Umut Fakirin Ekmeği

“Amerika’da, bir zenginin zevk-u sefa içinde yaşadığına bakıp da kıskançlık ve beklenti duymayacak kadar fakir kimseye rastlamadım” – Fransız düşünür Alexis de Tocqueville, “Amerikalılar refah içinde yaşarken neden bu kadar huzursuz” isimli çalışması, 19. Yüzyıl… 
Yunan mitolojisinin en renkli hikayelerinden biri Pandora’nın kutusudur. Kökü taaa bizi bizden çok seven tanrı Prometheus’un, insanlığa gıcık Zeus’tan ateşi (bilgiyi, teknolojiyi, ve hatta cennetteki yasak elmayı) çalıp insanoğluna hediye etmesine kadar uzanır. Ardından dişi insanın yaratılışı, dünyaya gönderilişi (havva hikayesi) derken yanında getirdiği çeyiz sandığına varır iş. Tabii bu çok çekici ve “aç beni” diye yalvaran çeyiz sandığına, Zeus’un var olan bütün kötülükleri doldurduğunu bilmeyiz; zampara tanrımız, insanlığa kafayı takmış, ille de mutsuz edecek. Kutuya bütün kötülükleri doldurmuş ve Prometheus’un kardeşi kutuyu açınca da, var olan tüm kötülükler saçılarak dünyayı doldurmuş. Kutunun içinde tek bir kötülük kalmış; umut! Umudun kötülük olarak nitelenmesi sizi şaşırtabilir, ama Nietzsche (posbıyıklı olan) bu durumu hiç yadırgamamış ve şöyle buyurmuş: “Zeus kötülüklerden fazlasıyla eziyet çeken insanın yaşamı kestirip atmamasını, hep yeni eziyetler çekmeye devam etmesini istemişti. Bunun için insanlara umudu verdi: aslında kötülüklerin en kötüsüdür umut, çünkü insanın çektiği eziyeti uzatır"
Pandora’nın kutusu açılıp kötülükler saçıldıktan, umut denilen hastalık insanların kromozomuna kadar yerleştikten sonra bir süreliğine bağışıklık kazandık. Ama modernite ile birlikte pandoranın kutusu bir kez daha açıldı. Modernite öncesi Avrupa nüfusu korku içinde, beklenti olmadan, çok aza tamah ederek yaşıyordu ve bunu doğal karşılıyordu; Tanrının düzeni buydu, herkesin dünyada bir yeri ve hiyerarşisi var falan. Modernitenin en büyük reformu, umudu, tüketimi, beklentiyi sıradan insana sunması ve hırısnı körüklemesi oldu. Örneğin, Amerikan bağımsızlığı (1776), eşitlik ve beklenti, mutsuzluk ve kıskançlığı körükledi. İnsanlar hiçbir zaman kendinden çok üstün/farklı olanı kıskanmaz, öykünmezken, şimdi kendi eşitlerinin en ufak bir refah artışına diş biler oldu. Yüce düşünür David Hume da (insan doğası üzerine eserinde) “Kıskançlığı doğuran kendimizle başkaları arasındaki oransızlık değil, aksine yakınlıktır. Bir er generalini değil, çavuşunu kıskanır. Oransızlıklar ilişkiyi kesintiye uğratır, ya da bizden uzakta olan şeyleri kendimizle karşılaştırmamızı engeller, ya da karşılaştırmanın etkisini azaltır” diyerek teşhisi koydu.

Eski toplumlarda ilahi bir adalet, diğer tarafta eşitlik beklentisi bu kıskançlığı önlüyordu; insanlar tanrı karşısında ilahi olarak eşitse de, pratikte (dünyada) olmayabiliyordu; zaten burası imtihan dünyası değil miydi? Ama modern düşüncelerin gelişmesi işleri tersine çevirdi; sadece bu dünya var ve kendini ispatlaman, başarı kazanman için önünde çok çok kısa bir zaman var! Üstelik diğeriyle de eşitsin, istersen yapabilirsin, gönder evrene mesajı, sen istemezsen olamayacak şey yok! B durumun getirdiği yük, pandoranın kutusundan saçılan stresin ağırlığı korkunç değil mi? Doğuştan gelen eşitsizlikler birden kalkıp herkes her şey olabilir anlayışı sardı dünyayı. Eşitsizlik, toplumdaki genel kural iken göze çarpmazdı; ama eşitlik genel anlayış olunca en ufak farklılıklar mide bulandırır oldu. Yazının başında Tocqueville’in dediği gibi; “Amerika’da bir zenginin zevk-u sefa içinde yaşadığına bakıp da kıskançlık ve beklenti duymayacak kadar fakir kimseye rastlamadım”. Çünkü olmayacak şey değil, milyonda bir de olsa, bu yüzden çok çaba göster!

