Kayıtlar

Yüksek Teknolojiyle Koşuyoruz

Resim
Aşağıdaki resmi Washington DC’de, Lincoln anıtının önünde çekmiştim; askeri töreni iplemeden sabah koşusuna devam eden elemanın rahatlığını kıskanmıştım. Ama şimdi bahsedeceğim konu biraz daha farklı; hafta sonu Eymir’de düşük teknolojili bisikletime binerken karşıdan gelen hi-tech bir jogger gözlerimi kamaştırdı. Vücudunun çeşitli yerlerinden sarkan kablolar ve bağlı oldukları aparatlar ile koşu aktivitesini bir check-up boyutuna yükseltmişti sanki. Mobil teknoloji sağ olsun, n abız ölçerler, kalorimetreler, adım sayarlar, mesafe hesaplayıcıları, GPS bağlantıları, kalp atışı dedektörleri falan derken robo cop gibi koşan abilerimiz ablalarımız dosta güven, düşmana korku salıyor. Hele biri vardı ki laproskopi ile apandisitini alırlarken masadan kaçmış diye düşünmeden edemedim.  Tabii elektronik gear dışında bu işin giyim kuşamı da aldı yürüdü; su geçirmeyen kumaş, teri dışarı atan forma, buharın yarısını tutup yarısını enerjiye geri çeviren tişört, teri kurutan dokuma, osuruğun kokusunu

Fasulyeden Hatıralar

Resim
Geçtiğimiz aylarda bir maruzatımdan ötürü Hacettepe Hastanesine gittim ve hasta kaydı açmakla görevli eleman bana “hastanemizde kaydınız var mı” diye sordu. Gözümün önünden hızlıca çocukluğum geçti; Kurtuluş’ta oturduğumuz zamanlarda Seyranbağları-Ulus seferini yapan 1970 model Ford minibüslerle Hacettepe’ye bir-iki kez gitmişliğim vardı, ama üzerinden 40 yıl geçtiği için bankodaki genç kıza “kaydım muhtemelen yoktur, olsa da senin tevellüdün yetmez” dedim. Kız vatandaşlık numaramdan kontrol etti ve “kaydınız varmış, Samur Sokak Uğur Apartmanda mı oturuyorsunuz” deyince olduğum yerde zıpladım! Yahu, koskoca Emniyet Genel Müdürlüğü bile her gittiğimde yedi sülalemi tekrar tekrar soruyor, Hacettepe beni 40 yıl önceden nasıl hatırlıyor? Tabii bankodaki kız da intikamını aldı ve “buraya bir kez adım attıysanız asla unutmayız” diyerek topu doksana taktı. Bu sefer beni bir korku aldı; hastane (ve tabii ki devlet) benim ne zaman geldiğimi, o zaman hangi adreste oturduğumu biliyorsa, neden gel

Müzik Videoları ve Sinema Akımları

Resim
Öyle video klipler vardır ki izlediğinizde size belli bir sinema akımının özünü 3-4 dakikalık bir paket halinde sunarlar. Videonun şarkının sözleri ve teması ile ilgili olması şart değildir, ama bu klipler belli sinema dönemlerine, yönetmenlerine hatta filmlerine bir saygı duruşu niteliğindedirler. Sonuçta video klip dediğimiz de bir çeşit kısa filmdir aslında; zaman zaman müziğin önüne geçtikleri, sulandırdıkları, zarar verdikleri eleştirisiyle karşılansalar da bazı örnekleri gerçek birer sanat şaheseri olarak tarihe geçmiştir. Bence müthiş bir basçı olan Flea'nin elektrik tellerinde bas çaldığı sahne akıllara ziyandır! Ben de aklıma gelmişken bu tür video kliplerden 3 tanesini ibret olsun diye paylaşmak istedim. Tabii bahsettiğim tanıma uyan yüzlerce klip vardır, ama ben seçerken şöyle bir kriter uygulayayım dedim; şarkı mükemmel olacak, klip mükemmel olacak ve bir sinema akımını teknik ve artistik açıdan mükemmelen yansıtacak. Tabii, belli  bir filmin soundtrack’inde yer alan, o

Kara Bahtlı Tatilciler

Resim
80’li yıllarda TRT’de oynayan, Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerinden uyarlanmış bir yerli dizi vardı; ismini hatırlayamadım, ama Parmak Damgası olabilir. Küçük bir balıkçı kasabasında hayatın zorluklarını ve bir aşk hikayesini anlatan dizide siyahlara bürünmüş, kayışı koparmış bir kadıncağız vardı. Aliye Rona’nın canlandırdığı bu karakterin oğlu ya da kocası denize açılmış ve geri dönmemişti sanırım… Kadın da her daim sarp kayalıklara tırmanır, denize açılan her teknenin arkasından “DENİZCİLEEEER, KARA BAHTLI DENİZCİLEEEER” diye çemkirirdi. Yahu, zaten küçücük çocuğum, kadının bu bağırışı bende öyle bir travma yaratırdı ki gece kabuslardan kabus beğenirdim. Dizinin üzerinden 40 yıl geçti, hala kulağımda çınlıyor Allah inandırsın. İlahi TRT, dönemin kült korku filmlerinden Exorcist veya Poltergeist yayınlasan çocuklarda böyle tahribat yaratmazdı. Aliye Rona’nın etkileyici oyunculuğuna da şapka çıkaralım tabii… Dizideki karakterin esinlenildiği kahraman, Halikarnas Balıkçısı’nın “A

