Kayıtlar

Kara Bahtlı Tatilciler

Resim
80’li yıllarda TRT’de oynayan, Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerinden uyarlanmış bir yerli dizi vardı; ismini hatırlayamadım, ama Parmak Damgası olabilir. Küçük bir balıkçı kasabasında hayatın zorluklarını ve bir aşk hikayesini anlatan dizide siyahlara bürünmüş, kayışı koparmış bir kadıncağız vardı. Aliye Rona’nın canlandırdığı bu karakterin oğlu ya da kocası denize açılmış ve geri dönmemişti sanırım… Kadın da her daim sarp kayalıklara tırmanır, denize açılan her teknenin arkasından “DENİZCİLEEEER, KARA BAHTLI DENİZCİLEEEER” diye çemkirirdi. Yahu, zaten küçücük çocuğum, kadının bu bağırışı bende öyle bir travma yaratırdı ki gece kabuslardan kabus beğenirdim. Dizinin üzerinden 40 yıl geçti, hala kulağımda çınlıyor Allah inandırsın. İlahi TRT, dönemin kült korku filmlerinden Exorcist veya Poltergeist yayınlasan çocuklarda böyle tahribat yaratmazdı. Aliye Rona’nın etkileyici oyunculuğuna da şapka çıkaralım tabii… Dizideki karakterin esinlenildiği kahraman, Halikarnas Balıkçısı’nın “A

Kahire’nin Oturan İnsanları

Resim
Baba yazar William Faulkner, "As I Lay Dying" romanında, yeryüzüyle yaptığımız açı ile dünyadaki misyonumuz arasındaki ilişkiyi şöyle açıklar: "Tanrı yolları yolculuk için yaptı, işte ondan dolayı yolları yeryüzüne yatay yerleştirdi. Bir şeyin durmadan kımıldamasını isterse uzunlamasına yapar o şeyi, yol, at ya da araba gibi. Ama bir şeyin konduğu gibi durmasını dilerse onu da dikey yapar, ağaç ya da İNSAN gibi. Eğer bir insanın durmadan kımıldayıp bir yerden bir yere gitmesini isteseydi Tanrı, uzunlamasına, karın üstü koymaz mıydı onu, bir yılan gibi?" Keşke kitabı Kahire'ye gitmeden önce okuyup bu bilgeliği edinmiş olsaydım. Kahire'deki sınırlı boş vaktimde kendimi sokaklara vurup deliler gibi yürüdüm, yürüdüm… Karşıma çıkan, veya karşılarına çıktığım insanlar bana acıyarak, meczupmuşum gibi bakıyorlardı. Yüzlerindeki ifade "Ey yolcu, senin yürüyerek aradığın, adımlarınla varmaya çalıştığın o huzuru biz bulduk, o yüzden oturuyoruz" der gibi

Sıradaki Şarkı: The Fool on the Hill

Resim
Ortaokula başlarken uğradığımız ağır travma koca bir neslin müzikle olan sorunlu ilişkisinin temelini oluşturmuştur. Daha ilk günden “köşedeki kırtasiyeden bir blok flüt alacaksınız, haftaya eli boş gelmeyin” demişti müzik öğretmenimiz. Kırtasiye mamulü bir enstrümanla sanat dünyasına adım atacak olmak başlı başına bir trajediydi; ama mecbur gittik, aldık. Daha ilk günden blok flütümüzün markası ile okuldaki sınıfsal ayrışma doruğa çıkmıştı; çoğunluğumuz Masis mi, Nasis mi öyle bir markaya yönelirken burjuva sınıfı, veya çocuğunda gördüğü yetenek pırıltısının üzerine gitmek isteyen orta-üst tabaka Yamaha ürünlerini tercih etmişti.  Flüt henüz bir müzik aleti olmaktan uzaktı; o yaşta oğlan çocuğunun eline böyle bir alet verirsen ya kılıç gibi kullanıp malkoçoğluculuk oynayacak, ya da arkadaşının… neyse, burada keselim. Tabii bir süre sonra flütten ses çıkarmamız gerekti, ama aleti üfledikçe içini tükürük doldurmaktan öteye gidemiyorduk. Tabii hocamız küplere biniyordu, biz de ko

