Efendim, ikonoklazm, bir inancın kendi kutsal ikon, resim ve figürlerine saldırmasıdır. On Emir’de yer alan “surete ibadet etmeme” kuralının abartılması sonucu, bir dönem Hristiyanlıkta Meryem, İsa, melek, azizler gibi figürlerin, ikonların kullanılması yasaklandı ve var olanlar parçalandı. Olayın fazla ileri gittiğini düşünen çevreler papa’ya başvurarak bir konsil toplanmasını istedi ve İznik Ayasofya’da ikonoklazm reddedilerek kutsal resimler özgürlüğüne kavuştu! 

Ayasofya’da yer alan, konsil üyelerinin oturup tartıştığı “Synthronon” diye adlandırılan küçücük salonu görünce hayret ettim; cüppeli patriklerin, piskoposların, papazların toplaşıp “resim orucu bozar mı, fresk imanı zedeler mi” benzeri hararetli tartışmaları bu küçük ve soğuk mekanda yaparak ardından Köfteci Yusuf’a gidip işkembeyi doldurduklarını göz önüne getirmek insanın tüylerini ürpertiyor…
Siyaset Meydanı
İznik’te Hristiyan döneme dair kalıntıların çoğu harap durumda ve pek fazla beklentiye girmemek gerek. Koimesis ve Hagios Tryphon kiliseleri, Vaftizhane/Böcek Ayazması (niye böcek, anlayana aşk olsun) bakımsız ve her türlü eşkıyalığa, vandallığa açık (daha geçenlerde vaftizhanenin girişindeki mermer plaka çalınmış).

Bir yıldız olabilecek İznik Antik Tiyatrosu kuzeybatı Anadolu'nun ayakta kalan en görkemli amfitiyatrolardan olup MS ikinci yüzyıl başlarında yapılmış. Antalya Side Tiyatrosu gibi düz araziye, beşik ve tonozlar üzerine oturtulmuş yapının taşları surların tamirinde kullanılmış, tiyatro alanı çini fırınlarına dönüştürülmüş. Başına gelen bunca felaketten sonra restorasyonu başlamış tiyatro bölgesini gezmek mümkün değil; tellerin arkasından bakıp “vah vah” çekebiliyorsunuz.
Bithinya Devlet Tiyatroları
Osmanlı dönemi eserleri, kronolojik olarak yeni ve kültürümüze aşina olduğu için daha şanslı tabii… Camiler, medreseler, türbeler, hanlar, hamamlar, imarethaneler gırla gidiyor ve çoğu “bir şekilde”  kullanımda olduğu için iyi durumda. Orhan Camii’nden bahsetmiştik; inovatif bir restorasyon anlayışının sonucu olarak ibadete ve ziyarete açık, rahatlıkla gezebilirsiniz.

Şehrin bir diğer önemli camii ise Yeşil Camiiymiş (Bursa civarında her yerde var demek). Osmanlı tek kubbeli mimarisinin en erken ve güzel örneklerinden olduğu söylenen caminin çinili gövdesi ve minaresi çok meşhur imiş; ama restorasyonda olduğu, dört bir yanı örtülerle kaplı olduğu için göremedik!

Ama caminin bulunduğu meydanda yer alan devasa çınarların altında oturup köy kahvesinde demlenmenin tadına doyamadık! Cayır cayır temmuz sıcağında, klimalı mekanlarda bile şıpır şıpır terlerken püfür püfür çınarın altında (kaç ikileme yaptım?) içilen kahvenin tadı unutulamaz!
Nilüfer Hatun (şarkıcı olan değil) imarethanesi
Kahvede otururken Yeşil Caminin karşısında yer alan Nilüfer Hatun İmarethanesini ve bahçesini seyre daldık. 1388 yılında I. Murat tarafından annesi Nilüfer Hatun anısına yaptırılan bu yapı İzniğin en görkemli mimari eseridir diyebilirim. Ne yazık ki tüm İznik gibi restorasyonda olan, bir dönem her gün fakirlere yemek dağıtılan imarethane, düzenlenmesi tamamlanınca müze olarak hizmet verecekmiş. Şimdiden bahçesinde dizili sütun başları, lahitler, kabartmalar, vaftiz havuzları, mezar taşları kapalı kapılar ardından dikizlenebiliyor:
Müzenin arka parselinde büyük bir kazı çalışması yürütülmekte ve eski şehir kalıntıları ortaya çıkarılmakta. Kalıntıları şimdilik pas geçiyoruz ve Osmanlı dönemi eserlerini incelemeye devam ediyoruz. Ana cadde üzerinde yer alan, Osmanlıların ilk inşa ettiği camilerden olduğu iddia edilen Hacı Özbek Cami, hatırı sayılır mutasavvıflardan Eşref-i Rumi Camii mütevazi mimarileri ile dikkati çekiyor.

