Bisiklet Yarışı Seyrederken Ne Seyrederiz

“Aşk hakkında konuşurken ne hakkında konuştuğumuzu bildiğimizi sanmamızdan utanç duymamız gerekir” gibi bir deyiş yumurtlamıştı Raymond Carver, “Aşk Hakkında Konuşurken Ne Hakkında Konuşuruz” başlıklı kitabının bir öyküsünde. Benim de hayranı olduğum bu vurucu ifade edebiyat camiasında o kadar popüler oldu ki, Haruki Murakami de koşu üzerine yazdığı otobiyografisinde “Koşu Hakkında Konuşurken Ne Konuşuruz” başlığını atmıştı…
Bu yazımdaki resimler (ne yazık ki) bana ait değildir, profesyonel sitelerden (ç)alıntıdır, zaten bu resimleri çeken biri olsam ne işim var buralarda?
Daha yazıya başlarken konuyu dağıttım, ama öykü edebiyatının yüce ismi Carver’in bu kalıbı yol bisikleti yarışlarının seyrine pek güzel oturuyor; televizyonda bisiklet yarışlarını seyrederken aslında ne seyrederiz? Benim bile kendime sık sorduğum bir soru; çünkü hangi aklı başında insan evladı televizyon karşısında beş buçuk saat süreyle fır fır dönen bisiklet tekerlerine hipnotize olmuş bir şekilde bakarak dünyadan elini eteğini çeker? 
Hey sister, elalemin mayolu namahrem erkek bisikletçisini seyretmek caiz midir?
Cevabı yine spor aleminde yazılmış ünlü bir kitabın başlığından alalım; “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir”. İngiltere’de vaktiyle çok meşhur olmuş bu kitabın ima ettiği üzere, bisiklet yarışı da sadece bisiklet yarışı değildir. Yüz küsur fidan gibi delikanlının kan, ter ve gözyaşı ile suladığı, anlı şanlı sponsorların paralarının karşılığını beklediği, kendini tanıtmak isteyen ülke, şehir ve hatta köylerin podyumda salındığı çok boyutlu organizasyonlardır. 
Turizm broşürü gibi yarış netekim...
Televizyonlarımızın seviyesiz açık oturumlarından ve herkesin birbirine bağırıp tabanca doğrulttuğu iğrenç yerli dizilerden sığınacak bir liman ararken, bir süredir Eurosport’ta bisiklet yarışlarını izlemeye sardırdım. Kendim de dağ bisikletiyle bütünleşmiş, emektar velespiti ile evliliğinin 20. yılını kutlamak üzere bir fani olarak ilk başlarda 3-5 dakika süreyle ekrandaki yol yarışlarına takıldım. Önce yayınların uzunluğuna kızdım, “bu ne lan, bütün gece heriflerin pedalını mı izleyeceğiz” diye isyan ettim.
Sadece ben değil, bisikletçiler de sıkılmış gibi duruyor...
Zaten televizyondaki spikerler de kült tarikatların ayinlerine benzer, anlaşılmaz şeylerden bahsediyorlardı. Birileri öne fırlıyor, çoğunluk geride kalıyor, arada birinin pedala abanması spikerlerde coşku patlaması yaşatıyordu. Peloton, kadans, rolör, domestik, panache falan derken merakımı celbetti ve bu sporun sırrını çözmeye karar verdim. Sonunda çözdüm de, sıkı durun, açıklıyorum: Yaklaşık 200 bisikletçi start alıyor, bitiş noktasına önce gelen yarışı kazanıyor. Nokta!
Erken gelen kazanır! Var mı başka sorusu olan?
Evet, olay bu kadar basitmiş. 40 küsur yıldır Holivut lobisinin dayatmaları yüzünden beyzbolun nasıl oynandığını anlamaya çalışıp kendi angutluğuma hüküm vermişken, bisiklet yol yarışlarının sırrını birkaç günde çözüvermek beni iyice motive etti. O zaman, Nagehan’dan hallice her hangi bir gazeteci şu soruyu yapıştıracaktır; madem olay bu kadar basit, nedir bütün o stratejiler, taktikler, ekipler, takımlar, tantana, farfara? Bin bisiklete, bam bam vur pedala, gücün, kondisyonun yetiyorsa nal toplat rakiplerine…
Öyle göründüğü kadar kolay değil!
