Şikago Merkez

Bir önceki yazımızda göklerde dolaşıyor, sana şöyle bir tepeden bakıyorduk aziz Şikago… Ama artık yere inelim, ayaklarımızı asfalta basalım ve bu güzel şehri biraz da zemin hizasından tanımaya çalışalım. Şikago, Amerika’da bir “banliyöler federasyonu”ndan ziyade, yürünebilen merkezi, sokakları, meydanları olan sayılı şehirlerinden olduğu için ayaklarınıza rahat bir ayakkabı giyip vurun kendinizi kaldırımlara…
Geçen yazımız Gotham City’nin esin kaynaklarından Şikago Ticaret Borsası’nın çatısında bitmişti. Binanın zemin katına inip çevresini dolaşmanızı, içerisinde fazla fink atamayacağınız binanın etkileyici dış mimarisini incelemenizi tavsiye ederim. Binanın girişini himayesine alan dört metre çapındaki saatin sağında ve solunda, ticaretin kadimliğini simgeleyen iki figür dikkatinizi çekecektir; elinde bir buğday demeti taşıyan Mezopotamyalı ile borsaya mısırını getiren Amerikan yerlisi…
Sanrım buradaki mesaj oldukça açıktır; “sayın abicim, bende fazladan buğday var, güzel ekmek yaparsın, sendeki mısırla takas edelim, ticarette helal rızık vardır” mealinde bir durum. Böylece borsa binasında işlemler başlar ve kapitalist hikayenin sonrasını tahmin edebiliyorsunuz…

Binanın girişini muhafaza eden iki tanrıça heykeli de tarım ve sanayiyi temsil ediyor; nispeten köylü tipli heykel, buğday demetleri, meyve sepetleri ile eli belinde bekleşirken, daha elegan görünümlü hatun kişi yanındaki ticaret gemisi, çarklar ve örs ile modern çağı sembolize ediyor:
Bulunduğumuz nokta, Şikago’nun (bence) en seksi caddesi olan LaSalle Caddesi’nin bitiminde. Kuzeyden güneye doğru sağlı sollu etkileyici binaların çevrelediği LaSalle caddesi, Şikago Ticaret Borsası binasına toslayarajk sonlanıyor. Bu görkemli binayı sağına ve soluna yönetim kurulu üyelerini toplayıp masanın başında oturmuş patrona benzetebilirsiniz. Nitekim LaSalle Caddesi, 1800’lerin sonlarından beri Şikago’nun finans ve iş merkezi olarak şöhret yapmış…
New York ile girdiği gökdelen yarışını kazanan, ancak Amerika’nın en çok tanınan, en büyük şehri olma yarışını kaybeden Şikago, NY’nin tahtına oturabilmiş olsa, hepimiz Wall Street yerine LaSalle Street’in ismini bilecektik. Yine de bilen biliyor ve işi gücü olan yuppilere ek olarak art deco mimarinin etkileyici klasiklerini görmek isteyenler de La Salle Caddesinde ayakaltında dolaşıyor…

Caddenin tarihi güney ucunda dolaşırken hemen her binanın önünde tanıtıcı bir plaket, şehrin tarih ve kültür mirasına dahil olduğuna dair bir levha görmeniz mümkün. Dünyanın ilk gökdeleni sayılan Home Insurance Building de bu caddede mekan tutmuş, ama artık aramızda değil. Onun yerine, bu gökdelenin neredeyse yaşıtı, bir zamanlar kankası olan Rookery Building’i sakın gözden kaçırmayın:
Rookery binası, şu anda Şikago’nun en eski “gökdelen”i, ve şehrin kültür mirasının en başlarında yer alıyor. 12 katlı ve 55 metre yüksekliğindeki binanın ismi oldukça manidar; rookery, argoda sefil insanların oturduğu kalabalık, döküntü, köhne bina anlamına geliyor.

