Kayıtlar

Dam Ustünde Kemancı Vur Beline Şamdanı

Resim
Kudüs'te bir gazeteci, ağlama duvarının önünden her geçişinde yaşlı bir Musevi'nin orada dua ettiğini fark etmiş. Birkaç hafta sonra dayanamayıp adama şu soruyu sormuş: - Sizi her gün ağlama duvarının önünde dua ederken görüyorum. Kaç senedir bunu sürdürüyorsunuz? - İsrail'e göçtüğümden beri 40 yıldır. - Peki ne için dua ediyorsunuz? - İnsanlığın barışı, kardeşlik, dünyada acıların ve savaşların sona ermesi… - O zaman nasıl bir duygu içindesiniz? Ne hissediyorsunuz?   Musevi adam, bezgin bir sesle cevap vermiş: "içimde, sanki duvara konuşuyormuşum gibi bir his var."   Gerek Kudüsle, gerekse de ağlama duvarı önünde uzun sakalları, lüleleri, siyah şapkaları ile dua eden dindar Yahudilerle ilgili en bilindik fıkradır. Yahudi toplumu içine kapalı, kendine özgü ve (deyim yerindeyse) Allah’ın seçilmiş, ayrıcalıklı kulları olduğu için bizlerde hep merak uyandırsa da büyük bir sır perdesinin arkasında saklıdırlar. Şabatları, koşer mutfakları, hamursuz bayramları falan az

Organize Oyun Havaları Bölgesi

Resim
   TANK: So what do you need? Besides a miracle…  NEO: Ankara Havası. Lots of Ankara Havası. Matrix filminde en sevdiğim repliğin Ankara Yıldırım Oto Sanayi Sitesi’nde hayat bulduğunu görmek gözlerimi yaşartmıştı (gülmekten). Bundan 3 yıl önce arabanın lastiklerini değiştirtirken köşedeki dükkanın el (ve sektör) değiştirdiğini şaşkınlıkla fark edip, bir sanayi sitesinin en büyük eksikliğinin giderilmesine yönelik bu girişimi alkışlamıştım. Vaçovski (kız)kardeşler Matrix filmini yaparken Angara Havası’nın sanayide çalışan kalfalar için kutsallığının farkına varsalardı başrolü Keanu Reeves yerine Elvan Dalton’a verirlerdi. O kadar! Koskoca bir mileti matirix içinde hapsedip enerjilerini sömürmek için Ankara Havasından daha etkili bir silahınız olabilir mi? Vereceksin yüksek volümlü elektro bağlamayı, Angaralı ölene kadar matrix’in kölesi olur! Hadi o zaman, hepinizi Neo Gazinosu’na bekliyoruz, Keanu tarzı bullet dodging dansıyla pistlerin tozunu atıyoruz:  Çağırın gelsin ceyarı Soysun gi

Klasik Müziği Nasıl/Neden Sevdik?

Resim
Geçenlerde sosyal medyada Danny Kaye ile Kahire'de karşılaşmam ve beni çocukluğumuzun TRT yıllarında, Hikmet Şimşek'in hazırlayıp sunduğu Pazar Konserleri'ne götürüşünü çiziktirmiştim ve birçok arkadaşımla benzer duyguları paylaştığımı görmek beni pek bahtiyar etmişti. Danny Kaye ve New York Filarmoni Orkestralı Pazar Konserleri'nin bize klasik müziği sevdirmesinden bahsedince, Tom ve Jerry'yi anmamak olmaz dedim ve yazımı biraz daha genişleterek onlara da derin saygılarımı sunmak istedim...  Ç ocukluğumuzda klasik müziğe az da olsa ilgi duymamızı sağlayan en önemli iki programdan biri, TRT’de yayınlanan Pazar Konserleri’nde sıkça gösterilen Danny Kaye yönetimindeki New York Filarmoni orkestrası performanslarıydı. Korsakov’un Flight of the Bumble Bee (Bal Arısı’nın Uçuşu) eserini, elinde bir sineklik ile yönetişi gözlerimin önünden, kulaklarımın ardından gitmez. Bu konserler, çocukları da çok seven Danny Kaye’in UNICEF yararına bağış toplamak için düzenlediği organi