Ve işte bisiklet sporunun kendi kadar basit bir etken devreye giriyor; hava direnci! Evet, bir bisikletçinin (yerçekimi ile birlikte) en büyük düşmanı olan hava direncinin etkisinin bu kadar büyük olabileceğini (yarışın da 200 kilometre olduğunu düşünürsek) tahmin edemezdim. Öyle ki, kendini kalabalıklar arasına gizleyen bir bisikletçi yarış boyunca %30-40 arasında enerji tasarrufu sağlayabiliyormuş. Önde giderek tüm rüzgarı yiyen bir rakibine göre üçte bir oranında yakıt tasarrufu azımsanır bir rakam değil! Yani havanın varlığını/basıncını bulan Toricelli üstadımız bir tomar deney yapacağına, kendi ülkesinde düzenlenen Giro D’Italia’yı seyretseymiş…
Ayçiçeği pelotonu (müferezesi)
Böyle zorlu bir yarışın en önemli bileşenini “havadan” bir sebebe bağlamak hayal kırıklığı yaratabilir, ama asıl zorluk basitliktedir. İşte o zaman anlıyorsunuz bisiklet yarışlarındaki o taktiklerin, dağılımların, kaçan/kovalayan/saklananların sebebini… Peloton (yani platoon, yani müfreze) anlamına gelen büyük ve korunaklı bir grubun içinde giderek, yarışın sonlarında size atak yapacak enerjiyi saklamaya çalışıyorsunuz. Ama bir takım cengaverler ise önden fırlayarak kaçıyorlar ve rüzgarı göğüslüyorlar, bazen yarışın genel temposunu belirliyorlar, hatta bu uğurda kendilerini feda ediyorlar. Niye? Bu arkadaşlar enayi mi?
Bu sorunun cevabından önce yol bisikleti hakkında kabul görmüş en anlamlı tanımı okuyalım: Yol bisikleti, takım halinde yapılan en güzel bireysel spordur. Evet, bisiklet üzerinde yalnızsınız, kazandığınız birincilik isminize yazılıyor, ama bir takım halinde yarışıyorsunuz (ki, yarışlarda aynı formayı giymiş 6-7 elemanı peş peşe pedallarken görürsünüz). İşte, her şeyin sebebi hava! Takımın yıldızını, kazanmaya en yakın veya takım liderince desteklenmesi emri verilen bisikletçiyi rüzgarın şerrinden koruma ve kollama, ona göre tempoyu ayarlama, gerekirse rakipleri zorlayıp yıpratma üzerine onlarca taktik devreye giriyor. 
Taktikler arasında yarışmacıların aklını almak da var...
Yani, takımdan bir eleman gerekirse yarış başlarında öne fırlıyor (kaçış grubu), tempoyu belirliyor, geri kalanlar takımın as elemanını şefkatle sarmalayıp koruyor ve takımca belirlenen bir taktik çerçevesinde birlikte hareket ediyor. Genelde bu gruplar, yarışçıların ana gövdesini oluşturan peloton içinde kalıyor, yolda sohbet, muhabbet pedal basıp taktiklerine göre gerektiğinde atağa kalkıyor, tempoyu yükseltip düşürüyor vesaire… Tabii ki pelotonda her zaman aynı kişiler en önden gidip havayı yarmıyor; bisiklet takımları yarış içinde yazılı olmayan belli sportmenlik kuralları içinde sırayla rüzgarı göğüslüyor. Uzun metrajlı, bol taktikli ana etaplar dışında, bisikletçilerin tek başına yarışıp gerçek güçlerini ortaya koydukları bireysel/takım zamana karşı yarışları da denklemin bir diğer parçası... 