İznik’te tasavvuf aleminin çok önemli temsilcileri bulunmuş. Örneğin, Arabi’nin Vahdet-i Vücut anlayışını Osmanlı’ya getiren Davud-i Kayseri İznik’te yer alan en yaşlı ve görkemli çınar ağaçlarından birinin altında yatıyor. Vücud ile vahdete kavuşup kavuşmadığını bilemem, ama “atomların enerji yüklü olduğunu söyleyen” şeyhin altında yattığı ağacın çok ilginç şahitlik hikayeleri anlatılagelmiş.

Eşref-i Rumi hazretleri, bir davada kendisi lehinde şahitlik yapması için ağacı kadının huzuruna çağırmış, dalından tutup yürütmeye başlamış, bakın hikayesi burada:
Aman şeyhim, şahit falan yazmasınlar sonra!
Camileri, türbeleri gezdikten sonra hani medreseler, hamamlar diyebilirsiniz… İşin o kısmı kolay; Osmanlıların bıraktığı en sağlam ve görkemli yapılar bugün halen kullanılıyor ve özellikle şehrin şöhretini borçlu olduğu, önemli gelir kapısı çinicilerin dükkan ve stüdyolarına ev sahipliği yapıyor. Örneğin, Orhan Gazi oğlu Süleyman Şah tarafından yaptırılan Medrese, avlusuyla, hücre ve dershaneleri ile, kubbeleri ile beğenimizi kazanmaktadır:
Medresenin hücreleri bugün çini sanatçılarına ev sahipliği yapıyor. Mekana postu seren çinici esnafı, fırınlarını uzak mahallelere taşımış, ancak çini boyama ve son işçilik işlemlerini burada yaparak ziyaretçilerin dikkatini ve ilgisini cezbetmeye çalışıyor. İznik çiniciliğinin İstanbul’a taşınmış olmasından, katma değeri ve büyük geliri İstanbul'a göçen çinicilerin kazanmasından, burada emeklerinin çok ucuza gitmesinden dolayı şikayetçiler; ama İznik’te yaşamaktan dolayı mutlular gibi.
Bir diğer büyük çini merkezi ve çarşısı da II. Murat Hamamı; soğukluğu, ılıklığı, halvet odası vesairesi ile tam teşekküllü bir hamam olan bina kompleksi bugün gusül abdesti için kullanılamıyor; hamamın içi müze gibi düzenlenmiş ve avlusunda yine küçük çini dükkanları mevcut. İlle de hamamda yıkanmak isterseniz, dedesi I. Murat’ın yaptırdığı hamamı bulacaksınız…
Victoria's Secret Hamamı...
Birinci Murat Hamamında aklanıp paklandıktan sonra, arkasında yer alan büyük alanda yapılan kazılar ilginizi çekebilir. 15-16. Yüzyıllarda kullanılan çini fırınlarının ve üretim tesislerinin ortaya çıkarılmasına yönelik kazılar bilmem kaç yıldır devam etmektedir. Rivayet odur ki, kazı için gelen heyetler az ileride yer alan Köftesi Yusuf’tan yükselen kokulardan cezbolarak işi gücü bırakıp kendilerini köfte ve ekmek kadayifine vermişler, bu yüzden kazıları bitirememişlerdir.
Evet, mesajı aldınız sanırım, dinlenip karnınızı doyurmak için Yusuf’ta mola verip turuncu üniformalı çalışanlara teslim olabilirsiniz. Yusuf’a gelmişken evinizin et ve sucuk ihtiyacını karşılamak, çevredeki zeytincilere gidip yeşil-siyah boncukları istiflemek olasıdır. Yeşil-siyah demişken, İznikspor’un renklerinin niye yeşil beyaz olduğunu anlamadım; bu zeytin diyarına yeşil-siyah forma nasıl da yaraşırdı!