Aslında alternatif düşünce de gösteriyor ki, çok çaba olmazsa başarısızlık da olmaz, o zaman kişide aşağılık hissi oluşmaz. Yani bunun bir dengesi var (özsaygı= başarı/beklenti formülü). Beklentiyi kısacak bir anlayış öz saygıyı artıracak, ama batı kültürü ve modernite beklentiyi asla kısamaz, varlık nedenine ve tanımına aykırı! Zaten büyük bir toplumda herkesin başarılı olma şansı asla yok ki! Ama sorun, kendi çevrenden, kastından, sınıfından (okul, mahalle) birilerinin yırttığını görüp delirmen! Rousseasu bile demiş ki, insanları zengin etmenin iki yolu var; onlara daha çok para vermek ya da arzularını azaltmak. Çünkü (klişe olacak ama) zenginlik, ne kadar çok maddiyat edinebildiğimizle değil, bununla mutlu olabilmemiz ile ilgili.


Toplumsal hiyerarşi ile iyilik/erdem ilişkisi tarih boyunca moderniteye kadar dalgalı bir seyir izlemiş. İlk görüşler, İsa’yı da örnek göstererek (fakir bir marangoz) statü ile erdem arasında bir ilişki olmadığını, gariban köylü ile aristokratın aynı erdeme sahip olabileceğini yazmış. Sonra, fakirlerin (köylü/çiftçi) toplumsal düzende ne kadar faydalı oldukları, aslında daha erdemli bile sayılabilecekleri, ahirette cennetin kapısından ilk onların gireceği görüşleri baskın çıkarak fakirlere bir avuntu sağlanmış. Aristokrat kesim, fukaraya karşı biraz suçluluk ve merhamet duymuş, sorumluluk ve sahiplik hissetmiş. Hatta yavaş yavaş zenginlerin günahkarlığı, fakirlerden çalmış oldukları Marksist görüşe kadar yavaş yavaş gelişmiş. (Hristiyanlıkta bile zenginin cennete gitmesi devenin iğne deliğinden geçmesi gibidir inancı dinde yer etmiş)