Umut Fakirin Ekmeği

Resim
“Amerika’da, bir zenginin zevk-u sefa içinde yaşadığına bakıp da kıskançlık ve beklenti duymayacak kadar fakir kimseye rastlamadım” – Fransız düşünür Alexis de Tocqueville, “Amerikalılar refah içinde yaşarken neden bu kadar huzursuz” isimli çalışması, 19. Yüzyıl…  Yunan mitolojisinin en renkli hikayelerinden biri Pandora’nın kutusudur. Kökü taaa bizi bizden çok seven tanrı Prometheus’un, insanlığa gıcık Zeus’tan ateşi (bilgiyi, teknolojiyi, ve hatta cennetteki yasak elmayı) çalıp insanoğluna hediye etmesine kadar uzanır. Ardından dişi insanın yaratılışı, dünyaya gönderilişi (havva hikayesi) derken yanında getirdiği çeyiz sandığına varır iş. Tabii bu çok çekici ve “aç beni” diye yalvaran çeyiz sandığına, Zeus’un var olan bütün kötülükleri doldurduğunu bilmeyiz; zampara tanrımız, insanlığa kafayı takmış, ille de mutsuz edecek. Kutuya bütün kötülükleri doldurmuş ve Prometheus’un kardeşi kutuyu açınca da, var olan tüm kötülükler saçılarak dünyayı doldurmuş. Kutunun içinde tek bir kötülük k

Kitap Paylaşım Salgını

Resim
Facebook aleminde zaman zaman alevlenen davet/paylaşım salgınları arasında gayet faydalı olanlar da var; örneğin bugünlerde kitap paylaşım ve tavsiyeleri sayesinde bir kenara not aldığımız, bugüne kadar haberdar olmadığımız faydalı eserler oldu. Aslında bu gibi akımların yaşam döngüsü bayağı trajikomik oluyor; insanlar önce bir birlerinin şusunu busunu paylaşmak üzere yakın çevresini gaza getiriyor; çocukluk fotoğraflarından sevdiğin yemeklere kadar. Ardından, facebook’ta benzer bir vaveyla daha kopuyor; efendim, ABD gavırnmıntı ve Si-Ay-Ey, Türk toplumunun kişisel bilgilerine ulaşmak için büyük bir oyun çevirmektedir. Önce burnumuzdan sümük akan sararmış çocukluk fotoğraflarımızı topladılar; şimdi de hangi kitapları sevdiğimizi öğrenerek dejenerasyon politikalarıyla bir kültürel kontr-devrim planlıyorlar. Ve bunun üzerine, 15 dakikada bir konumunu paylaşan sosyal medya kitlesi, avukatlarına danışarak feysbuka haykırır; Ey Zuckerberg, eğer benim önerdiğim kitap listesini iznim olmadan

Yüksek Teknolojiyle Koşuyoruz

Resim
Aşağıdaki resmi Washington DC’de, Lincoln anıtının önünde çekmiştim; askeri töreni iplemeden sabah koşusuna devam eden elemanın rahatlığını kıskanmıştım. Ama şimdi bahsedeceğim konu biraz daha farklı; hafta sonu Eymir’de düşük teknolojili bisikletime binerken karşıdan gelen hi-tech bir jogger gözlerimi kamaştırdı. Vücudunun çeşitli yerlerinden sarkan kablolar ve bağlı oldukları aparatlar ile koşu aktivitesini bir check-up boyutuna yükseltmişti sanki. Mobil teknoloji sağ olsun, n abız ölçerler, kalorimetreler, adım sayarlar, mesafe hesaplayıcıları, GPS bağlantıları, kalp atışı dedektörleri falan derken robo cop gibi koşan abilerimiz ablalarımız dosta güven, düşmana korku salıyor. Hele biri vardı ki laproskopi ile apandisitini alırlarken masadan kaçmış diye düşünmeden edemedim.  Tabii elektronik gear dışında bu işin giyim kuşamı da aldı yürüdü; su geçirmeyen kumaş, teri dışarı atan forma, buharın yarısını tutup yarısını enerjiye geri çeviren tişört, teri kurutan dokuma, osuruğun kokusunu

Fasulyeden Hatıralar

Resim
Geçtiğimiz aylarda bir maruzatımdan ötürü Hacettepe Hastanesine gittim ve hasta kaydı açmakla görevli eleman bana “hastanemizde kaydınız var mı” diye sordu. Gözümün önünden hızlıca çocukluğum geçti; Kurtuluş’ta oturduğumuz zamanlarda Seyranbağları-Ulus seferini yapan 1970 model Ford minibüslerle Hacettepe’ye bir-iki kez gitmişliğim vardı, ama üzerinden 40 yıl geçtiği için bankodaki genç kıza “kaydım muhtemelen yoktur, olsa da senin tevellüdün yetmez” dedim. Kız vatandaşlık numaramdan kontrol etti ve “kaydınız varmış, Samur Sokak Uğur Apartmanda mı oturuyorsunuz” deyince olduğum yerde zıpladım! Yahu, koskoca Emniyet Genel Müdürlüğü bile her gittiğimde yedi sülalemi tekrar tekrar soruyor, Hacettepe beni 40 yıl önceden nasıl hatırlıyor? Tabii bankodaki kız da intikamını aldı ve “buraya bir kez adım attıysanız asla unutmayız” diyerek topu doksana taktı. Bu sefer beni bir korku aldı; hastane (ve tabii ki devlet) benim ne zaman geldiğimi, o zaman hangi adreste oturduğumu biliyorsa, neden gel