Ama gel gör ki binamız Şikago’nun en görkemli ve prestijli binalarından. Şikago ekolünün en önemli mimari şirketlerinden BurnhamRoot tarafından inşa edilen bina, zamanının klasik ve modern mimari tarzlarını en iyi birleştiren çalışma olarak kayda geçmiş. 130 yıldır taş gibi ayakta olan binanın dış kapısından içeri girmekten çekinmeyin, çünkü “bi arkadaşa bakıp çıkacam” diyerek girmek serbest ve binanın doğal ışık alacak şekilde inşa edilmiş avlu/lobisi aklınızı başınızdan alacak estetikte:
“Bi bakıp çıkacağınız” arkadaşınız ise, Amerika’nın bir numaralı mimarı kabul edilen Frank Lloyd Wright… Ben arkadaşın ismini ilk kez Simon&Garfunkel dinlemeye başladığımda duymuştum, çünkü bu ikili bile elemanımızın hakkını vermiş ve adına yazdıkları şarkıda demişler ki: “Architects may come and architects may go/And never change your point of view/When I run dry/I stop awhile and think of you”

Yıllar sonra yolum bu mimari deha ile tekrar kesişti; Wright, batıya açılan Japonya’nın en prestijli mimari eserlerinden olacak İmparatorluk Oteli’nin tasarımını üstlenmiş. 1920’lerin başlarında muhteşem bir otel binası tasarlamış, ama antin kuntin dizayn detaylarıyla ilgilenirken temelde gözden kaçan bazı hatalar yüzünden 1923 Büyük Kanto depreminde otel yıkılmış.

Ancak Wright’ın Japonya hayranlığı depremden zarar görmemiş ve Amerika’nın en özgün ve başarılı mimarı hayatı boyunca Japon kültürünün sadık bir takipçisi ve ukiyo-e (tahta baskı resim) koleksiyoncusu olmuş. Mimariden sıkılıp konudan sapmak isteyenler için, tarihteki diğer ünlü ukiyo-e koleksiyonerlerini hatırlatayım: Monet, Van Gogh ve Manet; Avrupa’da izlenimcilik akımını doğuran ukiyo-e eserleri, Wright’ın da önemli ilham kaynaklarından olmuş:


Frank, modern mimarinin en büyük dehalarından ve organik mimarinin, yapı ve malzemelerinin doğa ile uyumun, tasarım ve fonksiyonun birlikteliğinin öncülerinden. Mimariye bakış açısıyla ilgili (ne yazık ki görme fırsatı bulamadığım) şelale evi örneğini paylaşmak isterim; arazisindeki şelaleye nazır bir ev yaptırmak isteyen müşterilerine “siz şelaleyle birlikte yaşamalısınız” diyerek koskoca evi şelalenin üzerine oturtmuş!
Konuyu fazla dağıttık; biz yine Rookery binasının muhteşem lobisine geri dönelim; bu lobiyi tasarlayan arkadaşımız tahmin edebileceğiniz üzere Frank; kendisinin gençliğinde çalıştığı mimarlık bürosunun ofisi bu binadaymış ve binanın yenilenen iç tasarımını bu “gelecek vaad eden” mimara vermişler. (O dönemlerde eleman haftalığı 8 dolara mimarlık şirketlerinde çalışıyormuş; bilseydim ayda 50 doları bastırır kendime bir ev yaptırırdım…)

Lobi gözlerinizi yeterince kamaştırdıysa dışarı çıkıp LaSalle Caddesi boyunca ilerlemeye devam edin. Karşınıza çıkacak hemen her binanın dış cephesi sizi büyüleyecektir. Binaların içine girmekten de çekinmeyin, çoğunun lobisinde gayet orijinal sanat eserleri sizi karşılayacaktır.
Chicago Fugue - İçinde bir miktar (?) müzik enstrümanı barındıran eser
LaSalle Caddesi Chicago nehrini kesmeden önce sağınızda James Thompson binasını göreceksiniz. Tepesi kesilmiş koniye benzeyen, dış cephesi cam kaplı bu modern bina, klasik/art deco mimari eserleri görmeye alışmış gözlerinize batabilir; ama modern mimarinin bu temsilcisini de görmeden geçmeyin… Bina, Illinois eyaletinin yerel yönetim birimlerini barındırıyor ve içi boş bir yapı:
İçi boş dediysem, yerel yönetimlerin içini boşaltmışlar anlamında değil; binanın içinde dev bir atrium var ve tüm katları, ofisleri içeriden görebiliyorsunuz. Şikago ile ilgili çok önemli bir detay da binanın içinde değil, hemen dışında bulunuyor; Fransız heykeltraş Dubuffet tarafından binanın önüne kondurulan 10 tonluk dev eser, baktığınız açıya göre şekil değiştiren şekilsiz bir kütle:
Eski bir belediye başkanımızın hevesle tükürmek isteyebileceği fiberglastan mamül bu heykelle Şikago halkının da dalga geçtiği rivayet edilir. Şikago Tribünü gazetesine göre, yerel halk “Monument With Standing Beast” isimli bu heykeli kendi aralarında “Blender’daki Snoopy” olarak adlandırmış.

