Kayıtlar

Tokyo!

Resim
Japonya ve Tokyo'dan bu kadar bahsettikten sonra, günümüz Tokyo’sunda geçen üç kısa hikayenin anlatıldığı bir filmi (aslında üç kısa film) tanıtmak istedim: Tokyo! 2008 yapımı bu filmde her bölüm ayrı bir yönetmence kotarılmış, farklı tarz ve lezzetlere sahip bir yapıt. Filmlerdeki yönetmenlerin hiç biri Japon değil. Tokyo'da ne kadar süre kaldıklarını, Japon toplumunu ne derece izleyebildiklerini bilemiyorum, ama üç filmde de modern Japon toplumuna yönelik ilginç tespitler, sıra dışı gözlemler var.  Tokyo; Paris Je T’aime, NY I Love You veya Vicky, Cristina, Barcelona benzeri, şirin mi şirin bir tanıtım filmi olmaktan uzak; amacı size Tokyo’yu sevdirmek, şehre turist çekmek değil, bu devasa metropoldeki değişik hayatları biraz da sizi rahatsız edercesine yüzünüze vurmak. Film, zaman zaman Japon toplumuna keskin eleştiriler getiriyor ve tarafsız bir gözle izlenmeyi hak ediyor. Hiroko, erkek arkadaşının ekipmanlarını kurtarabilmek için göz yaşartıcı fedakarlıklara katlanıy

Mutluluk, Happiness ve Felicita

Resim
Aynı veya yakın isimdeki şarkı/kitap/filmler üzerine saçmalamalar konulu ilk çalışmamı geçenlerde After Hours/After Dark/After Midnight için yapmıştım (bkz. blogumun eski sayıları). İsimleri dışında hiç bir ortak özelliği bulunmasa da, sınırları iyice zorlayarak benzerlik bulma konusundaki benzersiz çalışmalarım meyvesini vermişti. Bu sefer de saadeti aramaya çıkacağız ve “mutluluk” konusunda sinema, edebiyat ve müzik alanındaki eserlerden ortaya karışık bir tabak hazırlayacağız.   İlk olarak sinema alemine dalıyoruz ve “Happiness” (Mutluluk) filminin perde önüne ve hatta arkasına uzanıyoruz. Açıkçası, Happiness dosyası epeydir kafamı kurcalıyordu ve aklıma geldikçe notlar alıyordum. Peki, yazmak için niye bugünü bekledim sizce? Zamanlama manidar değil mi? Evet, oldukça manidar, çünkü filmin en önemli oyuncularından Philip Seymour Hoffman bu hafta sonu evinde ölü bulundu! Hollywood’un en sıra dışı ve yetenekli oyuncularından olan Hoffman, “Happiness”i bulamadığı için mi genç yaşında ha

Lüks Değil, Lüksemburg

Resim
Bir önceki gezi yazımızda “lüksün anavatanı” olarak Zürih’i tanıtmıştık. Tükürdüğümüzü yalayacak, yazdığımızı yadsıyacak değiliz; ama isminde bizzat “lüks” geçen bir durağımız daha var: Lüksemburg. Aslına bakarsanız, ülkenin isminin “lüks” ile başlamasının bildiğimiz anlamda lükslük ile ilgisi yok; zaten kelimenin orijinali de “Lucilinburhuc” olarak yola çıkıp Luxembourg’a kadar evrilmiş; ama Lüksemburg’un lüks ile özdeşleştirilmesi, tesadüf de olsa, gayet isabetli bir yaklaşım... Lucilinburhuc kelimesine ilk kez 963 yılında, Kont Siegfried’in küçük bir kaleyi devraldığı bir takas belgesinde rastlanmış. Zamanın tapu kadastro müdürlüğü, bugünkü kale ve istihkam yapılarının bulunduğu bölgeyi Kont’a devretmiş. Zamanla kale çevresinde gelişen yerleşim ile şehrin temelleri atılmış. Şehrin ne kadar stratejik bir yerde kurulduğunu ve askeri önemini ancak kale kalıntılarını gördüğünüzde anlıyorsunuz. Ne de olsa Lüksemburg kelimesi zengin bir muhallebi çocuğu imajı yaratıyor. Ama ülkenin tarihi

Ankara Kitap Fuarının Ardından

Resim
Sekizinci Ankara Kitap Fuarı (kime ve neye göre sekiz olduğunu bilmiyorum) geçen hafta ATO Congresium Fuarcılık Merkezinde düzenlendi. Daha önce de bahsetmişimdir, Ankara'mızın kitap fuarları konusunda makus bir talihi var. Nedense Ankara'da kitap fuarları, hadi İstanbul'u geçtim, İzmir, Bursa, Adana kadar ilgi çekmiyor. Kitap fuarı, Ankara'da sadece indirimli kitap alınabilecek bir panayır gibi algılanıyor sanki; imza günleri, paneller, söyleşiler gibi faaliyetler kısır kalıyor. Yine de bu yılki fuar geçen seferlere göre daha umut vericiydi. Geçtiğimiz yıllarda AKM'de düzenlenen kitap fuarları daha bir panayır havasındaydı. Öyle ki, iki yıl önce AKM'de katıldığım fuardaki imza günümde, standa gelenlerin çoğu benim bir kitap yazarı olduğumu algılayamıyorlardı. Tanınmadığım için arıza çıkaracak, assolist sendromuna bağlayacak değilim ama, önümde eşşek gibi ismim yazarken, kitaplarım kule gibi dizilmişken tezgahtar muamelesi görmek ağrıma gitmişti doğrusu...  Neys

Zürih'le Aramızdaki "Saat" Farkı

Resim
Kuş Donduran Ayazda Zürih Turu Gitmeden önce beni uyardılardı. Boru değil Zürih, Avrupa’nın en pahalı şehri, finans ve “özel” bankacılık merkezi, lüksün anavatanı... Bir saat almak istesen 450,000 dolar;  yolda omzuna çarptığın adamın gayrı safi milli hasılası sülaleni katlar. Tamam anladık da, ne kadar lüks, ne kadar pahalı olabilir ki? Diye düşünerek uçaktan iniyorum, şehre giden trene atlıyorum. İlk durak Zürih Garı; şimdilik her şey normal, bildiğimiz demirden çelikten trenler, altından falan yapılmamışlar. Garda iniyorum, Noel zamanı olduğu için devasa bir çam ağacını süslemişler. “Olabilir tabii” diye düşünerek ağacın yanına gidiyorum, ve ÇÜŞ! Çam ağacı Swarovski’den mamül! Dakka bir gol bir, zenginliğin, ihtişamın, lüksün göbeğine hoş geldiniz! Kozalağın kadar konuşacaksın... Zürih Garı Tarihi gar binasından Bahnhof meydanına çıkıyorum, önümde Avrupa’nın en görkemli alışveriş caddelerinden biri uzanıyor: Bahnhofstrasse! Zürih’in omurgası sayılabilecek bu sevimli cadde tramvaylar