Zeytincilerin arasında dolaşırken İznikspor kulübünün merkezine denk gelmeniz olasıdır. Son derece mütevazi kulübümüzün ikinci katında yer alan balkonda yıkanmış ve kuruması için asılmış formaları dikizlemek ayrı bir zevktir:
İznikspor’un haylaz oyuncularının nasıl böylesine uslandığı, çamaşırlarını çitileyip balkonlara astığını merak edebilirsiniz. Efendim, az yukarıda yer alan levhasız, kitabesiz, üç mezar bulunan bir türbe  halk arasında huysuzlar türbesi olarak bilinmekte, türbeye belli bir süre bırakılan huysuz çocukların uslanacağına inanılmaktadır. Yaaa, işte böyle, İzniğe kadar gelmişken haylaz veledinizi akşama kadar türbeye bırakın, dönüşte kuzu gibi çocuğunuzu alın götürün:
Efendim, deminden beri yazının başında bahsettiğim “surların içi”nde dolaşıyoruz da, surları, burçları nasıl aşıp girdik bu güzel şehre? 5 kilometrelik ortaçağ surları ile çevrili İzniğe dört ana, 12 tali kapıdan girmek mümkün; günümüzde kapıların hepsi açık, içinden araba dahi geçebiliyor, rahat olun… Dört ana kapının dört kanonik incili; 12 tali kapısının da 12 havariyi temsil ettiği söylense de, dünya üzerinde her sayıya “anlamlı” bir yakıştırma yapmak mümkün, fazla kafayı takmayın.
Eğer şehre doğudan yaklaşıyorsanız, Lefke boğazı/vadisi boyunca ilerleyip Lefke Kapısından giriş yapacaksınız. 3 bölümlü bir kapı olan Lefke kapısı, 2000 yıllık, tahminen zafer takı olarak inşa edilen bir yapı; sonradan surlarla diğer kapılara bağlanmış. Şehre gelen su kemerleri, sarnıçlar Lefke Kapı’ya bağlanıyor. Lefke kapıdan göle kadar uzanan Kılıçaslan Caddesi, tam Ayasofya’nın olduğu köşede Atatürk Caddesi ile kesişerek şehrin haç şeklinde omurgasını oluşturuyor.
Tek bir kapı görecek vaktiniz varsa, kesinlikle kuzeye açılan İstanbul Kapısına meyledin. Daha sağlam kalmış, görkemli olan bu kapı, Roma ve Bizans döneminde İstanbul yoluna çıkan kapı olduğu için ayrıca önemliymiş. Kapıların yanlarında yer alan nişler, insanın ödünü patlatan tiyatro maskeleri ilginç detaylardan…
Şehrin güneyinde yer alan kapı ise Yenişehir kapısı olarak biliniyor. Bugün sadece küçük araçların geçebildiği bu kapılar artık düğün fotoğraflarında fon olarak hizmet veriyor.
Geriye kaldı bir adet kapı; o da şehrin hemen batısında yer alan ve göle açılan Göl Kapısı; ama bu kapının yerinde artık yeller esiyor, kırıp geçmişler… Kapıları birbirine bağlayan surların önemli kısmı ayakta; aralarda çökmeler var tabii, ama bu güzelim surlara değer verildiğini söylemek zor. İznik halkı, hurdaya çıkan traktörlerini bile surlara gömerek bu teknoloji ürünlerinin taşlar ile bütünleşmesinden sanatsal enstalasyonlar yaratmış:
Şehrin her köşesinde karşınıza bir sütun, lahit, burç çıkması olası; bizim kaldığımız otelin arka bahçesinin bile kapı gibi bir burca yaslandığını görünce hayret etmiştik. İznik’teki surların, kapıların azıcığı gavurun elinde olsa ne yapacağını şaşırır; ama bizde bol bulunduğu için evini tamir eden bile surlardan bir daş ödünç alabiliyor sanırım. Tüm surları restore edip üzerlerinde kesintisiz, beş kilometrelik bir yürüyüş yolu açsalar ne harika olurdu! 