Bu heykel bize Şikago’yla ilgili bir başka güzelliği hatırlatıyor; “kamusal sanat” diye adlandırılan ve şehrin ortasına, kaldırım kenarlarına, meydanlara yerleştirilen, ünlü sanatçılar tarafından tasarlanmış büyük sanat eserleri. Şikago sokaklarında yürümenin bir başka keyfi de bu güzel eserlerle bir köşeyi dönünce karşılaşıvermek. En meşhurları olan Anish Kapoor’un “Bulut Kapısı”nı Park ve Bahçeler Müdürlüğü yazımızda inceleyeceğiz; bu arada sizi Joan Miro’nun Chicago’su ile tanıştırayım;
Orijinal adı “Güneş, ay ve bir yıldız” olan heykel, “çatal, tırpan, tırmık” veya benzeri bir isimle de anılabilirmiş. Heykeli spor, eğlence vesaire ekipmanları üreten Brunswick şirketi sipariş etmiş, ama pahalıya patlayınca iptal etmiş. Şikago belediyesi, bedelin yarısını karşılamayı taahhüt edince eser tamamlanmış ve sokağın ortasına dikilmiş.

Bir başka meşhur sokak sanatı da Alexander Calder’in 16 metrelik kırmızı heykeli “flamingo”. Bana flamingodan ziyade başını kuma gömmüş bir devekuşunu andıran heykel, çevresindeki gökdelenlerin cam yüzeylerinde kırmızı kırmızı parlayarak gününüze renk katıyor.
Eğer iki üç blok yukarı çıkarsanız, Chase Bankası’nın heyüla gibi gökdelenini görüş alanınıza sığdırabilmek için boynunuzu kasmanız gerekir. Ama tam göz hizanıza bakarsanız, binanın önünde 21 metre genişliğinde, 3 metre yüksekliğinde bir duvarda Marc Chagall’ın “Dört Mevsim” isimli devasa mozaik eserini görebilirsiniz.
Marc Chagall'ın gözünden Şikago
Ama benim bir numaralı favorim olan sokak sanatı, Picasso’nun isimsiz kübik heykeli; ata, köpeğe (afgan tazısı), kuşa, babuna ve hatta bir zamanlar Picasso’ya modellik yapmış bir hanfendiye benzetilen heykel için haliyle isim bulunamamış; “Chicago Picasso” olarak anılıyor. Picasso, eseri için malzeme ve işçilik dışında bir telif ücreti almamış ve iki “gangsterler şehrine” (diğeri Marsilya) bir hatıra bırakmak istediğini söylemiş.
Benim için bu heykelin anlamı, Chicago’nun (ve hatta dünya sinemasının) bir numaralı filmi Blues Brother’daki ufak rolü ile iyice artmıştır. Filmde, yetimhanelerini kurtarmak için vergi borcunu bir şekilde toparlayan Jake ve Elwood, peşlerinde 10,000 polis arabası olduğu halde yola çıkarlar. Jake parayı yatıracakları Richard Daley binasının yerini teyid etmek ister ve “tamam, şu önünde Picasso olan bina” diyerek yola düşerler. Picasso heykelinin önünden geçerek arabayla cam kapıdan girdikleri, ardından yüzlerce polis aracının Picasso heykelini kuşattığı sahne unutulmazdır.