Kahire’nin Oturan İnsanları

Resim
Baba yazar William Faulkner, "As I Lay Dying" romanında, yeryüzüyle yaptığımız açı ile dünyadaki misyonumuz arasındaki ilişkiyi şöyle açıklar: "Tanrı yolları yolculuk için yaptı, işte ondan dolayı yolları yeryüzüne yatay yerleştirdi. Bir şeyin durmadan kımıldamasını isterse uzunlamasına yapar o şeyi, yol, at ya da araba gibi. Ama bir şeyin konduğu gibi durmasını dilerse onu da dikey yapar, ağaç ya da İNSAN gibi. Eğer bir insanın durmadan kımıldayıp bir yerden bir yere gitmesini isteseydi Tanrı, uzunlamasına, karın üstü koymaz mıydı onu, bir yılan gibi?" Keşke kitabı Kahire'ye gitmeden önce okuyup bu bilgeliği edinmiş olsaydım. Kahire'deki sınırlı boş vaktimde kendimi sokaklara vurup deliler gibi yürüdüm, yürüdüm… Karşıma çıkan, veya karşılarına çıktığım insanlar bana acıyarak, meczupmuşum gibi bakıyorlardı. Yüzlerindeki ifade "Ey yolcu, senin yürüyerek aradığın, adımlarınla varmaya çalıştığın o huzuru biz bulduk, o yüzden oturuyoruz" der gibi

Sıradaki Şarkı: The Fool on the Hill

Resim
Ortaokula başlarken uğradığımız ağır travma koca bir neslin müzikle olan sorunlu ilişkisinin temelini oluşturmuştur. Daha ilk günden “köşedeki kırtasiyeden bir blok flüt alacaksınız, haftaya eli boş gelmeyin” demişti müzik öğretmenimiz. Kırtasiye mamulü bir enstrümanla sanat dünyasına adım atacak olmak başlı başına bir trajediydi; ama mecbur gittik, aldık. Daha ilk günden blok flütümüzün markası ile okuldaki sınıfsal ayrışma doruğa çıkmıştı; çoğunluğumuz Masis mi, Nasis mi öyle bir markaya yönelirken burjuva sınıfı, veya çocuğunda gördüğü yetenek pırıltısının üzerine gitmek isteyen orta-üst tabaka Yamaha ürünlerini tercih etmişti.  Flüt henüz bir müzik aleti olmaktan uzaktı; o yaşta oğlan çocuğunun eline böyle bir alet verirsen ya kılıç gibi kullanıp malkoçoğluculuk oynayacak, ya da arkadaşının… neyse, burada keselim. Tabii bir süre sonra flütten ses çıkarmamız gerekti, ama aleti üfledikçe içini tükürük doldurmaktan öteye gidemiyorduk. Tabii hocamız küplere biniyordu, biz de ko

Yurtdışı Tuvalet Sorunsalı

Resim
Yurt dışında (afedersiniz) çişiniz geldiğinde büyük bir stres biner üstünüze; umumi tuvaletler neye benzer, temiz midir, paralı mıdır, ala turka/franga/japonez ne formattadır? Kadın/erkek kabinini ayırt edebilir miyim, içeri girsem çıkabilir miyim, tekno tuvaletlere denk gelirsem başarılı bir sınav verebilir miyim? Bu kadar dert ve tasa üst üste binince bazen çişiniz geri kaçar!   Çoğu uçakta böyle komplike kokpit yoktur... Altı üstü taharetlenicen be kardeşim!  Japonya'da en azından tuvaletin temiz ve parasız olacağını bilmenin rahatlığını yaşarsınız; en kıyıda köşede kalmış bir parkta bile tertemiz bir tuvalete girip küçüğünüzü ü cretsiz bırakabilirsiniz. Japonya'da geçirdiğim süre boyunca bir kez paralı tuvalete denk geldim, o da mecburi değil, gönüllülük esasıyla bahşiş alıyordu. Japonya'da mütevazi bir park tuvaleti, içerisi her daim tertemiz, ücretsiz... Japonya'da asıl sorun, geleneksel/eski tarz Japon kenefine denk geldiğinizde nasıl kullanacağınızı, hangi