Genelde takımların bir ana yıldızları, 6-7 tane de onu destekleyen yarışçıları oluyor. Bu destek birimine “domestikler” deniyor; bizde daha çok evcil algısı oluştursa da, bisiklet sporundaki anlamı yardımcı, destekçi, sebastian bağlamında. Domestik, takım liderinin emrinden çıkmamak, belirlenen bisikletçiye yardımcı olmak, yarış boyunca kendilerini takip eden ekip arabasından yiyecek, içecek alıp liderini beslemek, takım liderinin bisikleti arızalanırsa kendi bisikletini ona vermek, hatta faturalarını ödeyip çocuklarını okuldan almakla sorumlu!
Yarışmacıların teknik ekipten alabilecekleri yardım ve desteğin kapsamı gri bir alandır ve üzerine tartışmalar hiç bitmez... Örneğin, yarışma esnasında pedikür yaptırmak caiz midir? 
Bisiklet alemindeki bu katı hiyerarşi sizi şaşırtmış olabilir; bir insan evladı nasıl böyle bir ayrımcılığı kabul edebilir diye düşünebilirsiniz… Ancak, 200 kilometreyi aşabilen, 6 saate varan, hatta büyük turlarda üç haftaya ulaşan bir temponun böyle bir yardımlaşma olmadan üstesinden gelinemez. Başka birçok spor da farklı değil aslında; koskoca bir Real Madrid kadrosunun bile Ronaldo’nun “domestiği” olduğunu söyleyebiliriz.
Bir domestiğin görevleri arasında takım liderini jurasik parktan gelen dinozor saldırılarına karşı cansiperane savunmak da vardır... Vallaha! 
Bu katı hiyerarşiye rağmen, bisikletçiler arasında yazılı olmayan etik ve centilmenlik kurallarının varlığı da insanın kanını kaynatıyor. Değişik takım elemanlarının bile birbirinin önünü kesmemek, tempoyu abartmamak, hatta tekeri patlamış veya yolda durup işeyen bir favorinin ana gruba yetişebilmesi için hep birlikte hız kesmek gibi raconlara riayet ettiği bilinir. Zaten oldukça mütevazi, doğa ve insan dostu olan bir spordan da böylesi beklenirdi.
Bu gibi domino etkili kazalar yarış seyrinin tuzu biberidir... Tabii böyle bir kazada bisikleti hasar gören takım lideri varsa, domestiği "benim bisikleti al abi, ben zaten yorulmuştum, düşmesem de inecektim, mühim değil" demek zorundadır. 
Yukarıda bahsettiğim gibi, ilk bakışta tekdüze, sıkıcı görünse de yarış boyunca satranç hamleleri gibi taktik savaşlarının yaşandığı mücadeleler zamanla ilginizi çekecektir. Yarışın başlarında oluşan kaçış grubunun kaç kişi olduğunu, pelotona ne kadar fark attığını, tırmanış/iniş etaplarının uzunluğunu analiz ederken bulursunuz kendinizi. Sonra, bu grubun direncinin kırılıp ana grupça yakalanıp yakalanmayacağı tahminleri başlar. Kader kurbanı domestikler için kendini gösterip sürpriz bir galibiyet almanın (takım lideri izin verdiyse) tek ihtimalidir kaçış grupları…
Kovalayan gruba baksana... Tabii ki kaçacaksın! Run for your... life...
Ardından, etabı analiz etmeye başlarsınız. Düz bir parkur mu, dağ tırmanışları var mı? Zamanla bisikletçilerin niteliklerini öğrenirsiniz; kim iyi bir tırmanışçı, kim sprinter, hangisi uzun süre tempolu gidebiliyor? Ve hatta takım arkadaşlarının nitelikleri ile kafanızda taktikleri çizmeye, tahmin etmeye çalışırsınız. Üç haftalık bir büyük tur izliyorsanız uzun vadeli stratejileri çözmek için kafa patlatırsınız. Velhasıl kelam, işin içine girdikçe seyir zevki artacaktır. 
Haksız rekabet?
Sonra giderek takımları ve stratejilerini çözerken bulursunuz kendinizi. Son yılların agresif takımı İngiliz Team Sky ne yapmak istemektedir? Arap aleminin prestij kazanmayı amaçlayan Emirates ve Bahreyn takımları niye öyle bir kadro kurmuştur? Kazak diyarından kopup gelen, kamu fonlarının finanse ettiği Astana ekibi gelecek sezon için yeni bir sprinter transfer etmeli midir? Takımların sponsorları neyi amaçlamaktadır, bisiklete para yatırmak ticari faaliyetleriniz için anlamlı mıdır? Vesaire…
Arap ülkeleri 50 derece sıcakta niye bisiklet yarışı düzenler?

