Kayıtlar

Boynuzlu desem, Büssing desem?

Resim
Bir süredir kamuoyunda “elektrikli otomobil” tartışılıp duruyor, depoyu nasıl dolduracağı geyik konusu oluyor ya; bundan 30 yıl öncesine kadar elektrikli otobüslere (troleybüs) bindiğimizi kaç kişi hatırlıyor acaba? Fişini takınca Atatürk Bulvarında yolda kayar gibi, sessizce ilerleyen troleybüsleri özlediğimi itiraf etsem, torununa eski bayramları anlatan dede durumuna düşer miyim?  1980’lerin başlarında, ortaokula yeni başlamış bir velet olarak EGO vasıtasıyla Etlik yolundaki Atatürk Anadolu Lisesine giderken troleybüse binerdik ara sıra. Kızılay'dan 5 ve 63 numaralı Etlik-Yücetepe ve Etlik-Anıttepe otobüsleri tam okulun önünde dururdu; ama 10 numaralı Farabi-Yıldırım Beyazıt hattı Ankara'da kalan son troleybüs hattıydı ve “boynuzlu”larla seyahat etme keyfini yaşamak için Yıldırım Beyazıt Meydanından okula yürümeyi göze alırdık. Veya ders çıkışı okulun önünden otobüse binmez, Y. Beyazıt meydanına kadar yürüyüp troleybüs beklerdik. Halk arasında “boynuzlu”

Dünya Sineması Sömürüye Karşı

Resim
Su, ilaç, gıda gibi maddeler ticari birer meta mıdır, yoksa temel insan hakları arasında mı yer alır? Bu maddelerin üretimi, ticareti serbest piyasanın görünmez elinin maharetine bırakılabilecek bir konu mudur? Uygarlığımızın zenginliği, fakir halkların, ucuz hayatların sırtında mı yükselmelidir? Sorular oldukça provokatif, ama gelin cevabı sinema dünyasında arayalım... Geçenlerde sömürü üzerine çok güzel iki film seyrettim. İlki bir İspanyol filmi; También La Lluvia. Türkçeye sanırım “Yağmuru Bile” şeklinde çevriliyor. Bizim neslin aklına ilk önce “Hiç kimsenin, yağmurun bile böyle küçük elleri olmadığı” geliyor, ama soru muğlak! “Yağmuru bile...” ne yapıyorlar diye soracaksınız; özelleştiriyorlar! Film içinde çekilen film tekniğiyle ilginç bir kurgu yaratmışlar; iki çarpıcı öykü iç içe seyredilebiliyor. İlk öykü, Bolivya’da bir film çekmek için Cochabamba’ya gelen ekibin öyküsü. Ekip, Kristof Kolomb’un yeni dünyayı keşfini, daha doğrusu istila edip sömürmesinin h

Dünyayı Kurtaran Bira

Resim
Geçtiğimiz günlerde bir uçak yolculuğunda biranın insanlık tarihini nasıl etkilediğine dair çok eğlenceli bir belgesel seyrettim. Sanırım Discovery Channel tarafından hazırlanan ve muhtemelen Kanal 7 ekranlarında seyredemeyeceğimiz belgeselin adı “How Beer Saved The World” idi... Bir saatlik bu belgeselde, biranın uygarlığımıza olan ve çoğumuzun bilmediği inanılmaz katkılar anlatılıyordu. Doğruya doğru, belgesel mizahi ve biraz exejare (Ajda Pekkan’a saygılarımla) bir tarzda hazırlanmıştı. Biranın insanlığın gidişatına bu derece radikal etki ettiğini kabul edecek değiliz, ama dünya tarihinin aklımızın ucundan geçmeyecek kavşak noktaları bira köpüğünde ıslanmış gerçekten... Bu arada, olayları anlatanlar Sakarya Caddesinde demlenenler değil, University of California, Johns Hopkins, Pennsylvania University gibi saygın kurumların anlı şanlı porofesörleri... Efendim, uygarlığın ilk büyük kavşağı olan tarım (yerleşik) toplumuna geçişimiz bira sayesinde olmuş. Avcı-toplayı