Tabii İzniğin bu olağanüstü arkeolojik değeri daha yeni yeni takdir görüyor. Rivayet odur ki 1935 yılında İznik’i ziyaret ettiğinde “Asıl İznik toprağın altında yatıyor” diyerek arkeologlara tüyoyu vermiş. Yedi katlı şehir olarak bilinen İznik define avcılarının da ilgisine mazhar olmuş tabii ki…
Ne yazık ki son zamanlarda İznik ile ilgili basınımızda çıkan haberler “tarihi mozaiklerin üzerine beton döküldü”, “Bizans dönemi kilise kalıntılarından mermer eserler araklandı” şeklinde özetlense de enseyi karartmıyoruz; ziyaretimiz esnasında şehrin o devasa çınarlarla çevrili ana caddesinin elden geçtiğini görmek, tozunu yutsak da umutlandırdı bizi…

Ve gavurların “last but not the least” dediği gibi, konuyu İznik Gölü’ne bağlayalım. Biliyorum, yazıyı başından beri yayın balığı hayalleriyle okuyup sadede gelmemi bekleyen bir güruh var; peki o zaman, göle girelim ve yayın yasağı başlamadan yayın peşine düşelim…

300 kilometrekarelik alanıyla beşinci büyük gölümüz olan İznik Gölü, yayın balığı, sazan, istakoz, kerevit ile meşhur bir su birikintisi… İzniğin batısına denk geldiği için çok güzel gün batımlarıyla da meşhur olan göl kıyısı huzur verici bir bölge; daha iyi düzenlenebilirmiş ama bu haliyle de bir nefes alma, hatta yazın plajından yararlanıp suya girme fırsatı veriyor.
Gölün temizliği konusunda çeşitli rivayetler dolaşıyor; bölgedeki sanayi tesislerinin varlığı ve atıkları önemli soru işaretlerine yol açsa da şimdilik gözle görülür, burunla koklanır bir kirlilik yok. Ancak kerevit başta olmak üzere su ürünlerinde bir azalma olduğu söyleniyor.

Göldeki bir diğer ilginç keşif de 2014 yılında yaşandı; hatta Amerikan Arkeoloji Enstitüsü tarafından “yılın en önemli 10 keşfinden biri” olarak ilan edildi! Göl kıyısından sadece 20 metre açıkta, 1,5-2 metre derinlikte yer alan bir bazilika kalıntısı bulundu.
Henüz uçamadığım için resmi ben çekmedim; plajdaki panodan arakladım... Bazilika tüm çıplaklığıyla ortada!
Yüzyıllar önce meydana gelen büyük depremlerle göl suları altına gömülen kilise, yine göl kenarında çok az duvar kalıntıları günümüze gelebilen senato sarayına çok yakın olduğundan, bu bazilikanın birinci İznik Konsiline ev sahipliği yapan yapı olabileceği düşünülüyor. Bu yüzden, şu anda belediye plajının bazilika hizasına denk gelen kısmı kapatılarak yüzme ve dalışa yasaklandı.

Zaten yazın en sıcak günlerinde gelmemize rağmen akşama doğru esaslı bir rüzgar çıktı, göl suları kabardı, yağmur başladı ve bazilikaya kaçak dalış hayallerim göl sularına gömüldü. Bize de göl manzarasına karşı soframızı kurup nefis yayın şişlerimiz eşliğinde sohbet etmek düştü. Bundan 1700 yıl önce Arius ve Athanasius’un, İsa’nın tanrısal kimliği üzerine tartıştığı koordinatlardan sadece 50 metre uzakta oturmanın üzerimizdeki manevi baskısı ile ne konuşabilirsiniz ki? En iyisi sakızın orucu bozup bozmadığını tartışmak...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"