Ardından da kendinize izleyecek yarış seçmek, seyir takvimi hazırlamak kalır. Bisiklet camiasında yılın yaklaşık on ayı yarış mevcuttur ve hepsini izlemeye çalışmak evdeki huzur ortamını tehdit edip kapının önüne konmaya kadar varabilir. Yarışların kimi tek günlük yarışlar, kimi üç günlük - bir haftalık turlardan oluşurken, alemin üç büyükleri “grand tour” olarak bilinen İtalya, Fransa ve İspanya Bisiklet Turlarıdır – ki, Fransa turunu ve liderin giydiği sarı mayoyu spora en ilgisiz vatandaşlar bile bir yerlerden duymuştur elbet…
Sarı mayoyu deli gönlüme/bağlamışım çözülmüyor Mihriban...
Tek günlük yarışların en meşhurları “klasikler” olarak sınıflandırılıyor; ama zamanla o kadar çok yarışa klasik denmiş ki, gerçek “baba” yarışları için anıtsal yarış (monuments) tabiri gelişmiş. Bu yarışlar, genelde yüz yılı aşkın tarihleri ile bu sporun doğduğu topraklarda (Belçika, Hollanda, Fransa, İtalya) yapılıyor ve meraklılarınca büyük ilgi gösteriliyor. Paris-Roubaix, Liege-Bastogne-Liege, Milan-San Remo, Tour of Flanders gibi çok prestijli yarışlarda pek fazla takım stratejisi olmayabilir; tek etap, çıkacaksın yola, gücün yetiyorsa kazanacaksın! Zaten güçlerini uzun sürelere bölen “genel klasmancı”lar bu yarışlarda pek fazla başarılı olamayabiliyor…
Birçok bisikletçinin spora başlama sebebi, etap sonlarında birincinin ödüllendirildiği podyum ritüelidir... Simon henüz birincilik kürsüsüne çok alışık değil, tören bünyeye biraz ağır gelmiş gibi görünüyor. Zaten arkadaş İtalya turunda her gün podyuma çıkma hevesiyle kendine çok yüklenince son etaplarda iflas etti!
Bir haftalık turlar ise yarış aleminin ekseriyetini oluşturuyor; Alpler, Romandie, Umman, Kaliforniya, İngiltere, Katar, Norveç ve hatta Türkiye Cumhurbaşkanlığı Turu gibi nice turlar takımların ilgisini çekmeye, daha çok favori bisikletçiyi ağırlamaya ve prestijli turlar arasında yerini sağlamlaştırmaya çalışıyor; genel ülke tanıtımı gibi amaçlar da bu gibi organizasyonlara gaz veren önemli bir unsur tabii ki…
Türkiye turunda etap kazanmanın farklı bir ödülü olmalı tabii... Boyayalım abi, parlasın!
Ve tabii ki bisiklet aleminin üç büyük turu, Fransa, İtalya ve İspanya Turundan bahsetmemek olmaz. Üç haftayı aşkın süren, bisikletçilerin 21 etapta 3500-4000 kilometre yol katettiği muhteşem yarışlardan etkilenmemek mümkün değil. Hem bisikletçiler, hem de takımlar için büyük prestij sağlayan bu yarışmalar, liderlerinin giydiği değişik renk mayolar (Fransa sarı, İtalya pembe vesaire…) ile tanınıyor ve büyük seyirci çekiyor.
Bu yarışlar, genel klasman birinciliği yanında, organizasyona renk getirmek, tekdüzeliği yıkmak için “dağların kralı”, “sprinterlerin babası”, “genç yarışmacıların cevvali” gibi ek kategoriler ile ilgi düzeyini yükseltmeye çalışıyor. 200 kilometrelik yarışın çeşitli noktalarında bisikletçilerin ek puanlar kazanabileceği zirve geçişleri, sprint kapıları vb. ile TV başında uyuklamaya başlayan seyirciyi koltuğunda hoplatıyorlar.  