Ama modern çağda fakirlik ve erdem edebiyatının üzerine yeni bir anlatı da gelişmiş; Mandeville ile birlikte dünyayı döndürenin zenginler olduğu, fakirlerin gereksiz ve asalaklığı, hatta zenginlerin hırs ve bencilliğinin aslında ekonomiyi yürüten motor olduğu, şefkat ve merhamet ile bir yere gidilemeyeceği derken Adam Smith’e biraz haksızca da olsa atfedilen “ekonomideki görünmez el” mekanizması kabul görmüş. Bu görünmez el ile düzen legalize edilip zenginlik ve hatta ilerleyen yıllarda kapitalizmi kutsanmış. Giderek din, özellikle yeni yükselen Protestan inanç da da bu görüşü desteklemeye başlamış; Fakir İsa, çulsuz Fransiskenler falan bitti artık. Kalvin’le başlayan, Weber'in çok iyi tanımladığı yeni düzende varlıklı olmak tanrının bir lütfu; insan hem bu dünyada zengin ve başarılı olacak, hem de bunun mükafatını ahirette görecek. İnançlı bir protestan (tabii başta ahlak kuralları içinde, sonrasında ahlağı da boşver) dünyevi servet ve sermaye için de çok çalışmalı, işini büyütmeli. Ama aristokrat gibi har vurup harman savurarak, sanata, eğlenceye harcayarak değil; kapitalist güdüyle. Böylece, din de yola geldi, modernizm ve kapitalizmin dümen suyunda, onları besleyerek destekledi.
Ardından, gelişen özgürlük, bireycilik ve İnsan hakları rüzgarıyla meritokrasi (hak edenin yönettiği) çağı. Görünürde mükemmel bir sistem, çünkü doğumdan gelen doğal aristokrat haklar gidiyor, hak edenin yükseldiği fırsat eşitliği dönemi başlıyor. Ama bu düzende tanımlanan nüansa dikkat, vurgulanan eşitlik fırsat eşitliği, yani gelir ve statü eşitliği değil. Yani, birileri zengin olacak, sömürecek, ezecekse, herkesin bu şansı olsun; bir aristokratın aptal, yeteneksiz oğlu değil sadece; bir garibanın zeki, yetenekli oğlu da sistem içinden sıyrılıp içinden çıktığı topluluğu sömürebilsin! Yani düzülen pek değişmeden, yetenekli ve şanslı bir gruba düzen olma fırsatı, daha doğrusu fırsatın eşitliği. Amerika ile başlayan, özellikle eğitim ve kamuda işe girme reformları; mesela ivy league okullarının SAT sınavı örneği. Artık gün görmemiş kelimelerin eş/zıt anlamlılarını bilenler için statü basamaklarında yükselme şansı doğuyor. Sonuçta ne oldu? Fakirliğin, düşük statünün bir kader, ilahi bir yazgı olduğu görüşü çöpe gitti; eğer başarısızsan bu aptallığından, ezikliğinden kaynaklanıyor. Bak komşun üniversite bitirip bankaya girdi. Artık sana acımamız, merhamet göstermemize gerek yok, yapsaydın!
Burjuvazi sınıfı gelişince, aristokrasideki gibi köylüsünü, çiftçi ve fakirini sahiplenip iaşeleri ile ilgilenme çağı sona erdi. Artık o kapitalist oldu, onun için işçi ve emeğini satan var. İstiyorsa gelip çalışır. İsteseydi, çok çalışsaydı, yırtıp başarılı olma şansı vardı, olamadıysa bana ne? Eşit iş, eşit maaş, eşit fırsat vb. bir sürü kanun boşuna mı çıktı? Sistem öyle bir kurgulandı ki, hayatında vardığın nokta toplumun, sınıfların, ilahi yazgının sonucu (ya da suçu) olmaktan çıkıp tamamen kendi yeteneklerinin, çabanın, seçimlerinin bir fonksiyonu haline geldi. Modernite bize bunu dayattı; ama zaman zaman toplumda biriken gazın, sosyal basıncın patlamaya yol açma riskini önlemek için (özellikle daha az gelişmiş toplumlarda) büyük bir ilahi planın ve tanrının imtihan dünyasının güncellenmiş versiyonları dayatılmaya devam etti… çünkü meritokrasi büyük hacimlerdeki yolsuzluğu, torpili, kayırmacılığı, eşitliği sağlama iddiasında olan sınavlardaki soruların çalınmasını kaldıramıyor. Yanında mutlaka destekleyici bir büyük plan, aklımızın ermeyeceği bir kutsal düzen, ses çıkarmamamız, itaat etmemiz gereken bir ilahi otorite gerekiyor.

Neyse efendim, Alain de Botton’un “Statü Endişesi”ni okurken denk geldiğim, günümüz dünyasında umudun zehrini yansıtan yukarıdaki tespit çok hoşuma gitmişti. Onu paylaşayım derken Zeus’dan girdik, Weber’den çıktık, İsa’dan girdik, Nietzsche’den çıktık falan, yazı tam aşureye döndü… Şimdi dönün işinizin başına, çok çalışın, çabalayın, nasılsa hepimize eşit fırsat verilmiş, yardırın gitsin… eğer gitmiyorsa, Nazım Hikmet’in dediği gibi;

Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sinema Dünyasında Tanrı'yı Arayan Filmler

Şikago Sokaklarında Cazın, Mafyanın ve Pizzanın Peşinde

Şikago'da "Dönen Dolaplar"