Şehrin bir diğer güzel aksesuarı da sokakları süsleyen o nefis saatler! Blok köşelerinde binaların duvarlarına monte edilen, yeşile boyanmış dökme demirden mamül muhteşem saatler size zamanın nasıl geçtiğini hatırlatacaktır…
Bu arada, dolaştığınız bölgede onlarca restoran, kafe, galeri, dükkan bulunduğunu hatırlatmam gereksiz. Bölgedeki en büyük alışveriş merkezi olan Macy’s binasına girip soluklanmanızı tavsiye ederim; isteyen kendini devasa reyonlar arasında kaybederken, isteyen de mimari turuna bu muhteşem binanın tavan, kiriş ve detay süslemelerini inceleyerek devam edebilir:
Şikago’nun mimari zenginliğini taban teperek değil de rahat bir teknenin güvertesinden izlemek isteyenler için rehberli nehir turları da revaçtadır. Şikago nehrinin kuzey ve güney kolları birleşerek Michigan gölüne dökülmeden önce şehrin belli başlı yapılarının etrafından dolanır:
Nehir boyunca yapacağınız gezide sadece boyu uzun binalar değil, enine de maaşallah yapılar sizi şaşırtacaktır. Hele ki “The Mart” dedikleri ticaret merkezi insana ister istemez “yuh” çektiriyor ve gözlerinizi yuvasından fırlatıyor… Dünyanın en büyük ticari binası rekorunu elinde bulunduran binada yüzlerce perakendeci yıllardır faaliyetini sürdürüyormuş. Nehir kıyısını Game of Thrones’daki duvar gibi örten binanın adı The Mart yerine Wall-Mart olabilirmiş, ama sanırım başka bir işletme ile pişti oluyor.
Şikago nehri dediğimiz akarsu, insan yapısı kanalların da eklendiği bir su taşıma sistemi; öyle Venedik ya da Amsterdam gibi bir kanal estetiği beklemeyin, ancak nehir üzerinde gayet şirin köprüler var. San Francisco’nun Golden Gate köprüsü renklerinde, çelik profillerin, perçinlerin endüstriyel bir estetik kattığı köprülerin kıvrımlarını mutlaka görün:
Bu köprüler, Şikago nehri ve Michigan Gölü tarafından çevrelenen ve “loop” (halka) diye bilinen şehir merkezinin çevreyle bağlantısını sağlıyor. Loop sıfatı, şehrin merkezine gelen beş banliyö tren hattının kolkola girerek merkez çevresinde dikdörtgen bir tur attığı yükseltilmiş raylı sistemden geliyor.

Yükseltilmiş, yani ELevated kelimesinin”L”si, bu tren hatlarının kısaltması olmuş. Şehrin üzerinde gürültüyle koşturan trenler film ve dizilerden aşina olduğumuz bir Amerikan manzarası.
Amerikan filmlerinde kahramanımızın üzüntülü, sıkıntılı olduğu bir sırada, ikinci veya üçüncü kattaki pejmürde dairesinin önünden camları zangırdatarak, zemini titreterek geçen trenler genelde elemanın düşüncelerinden sıyrılmasına, önemli bir karar almasına yardımcı olur. Trenlerin o vibrasyonlu motivasyonundan mahrum kaldığımız için memleketimizden bir holivut kahramanı çıkmaz, hayatına yeni bir yön verecek kararlar alamaz…
Bu tren hatlarının altında yürümek, yine buralarda görmeye alıştığımız araba kovalamaca sahnelerini gözlerinizin önüne getirmek, her fren cayırtısında kendinizi kenara atmak Şikago’nun nostalji yürüyüşlerinin bir parçası. Altı üstü üç kilometre civarında bir hat olsa da, bütün şehre ve Amerikan kültürüne damgasını vurmuş bir toplu taşım efsanesinden bahsediyoruz.
İstasyonların labirentvari yapısı, yukarı inip çıkan merdiven karmaşası, her yönden fırtlayan kolon, kiriş ve profillerle insanı ürküten “EL”, metropolitan distopyanın metalik kabusu gibi üzerinze çöküyor. Ama bir şekilde çirkinlikteki estetik sayesinde severek izliyoruz kendisini…

Şikago gezimiz şimdiye kadar gökdelenin, taşın, betonun, denir ve çeliğin gölgesinde devam ediyor. Bir dahaki bölümde sizi parklara, yeşilliklere, geniş meydanlara götüreyim de içiniz açılsın…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"