Ben zaten pek uyuyakalamıyorum; şimdi onun nedenine de geleyim. Efendim, bisiklet yarışlarını seyretmekteki en büyük motivasyonlarımdan biri, olağanüstü güzellikte bir gezi ve turizm rehberi olmaları. Hadi bisiklet sporundan hazzetmiyorsunuz, çırpı gibi adamların kadans performansı umurunuzda değil, ama az biraz gezmeyi, görmeyi seven bir bünyenin bisiklet yarışı yayınlarına kilitlenip kalmaması mümkün değil.
Efendim, yarış organizasyonları tabii ki bir ülkenin tanıtımında, turizminin geliştirilmesinde çok önemli etken. Zaten yarışları seyretmeye gelen (özellikle İtalya ve Fransa turları) nice meraklılar var; benim gibi televizyon başında yalananlar da o ülkenin az bilinen, muhteşem güzelliklerini izlemeye doyamıyorlar.
Şimdi diyeceksiniz ki, “kardeşim, amacın buysa git gezi belgeseli, turizm programı falan seyret” Buyurun deyin hadi, cevabım hazır… Şimdi dostlarım, gezmeyi, yeni yerler tanımayı, fotoğraflamayı ve hatta yazmayı çok seven biri olarak, televizyonda seyredebileceğiniz en kaliteli gezi programlarının bisiklet turları olduğunu iddia ediyorum!
Pardon Sayın Karakaçan, siz de mi kaçış grubundasınız? Doğru yoldayız, değil mi???
Neden diye sorarsanız, ne yazık ki birincisi, televizyon kanallarındaki (BBC belgeseli seyretmiyorsanız) en iddialı gezi programının bile sunucunun şımarması, yedikleri ve içtikleri, sponsorun gözümüze sokulması vesairenin ötesine geçememesi; şanslı iseniz bir iki turistik mekanı şöyle bir hızlıca gösterip geçiyor. Ama örneğin bir İtalya turunda, yaklaşık 3500 kilometre boyunca adım adım ülkeyi dolaşabiliyorsunuz!
Tabii tüketim ekonomisi ve süratin egemen olduğu bir devirde kulağa garip geliyor; 5 saat boyunca, kilometrelerce bir ülkeyi, hem de en bilindik turistik anıtları ile değil, kırsaldaki köyleri, manastırları, vadi ve ırmakları, değişik kültür ve tarihi ile gezmek ve izlemek. “Bana gelmez, benim istediğim on dakkada iki eyfel bir kolezyum” diyorsanız okumayı burada kesebilirsiniz; ama yavaş yaşamayı, hayatı sindirmeyi, temposunu düşürmeyi isteyenler iki üç paragraf daha sabretsin… Kendinizi dinlemek, temponuzu yavaşlatmak için yoga kurslarına, meditasyon gruplarına parayı döküyorsunuz madem, alın size sakin, huzurlu bir seyirlik imkanı...
Yol bisikleti yarışı yayınlarını bir süredir takip ediyorum ve yayın kalitesi, kurgusu ve temposundan ziyadesiyle memnunum. Teknolojinin de gelişmesi sayesinde bu konudaki deneyimli ülkeler bize nefis görüntüler eşliğinde heyecanlı yarışlar izlettiriyor. Dediğim gibi, yayınların en keyifli yanı o ülkeyi “insani bir hızda”, yani bir bisikletçinin temposunda gezmek. Muhteşem doğa manzaralarını bazen bir bisikletçinin gözünden, bazen yol kenarındaki seyircilerin, bazen de havadan takip eden helikopterin kamerasından izleyebiliyorsunuz.
Uygar ülkelerde bisikletseverler için yarış günü gayet keyifli geçiyor...
Normalde turistik bir rotada yer almayacak, hiçbir çekim ekibinin tenezzül etmeyeceği saklı güzellikler yarış etaplarında yer alıyor. Orta çağdan kalma küçük köyler, kaleleri, dağ başındaki manastırları, köprüleri, tırmanış etaplarındaki daracık, zikzak çizen dağ yolları, ayçiçeği tarlaları kadar, prestij etaplarındaki şehir turları (Paris, Roma, Milano, Barcelona…) hiçbir gezi programının size gösteremeyeceği kadar kaliteli, bilgilendirici ve aceleye getirmeyen bir tempoda akıyor. Eh, üstüne bir de yukarıda özetlediğim yarış heyecanı!