Justin Bieber vs. Pul Biber

Resim
Son zamanlarda yemeklerimizde acı kullanımıyla ilgili bir maruzatım var. Bu derece yoğun acı/pul biber kullanımı hangi vakit Türk mutfağının ayrılmaz bir parçası oldu? Sadece güneydoğu mutfağından, çiğ köfte ve acılı kebaplardan bahsetmiyorum; artık yediğimiz her yemekte insanlık dışı bir acı kullanımı standart kabul ediliyor. Acı sevmiyorsanız hayretle karşılanıyor ve dışlanıyorsunuz. Yanlış anlaşılmasın, acıya kökten karşı değilim. Yemeğine/mutfağına uygun olarak acı kullanımını dozunda severim. Ama dozu aşarsam, yediğimin ertesi günü gümrük çıkış işlemlerinde “acı” duyarım. Bu yüzden, olur olmaz her yemekte, kontrolümüz dışında acı kullanımına ifrit olurum. Urfa Çarşısı'nda renk renk, çeşit çeşit, acı acı isotlar... Hadi çiğ köftenin içine pul biber boca edilmesini anladım; çiğ eti acısıyla pişirmek ve ette bulunabilecek mahlukatı öldürmek gibi bir amacı da var. Ama her yemeği pul bibere boğduğunuzda sadece biberin tadını alıyorsunuz. Biberin altında yatan et

Japon Yapmış Medya Macerası 10

Resim
Japon Yapmış/Ne Yapmış kardeşler medya ve blogger alemlerinde yer almaya devam ediyorlar. Tabii Kardashian kardeşler kadar meşhur oldukları söylenemez, ama zaten öyle bir niyetleri yok! “Ben gündeme skandallarım ile değil, san’atımla gelmek istiyorum” diye konuşan billboard düşkünü şarkıcılar gibi konuşmak istemem, ama gerçek budur! Japon Yapmış/Ne Yapmış, bayramdan önce Radyo ODTÜ stüdyolarında canlı yayındaydı... Radyo ODTÜ’nün uzun yıllardır devam eden, sabah kuşağının keyifli programlarından ofis kaçkını, bir sabah ofisten kaçmayı ve programa katılmayı teklif edince Japon Yapmış biraderler çok sevindi ve gurur duydu. Eee, ne de olsa kitapların yazarının mezun olduğu üniversite ODTÜ. Lisans ve yüksek lisans süresince hayatımın sekiz yılı ODTÜ öğrenci kimliği taşımışım cüzdanımda... Mezuniyetten sonra da ayağım hiç kesilmemiştir üniversitemden; hafta sonlarım genelde ODTÜ’de geçer zaten... Radyo ODTÜ de ben master yaptığım yıllarda kuruldu ve tabiri caizse, elimi

San Francisco Yokuşları

Resim
İSTANBUL + TRUVA = SAN FRANSİSCO? Geçen yaz San Francisco’ya gitmeden birkaç ay önce, ve henüz gideceğimi bilmiyorken, Italo Calvino üstadın “Görünmez Kentler” kitabını okuyordum. Görünmez Kentler, Marko Polo’nun kurgusal bir üslupla Tatar İmparatoru Kubilay Han’a sunduğu gezi notlarından oluşuyor. Bu notlarda Marko Polo, İmparatora “gezmiş” olduğu ütopik kentleri, imkansız kentleri anlatıyor; ancak kitabın sonlarına doğru gerçek kentler de misafir sanatçı olarak hikayeye katılıyor ve şöyle bir bölüm okuyorsunuz: “...Ama Troya’dan söz ederken ona İstanbul’un biçimini vermek geliyor içinden; kurnazlıkta Odysseus’tan hiç de geri kalmayan Mehmet gece vakti gemilerini Pera ve Galata’dan dolaştırıp akıntıda yüzdürerek Boğaz’dan Haliç’e indirinceye kadar, kenti aylar boyu sürecek bir kuşatmayla nasıl sıkıştıracaktı, bunu düşünmek geliyor içinden. Ve bu iki kentin karışımından bir üçüncüsü, Golden Gate ve körfez üzerine upuzun ince köprüler uzatan, hepsi yokuş bütün yol