Yurtdışı Tuvalet Sorunsalı

Resim
Yurt dışında (afedersiniz) çişiniz geldiğinde büyük bir stres biner üstünüze; umumi tuvaletler neye benzer, temiz midir, paralı mıdır, ala turka/franga/japonez ne formattadır? Kadın/erkek kabinini ayırt edebilir miyim, içeri girsem çıkabilir miyim, tekno tuvaletlere denk gelirsem başarılı bir sınav verebilir miyim? Bu kadar dert ve tasa üst üste binince bazen çişiniz geri kaçar!   Çoğu uçakta böyle komplike kokpit yoktur... Altı üstü taharetlenicen be kardeşim!  Japonya'da en azından tuvaletin temiz ve parasız olacağını bilmenin rahatlığını yaşarsınız; en kıyıda köşede kalmış bir parkta bile tertemiz bir tuvalete girip küçüğünüzü ü cretsiz bırakabilirsiniz. Japonya'da geçirdiğim süre boyunca bir kez paralı tuvalete denk geldim, o da mecburi değil, gönüllülük esasıyla bahşiş alıyordu. Japonya'da mütevazi bir park tuvaleti, içerisi her daim tertemiz, ücretsiz... Japonya'da asıl sorun, geleneksel/eski tarz Japon kenefine denk geldiğinizde nasıl kullanacağınızı, hangi

Kaptan Logar

Resim
Fransızcadan Türkçeye geçen mimarlık/şehircilik terimleri ile ilgili her daim “sağır duymaz uydurur” durumundayız. Örneğin, “zemin altı” diye güzelce çevrilebilecek “sous bassement” terimi bizde su basmanı olup çıkmıştır. Genelde bitmek bilmeyen inşaatlarda temel atılıp öylece bırakıldığı için ilk yağmurda çukuru su basar falan, bunu gören milletimiz de zemine kadar yapılan inşaat faaliyetlerine su basman diyerek çözümü bulmuştur; hatta amele milletine sorsak Fransızcaya bizden geçtiğini iddia edebilirler. Bir de yine Fransızlardan aldığımız “regard” yani rögar var ki, o da zamanla logar olup çıkmıştır. Koskoca metal kapağı nasıl oldu da Cem Yılmaz’ın filmindeki uzay gemisi kaptanı ile özdeşleştirdik bilmiyorum; ama kelimenin kullanımındaki özensizlik rögar kapaklarının tasarım ve imalatına da yansımış. Bizi kıskanan gavur memleketlere gittiğinizde, sokaklardaki rögar kapaklarının şehrin tarihini, kimliğini, sembollerini yansıtan bir özenle tasarlandığını görebilirsiniz. Ben de

Bisiklet Yarışı Seyrederken Ne Seyrederiz

Resim
“Aşk hakkında konuşurken ne hakkında konuştuğumuzu bildiğimizi sanmamızdan utanç duymamız gerekir” gibi bir deyiş yumurtlamıştı Raymond Carver, “Aşk Hakkında Konuşurken Ne Hakkında Konuşuruz” başlıklı kitabının bir öyküsünde. Benim de hayranı olduğum bu vurucu ifade edebiyat camiasında o kadar popüler oldu ki, Haruki Murakami de koşu üzerine yazdığı otobiyografisinde “Koşu Hakkında Konuşurken Ne Konuşuruz” başlığını atmıştı… Bu yazımdaki resimler (ne yazık ki) bana ait değildir, profesyonel sitelerden (ç)alıntıdır, zaten bu resimleri çeken biri olsam ne işim var buralarda? Daha yazıya başlarken konuyu dağıttım, ama öykü edebiyatının yüce ismi Carver’in bu kalıbı yol bisikleti yarışlarının seyrine pek güzel oturuyor; televizyonda bisiklet yarışlarını seyrederken aslında ne seyrederiz? Benim bile kendime sık sorduğum bir soru; çünkü hangi aklı başında insan evladı televizyon karşısında beş buçuk saat süreyle fır fır dönen bisiklet tekerlerine hipnotize olmuş bir şekilde bakarak dünyadan