Tabii bir de son olarak bu yarışları Eurosport’un Türkiye kanalından ve spikerlerinden izlemenin özel keyfi var. Spor spikeri denilince irkilip geri birkaç adım attığınızı hisseder gibiyim; ne yazık ki ana akım televizyonların seviyesiz, mide bulandırıcı, hatta kusturucu spor geyiği programlarından sonra bisiklet yayınları ilaç gibi geldi! Pazar akşamları ailecek televizyona bakarken, “İstifralı Hırvat Obuası” benzeri iğrenç tasvirleri bile duyan bu kulaklarımızın pası Eurosport bisiklet turlarında siliniyor.
Bisiklet sporuna gönül veren izleyiciler de genellikle orta-üst sınıf, daha kültürlü ve seviyeli bir kitle... diyecektim ki... su-i misal, misal olmaz! 
Şu günlerde yayınlarda görev alan Sarper Günsal, Caner Eler ve Berkem Ceylan’ın enerjik, esprili, öğreten ve eğlendiren anlatımları bisiklet sporunu sevmeseniz de sizi ekrana bağlayacaktır. Yani bilmiyorum, bu sporun merkezinde bile İtalyanların, Fransızların bu derece başarılı spikerleri var mıdır? Kendileri de bisiklet (ve dahi başka birkaç spor dalına daha) gönül vermiş bu kardeşlerimiz, sıcak sohbetleriyle (klişe olacak ama) evlerimize konuk oluyor ve bizimle sohbet ediyorlar. Kendilerini o kadar benimsiyoruz ki, kızım çay koymaya giderken “Bir tane de Sarper abine koy, üç saattir aralıksız konuşuyor, dili damağı kurumuştur” deyiveriyorum!
Tabii dört-beş saatlik yayınları doldurmak kolay değil; ikilimiz sadece yarışlar hakkında değil, sporun tarihçesi, etapta geçilen bölgelerin kültürel, tarihi, coğrafi önemleri, burada yaşanan ilginç olaylardan girip sinemadan, mutfaktan, edebiyattan çıkıyor; çocukluk oyunlarımızdan iş hayatının cilvelerine kadar değinmedikleri konu kalmıyor. Yarışmalarda geçilen bölgelerin tarihine bağlı olarak, Güney Fransa’daki kathar mezhebinin uğradığı kıyımdan Belçika Ardenne ormanlarındaki tank savaşlarına; Sicilya’daki mafya tarihçesinden İsviçre Alplerindeki kayak merkezlerine kadar her konuya denk gelebilirsiniz. Hani bisiklet sarmadı; görüntüyü kapatın, talk-show tadında dinlemeye devam edin…  
Sicilya'da Etna Dağına karşı şu starta bakar mısınız yahu?
Başa dönecek olursak, bisiklet seyrederken ne seyrediyoruz sorusunun cevabı oldukça uzun, netekim sayfalardır kafanızı ütülüyorum. O yüzden yazımı bisiklet seyrinin son bir güzelliği ile toparlayıp kapatayım; formula 1 sevdalısı iseniz, yarışı seyrettikten sonra ferrarime atlayıp birkaç çigandan geçeyim diyemezsiniz. Kayakla atlama seyircileri televizyonu bırakıp kendini rampa aşağı salamaz. Ama bisiklet yarışının adrenali zirveye çıkaran dramatik finişini izler izlemez evden dışarı fırlayıp pedallara asılabilir, önünüzde havayı yaran bir peloton olmasa da yüzünüze vuran rüzgarın ferahlığında birkaç tur atabilirsiniz.
250 metrelik Oran Sitesi zamana karşı etabı
Ev ahalisini de “domestik” olarak yanınıza alın, size su, püskevit falan taşısınlar icabında…
Domestiklerim nasıl ama... Evcilleştirmek zor oldu tabii, bu devirde bir bisikletçi kolay mı yetişiyor?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"